İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915: Soykırım mı tehcir mi?

‘Talat Paşa’ya Osmanlı’nın Hitler’i demek yerindedir’

 1915’de yaşananları soykırım kapsamında gören avukat Geoffrey Robertson, 2009 yılında bu konuda “Ermeni soykırımı var mıydı?” (Was There An Armenian Genocide?) başlıklı bir rapor kaleme almıştı. Hukukçu, 2014 yılında ise “Uygunsuz Bir Soykırım: Bugün Ermenileri kim hatırlıyor?” (An Inconvenient Genocide: Who now remembers the Armenians) başlıklı kitabını yayımladı. Robertson, aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen (AİHM) Doğu Perinçek ile İsviçre arasındaki “Ermeni soykırımının inkarı” davasında, üçüncü taraf olan Ermenistan’ı temsil ediyor.

Robertson, 1915 olaylarının hukukçular tarafından yeterince dikkate alınmadığını, hep tarihçiler tarafından konuşulduğunu söylüyor. Avukat, bu konuda asıl sorulması gereken sorunun “Eğer (1948 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilip 1951’de yürürlüğe giren) BM Soykırımın Önlenmesi Sözleşmesi o dönemde yürürlükte olsaydı, 1915’te yaşananlar soykırım tanımına girer miydi?” olduğunu söylüyor ve “Benim vardığım sonuç, tarihi veriler çerçevesinde soykırım tanımını karşıladığıdır” diyor.
‘Talat Paşa Osmanlı’nın Hitler’iydi’
Beril Eski’nin BBC Türkçe’de yayımlanan haberine göre, İnsan hakları hukukçusu Robertson, soykırımın “Bir ırka mensup grubun önemli bir kısmını ortadan kaldırmaya yönelik fiiller” olarak tanımlandığını, 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nun da Ermeni nüfusunun önemli bir kısmını öldürme niyetiyle hareket ettiğini savunuyor. Robertson’a göre 1915’te işlenen filler sonucunda Ermeni nüfusunun en az yarısı öldü.
Doğu Perinçek’in İsviçre tarafından “Ermeni soykırımını inkar” etmekle suçlandığı davada yaptığı konuşmada, Talat Paşa için “Osmanlı’nın Hitler’i” diyen Robertson, bu ifadesini şöyle açıklıyor: “Talat Paşa ‘Ermeni sorunu’ dediği meseleyi Ermenileri ortadan kaldırarak çözme kararını veren kişidir. Emirleri veren odur, kanunları çıkaran odur. Talat Paşa ve hükümeti, Ermenilerin Anadolu’dan tehcir edilmesini emretmiş, sonra buna ‘iskan’ demiştir. Ancak insanları yiyecek, tıbbi malzeme vermeksizin yüzlerce kilometre ötedeki çöllere göndermiştir.”
Robertson’ın bahsettiği bölge, bugün kendisini İslam Devleti diye adlandıran IŞİD’in elinde olan, Suriye sınırları içindeki Rakka ve Der Zor bölgeleri.
Ankara’daki TOBB Üniversitesi’nden Yardımcı Doçent Dr. Mustafa Serdar Palabıyık, söz konusu bölgede yaşam koşullarının zor olduğunu kabul ediyor. Ancak Palabıyık’a göre, bu bölgenin tercih edilmesindeki asıl sebep “nispeten tüm savaş cephelerinden uzak olması” idi.
‘Ermenilere yönelik ırksal bir nefret yoktu’
Yard. Doç. Dr. Palabıyık, 1915’te yaşananları değerlendirdiği “1915 Olaylarını Anlamak – Türkler ve Ermeniler” (Understanding the Turkish-Armenian Controversy over 1915) adlı, aynı isimle kitaplaştırdığı araştırmasında, yaşananların soykırım tanımına uymadığı sonucuna varıyor.
Palabıyık, konunun tarihi veriler ışığında, hukuki olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor ve “Soykırım olduğunu söyleyebilmek için Osmanlı döneminde Ermenilere yönelik ırksal bir nefretin izlerini aramalıyız” diyor.
Palabıyık’a göre 1915 sırasındaki uygulamalara soykırım diyebilmek için iki önemli kavram değerlendirilmeli: Birincisi, o fiillerin sadece o gruba mensup oldukları için uygulanması saiki; ikincisi ise o grubun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik kasıt. Akademisyen, “1915’e tehcir diyorum. Orada yaşanan trajediyi tartışamam” diyor, ancak Osmanlı Devleti’nde Ermenileri imha etmeye yönelik bir hükümet politikasına evrilebilecek ırksal bir nefretin bulunmadığını savunuyor.
Palabıyık bu görüşüne kanıt olarak da, 1821’deki Yunan bağımsızlık hareketi sonrası, devlet bürokrasisi ve diplomasisinde tasfiye edilen Rumların yerini Ermenilerin almasını gösteriyor ve 1910’lardaki Balkan savaşlarına değin bürokraside yoğun olarak Ermenilerin istihdam edildiğini söylüyor.
Palabıyık, İttihat ve Terakki’nin padişah 2. Abdülhamit’i devirme planlarının en büyük destekçilerinden birinin de Ermeni devrimci örgütü Taşnaklar olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ermeni parlamenterler meclise giriyor, birtakım haklar elde ediyorlar. Tabiri caizse ilişkiler Balkan savaşlarına dek nispeten sakin ilerliyor.”
“Ağustos 1914’te İttihak Terakki yönetimi ile Taşnaklar bir araya geliyor. İttihat ve Terakki ‘Bir savaş geliyor, biz muhtemelen Rusya’ya karşı ittifakta olacağız, böyle bir durumda sizin tercihiniz ne olacak?’ diye soruyor ve Taşnaklar oldukça temkinli bir yanıt veriyorlar. Osmanlı idaresi Taşnakların Rusya’yı destekleyeceğini anlıyor.”
Hamidiye katliamları ve kırılma noktası
Palabıyık, Sarıkamış yenilgisinin ardından içinde Ermeni birliklerin de bulunduğu Rus güçlerinin Doğu Anadolu’yu işgal etmeye başladığını; ardından 1915’te Van’ın işgal edilmesinin son nokta olduğunu belirtiyor.
Öğretim üyesi “tehcir” olarak tanımladığı kararın alınmasında, Balkan savaşlarının kaybedilmesi ve kaybedilen topraklarda çok sayıda Müslüman’ın katledilmesi, kalanların ise Osmanlı topraklarına sürülmesinden kaynaklanan travmanın etkili olduğunu ifade ediyor.
Palabıyık, Batı’daki bu büyük yenilgiler karşısında Osmanlı yönetiminin “Hristiyan tebaamız bizi Batı’da yenecek güce eriştiyse, Doğu’da da bu gerçekleşebilir” diye düşündüğünü belirtiyor.
Palabıyık, taraflar arasında asıl kırılmanın bu olaylar sırasında yaşandığını söylüyor:
“1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonrası, İstanbul’daki Ermeni Patriği Varjabedyan ile Rusya’nın Kafkasya Valisi Grandük Nikola Nikolayiç arasında bir temas oluyor, Patrik, Doğu Anadolu bölgesinin Rusya işgalinde kalmasını ve bu çerçevede bir Ermenistan yurdu oluşturulmasını; bu yapılamazsa, Rusya desteği altında bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasını talep ediyor.”
Palabıyık, aslında Berlin Anlaşması çerçevesinde (13 Haziran 1878), Osmanlı’ya Doğu illerinde reform şartının getirildiğini ancak 2. Abdülhamit’in bu kelimeye temkinli yaklaştığını aktarıyor:
“2. Abdülhamit için reform demek, önce oradaki Gayrimüslimlere geniş haklar tanıma, daha sonra Batılı devletlerin işin içine girmesi, bu hakların özerkliğe doğru evrilmesi ve bağımsızlığa doğru gidilmesi.”
Berlin anlaşmasında öngörülen reformların gerçekleşmemesi üzerine Ermeni devrimci örgütlerinin isyan hareketleri örgütlediğini kaydeden Palabıyık, bu isyanların çok sert bastırıldığını ve birçok sivilin öldürüldüğünü söylüyor.
Bugün pek çok tarihçi, Hamidiye katliamlarını “soykırımın başlangıcı” olarak ele alıyor. Fakat öğretim üyesi Palabıyık, büyük bir sivil can kaybı yaşandığını kabul etmekle birlikte; yapılan müdahalenin “sırf Ermeni oldukları için ve onların fiziksel varlığını ortadan kaldırmak için” değil, isyanı bastırmaya yönelik olduğunu dolayısıyla bu kavramın kullanılamayacağını savunuyor.
24 Nisan’da başlayan süreç
“Tehcir”in başlangıcı olarak kabul edilen olay, 24 Nisan 1915’te Ermeni devrimci örgütlerinin kapatılması ve örgütün ileri gelen üyelerinin tutuklanması kararı oluyor.
Palabıyık bu esnada çok sayıda kişinin kamplara gönderildiğini, bazılarının yollarda öldürüldüğünü, bazılarının masum olduklarının anlaşılarak geri gönderildiklerini, “daha az tehlikeli görülen” kişilerin ise nüfusun çoğunun Ermeni olmadığı yerlere gönderildiğini aktarıyor.
Akademisyen, Mayıs ayı sonlarında ise Tehcir Kanunu’nun devreye girdiğini belirtiyor.
Hukukçu Geoffrey Robertson, “ölüm yürüyüşleri” olarak tanımladığı “tehcir”de yani zorla sürgünde, çoğu kişinin öleceğinin çok iyi bilindiğini savunuyor. Robertson, Ermenilerin toplama kamplarına gönderildiklerini ve buralarda tifüse yakalanarak öldüklerini söylüyor ve “Bu nedenle Talat Paşa’ya Osmanlı’nın Hitler’i demek yerindedir. Neticede Hitler de insanları toplama kamplarına gönderdiği ve önemli sayıda Yahudi’yi öldürdüğü için sorumlu tutulmuştu” diyor.
Bu bağlamda Robertson, 1915’te yaşananların Soykırım Sözleşmesi’ndeki tanımlamada yer alan “Fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması” hükmüne uyduğunu düşünüyor.
ABD’deki Clark Üniversitesi’nde öğretim üyesi Prof. Dr. Taner Akçam da, özellikle “Genç Türklerin İnsanlık Suçları: Ermeni Soykırımı ve Osmanlı İmparatorluğunda Etnik Temizlik” (The Young Turks’ Crime Against Humanity: The Armenian Genocide and Ethnic Cleansing in Ottoman Empire) adlı kitabında kullandığı Dahiliye Nezareti’nin şifreli telgraflarında “soykırım kastının açıkça ortaya konduğunu” söylüyor.
Dahiliye Nezareti’nin 1913 yılında İstanbul’dan acil emirler göndermek amacıyla telgraf merkezi olarak kurulduğunu kaydeden Akçam, bu emirlerin şifreli olduğunu; kendi içlerinde de acil, gizli ve kişisel olarak sınıflandırıldıklarını kaydediyor.
Belgelerde soykırım niyetinin açık olduğunu savunan Akçam, şunları söylüyor:
“Örneğin bir belgede ‘Ermeni meselesi hallolunmuştur, fuzuli şiddetle milleti lekelemeyin’ deniyor. Diyelim ki bir telgraf çekiyor, ‘Bu adam öldü mü yoksa hala sağ mı, bana bildirin’ diyor. Yollarda adamların öldüğünü biliyor, ölüp ölmediğini soruyor. Diyarbakır’a çektiği telgrafta ‘Ermeniler için uygulanan tedbirleri sakın ötekilerine uygulamayın’ diyor. Hastalık haberleri geldiğinde ‘Konvoyları uzaklaştırın yoksa askerlere bulaştıracaklar’ diyor. Oysa aynı durum Müslüman göçmenlerin başına geldiğinde hemen doktor, ilaç gönderiliyor. Bu tür ifadelerden Ermenilerin hayatıyla ilgili olmadıkları anlaşılıyor.”
‘Demografik plan var’
Palabıyık ise bu iddialara “tehcirin tek bir kanunla yürütülmediği” yanıtını veriyor. “Tehcir” sırasında çok sayıda kararname çıktığını belirten akademisyen, bunların tehcirin güvenliğinin sağlanması, yeme içme temini, gidilen yerde iskan edilmeleri konularını içerdiğini belirtiyor.
Ayrıca tehcir kanununun geçici olarak çıkarıldığını belirten Palabıyık, kanun metninde imha gibi bir fiilden hiç söz edilmediğini kaydediyor.
Buna karşılık Taner Akçam en mühim kastın, “Tehcir edilen bölgelerde Ermeniler Müslümanların nüfusunun yüzde 10’unu geçmeyecek” ifadelerinden anlaşıldığını belirtiyor. Tehcir edilenlerin yerleştirildiği bölgede, Müslüman nüfusun 1,8 milyonu bulduğunu kaydeden profesör, resmi rakamlara göre gönderilen Ermenilerin sayısının 1,3 milyon olduğunu kaydediyor. Akçam, “1.3 milyon Ermeni’yi 1,8 milyon Müslüman’ın yüzde onu haline nasıl getireceksin? Yollarda imha ederek getiriyorsun” diyor.
Profesör Akçam ayrıca “tehcir”den sonra da, şimdi Suriye topraklarında olan Der Zor bölgesine yerleştirilen Ermenilerin, Mart 1916 itibariyle 250 bininin katledildiğini kaydederek, “Başka nedenler de rol oynamış olabilir ama 250 bin insan Aralık 1916’ya kadar fiziken imha ediliyor. O zaman anlıyorsun ki belli bir demografik nüfus planı var” yorumunu yapıyor.
Askeri zorunluluk tehciri meşru kılar mı?
Palabıyık, “tehcir”in askeri bir tercih olduğunu ileri sürüyor ve şunları söylüyor:
“İmparatorluk bir tercih yapmak zorunda. Ya Doğu Anadolu’da Ermenilerin Ruslarla birleşerek bölgeyi işgal etmesine göz yumacak ya da bu tehdidi bertaraf edecek. O dönemde bertaraf edebilmenin, tırnak içinde söylüyorum, ‘en insancıl yolu’ tehcir etmek.”
Avukat Robertson ise, sivillere yönelik bu uygulamanın nasıl bir askeri gerekliliği olabileceğini sorguluyor, “Kadınların, çocukların ve erkeklerin 400 mil boyunca çöllere doğru yürütülmesinin askeri gerekçeleri vardı demek saçmalık” yorumunu yapıyor.
Palabıyık bu yoruma karşılık, askeri nedenlerle tehcirin tarihte pek çok örneği olduğunu ve bu nedenle büyük can kayıpları yaşandığını söylüyor.
Örnek olarak da 2. Dünya Savaşı sırasında, Japon uçaklarının Pearl Harbour saldırısından sonra, Batı sahillerinde yaşayan Japon asıllı ABD vatandaşlarının iç bölgelere sürülmesini veriyor, “ABD, millerce uzaklıktaki Japonya’nın bir hayali tehdidi nedeniyle bu tehciri yapıyor” diyor.
Ancak ABD’deki tehcirden kaç kişi etkilendi, ölen oldu mu? Palabıyık, bu sürgünden yaklaşık 117 bin kişinin etkilendiğini ancak çok düzenli gittiğinden “kimsenin burnunun bile kanamadığını” belirtiyor.
Fakat savaştan sonra dönüş izni verildiğinde, herkesin eski evlerine dönemediğini de ekliyor. Palabıyık “Bu örnekte önemli olan, bu tehcirin amacının, Ermeni tehcirinin amacıyla neredeyse birebir örtüşmesi” diyor.
‘Sebep organizasyonsuzluktu’
Tehcir Osmanlı Devleti’nde yaygın bir yöntem miydi? Bu soruya Palabıyık’ın yanıtı “Hayır, istisnai bir yöntemdi” oluyor.
Peki “işgal tehdidi” Doğu Anadolu’da olmasına rağmen, neden İstanbul dışındaki tüm bölgelerden Ermeniler tehcir ediliyor? Palabıyık, özellikle Doğu Anadolu bölgesi Ermenilerinin tehciri öncelikliyken, zaman içerisinde tehdit yaratabileceği düşünülen her bölgeye uygulamanın sirayet ettiğini belirtiyor ve belli noktalarda aşırılıkların olduğunu söylüyor.
Yaşananların bir insanlık trajedisi olduğunu belirten akademisyen, “Tehcirler iyi organize edilmedi. Soykırım olabilmesi için organize bir planın varlığı gerekiyor. Ermenilerin bu kadar kayıp yaşamasının sebebi de bu organizasyonsuzluktu” diyor.
Rakamlar önemli mi?
1915’te hayatını kaybeden Ermenilerle ilgili farklı rakamlar telaffuz ediliyor. Bu rakamlar, 350 bin ile 1,5 milyon arasında değişiyor. Bir katliamın soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmamasında rakamlar ne derece önemli ya da belirleyici?
Avukat Geoffrey Robertson, en düşük tahmin alınsa dahi, çoğu kadın ve çocuk 350 bin kişinin öldürülmesinin bile oldukça korkunç bir şey olduğunu kaydediyor. Robertson, çoğu tarihçinin, 1915 sırasında en az 600 bin Ermeni’nin öldüğü konusunda uzlaştığını belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
“Bence buradaki asıl önemli olan, o sırada Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermeni nüfusunun büyüklüğü. Türkiye rakamları 1,1 milyon olarak veriyor. Bu kişilerin 600-800 bininin öldürülmüş olması, nüfusun önemli bir çoğunluğunun yok edildiğini ortaya koyuyor. Ermeni kiliselerinin kayıtlarına göre ise 2 milyondan fazla Ermeni bulunuyordu. Ben bu kayıtları daha güvenilir buluyorum. Bu nüfusun 1,5 milyonu katliamlarda ve çöllerdeki tehcirde kaybedildi, bu da o dönem o topraklarda yaşayan Ermenilerin önemli bir kısmının yok edildiğini açıkça ortaya koyuyor.”
Robertson, rakamlar açısından asıl önemli olanın, rakamın büyüklüğü değil, nüfusun çok önemli bir oranına tekabül etmesi olduğunu vurguluyor. TOBB Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Palabıyık da benzer şekilde, sayıların önemli olmadığını düşünüyor. Ama ona göre aslolan olanların soykırım sözleşmesindeki tanıma uyup uymadığı.
“Sözleşmedeki tanıma uyduğu sürece kuramsal olarak 100 kişinin ölümü bile soykırım olarak nitelendirilebilirken, eğer sözleşmedeki tanıma uymuyorsa yine kuramsal olarak milyonlarca kişinin ölümü soykırım olarak değerlendirilmeyebiliyor. Bunun en önemli örneği Kamboçya’daki Pol Pot rejiminin yaptığı ve yüzbinlerce insanın hayatına mal olan katliamlar. Bunlar hukuki olarak Soykırım Sözleşmesi’ndeki tanıma uymadığından, soykırım olarak kabul edilemiyor” yanıtını veriyor.
Hitler ‘Ermenileri bugün kim hatırlıyor?’ dedi mi?
Robertson’ın 1915’i ele aldığı kitabına Hitler’in söylediği ileri sürülen bir cümleden yola çıkarak “Bugün Ermenileri kim hatırlıyor?” adını vermişti.
Ancak Hitler’in bu cümleyi sarf edip etmediği konusu hala tartışmalı.
Robertson, Hitler’in bu cümleyi Polonya işgali öncesinde generallerine, sert ve zalim olmaktan çekinmemelerini öğütlerken sarfettiğini söylüyor. Avukat, “Bence bu cümleyi hatırlamak çok önemli, çünkü Hitler Ermeni örneğini, bu tür suçların cezası olmadığını göstermek için kullanıyor” diyor.
Hukukçu, Hitler’in bu sözleri 1931’de bir gazeteye verdiği röportajda sarf ettiğini kaydediyor ve “Toplantıda tutulan notlardan, bu sözleri sarf ettiği çok açık” diyor.
Palabıyık ise bu sözlerin Hitler’in ağzından değil, sözlerini aktaran gazetecinin ağzından yazıldığının kanıtlandığını belirtiyor ve “Tarihçiler o ifadeyi kullanmamayı tercih ediyorlar” şeklinde konuşuyor.
Clark Üniversitesi’nden Taner Akçam ise, herşeyden önce, Hitler’e atfedilen bu sözlerin Yahudilerin imhasına ilişkin değil, Polonyalılar kast edilerek söylendiğini kaydediyor.
Kimin sözleri tartışmasına ilişkin olarak ise, “Bu sözler Hitler’in konuştuğu toplantının tutanaklarından birinde var, diğer üçünde yok. Savcı, Nürnberg’de Nazilerin yargılandığı davada, başka nedenlerde dolayı, içinde bu sözün geçtiği tutanağı delil olarak kullanmadı. Hitler söylemiş de olabilir söylememiş de olabilir ama Almanların bu bakımdan Türkleri örnek almaları sembolik anlamda kullanılan bir şey” değerlendirmesinde bulunuyor.
Arşivler açık mı? Hangi arşivlerin açılması isteniyor?
1915’te ne olduğuyla ilgili araştırmalar söz konusu olduğunda en çok tartışılan konulardan biri de arşivlere erişim.
Son olarak Başbakan Ahmet Davutoğlu da arşivlerin açılmasıyla ilgili olarak “Gönülleri açık olmayana arşivleri açsak ne olur?” cümlesini sarf etmişti.
Peki açılması beklenen bu arşivler hangileri? Mustafa Serdar Palabıyık’ın buna yanıtı, Osmanlı arşivlerinin açık olduğu.
Dışişleri Bakanlığı’nın arşivlerinin tasnif edilmesi için kurulan Akademik Çalışma Grubu içinde yer alan Palabıyık, “Bugüne kadar biriken 65 milyon belge, gerçekten de dijitalize edilip tasnifi tamamlanmamış. Ancak iki yıl içinde (2017 sonu itibariyle) tamamının tasnifi tamamlanıp açılacak” diyor.
Prof. Dr. Taner Akçam da, Dışişleri Bakanlığı arşivinin açık olduğunu doğruluyor ancak sunulan belge sayısının sınırlı olmasının sıkıntı yarattığını belirtiyor: “Dünyadaki tüm ülkeler ellerindeki belgeleri sınırlar, diyelim İngilizler yüzde 96’sını koyarlar arşive, bizim İstanbul’daki özellikle Ermeni sorununa ilişkin belgelerin, ben yüzde 30-40’ının bile konduğundan şüpheliyim.”
Akçam henüz açılmayan en önemli arşivin, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde bulunan arşiv olduğunu söylüyor. Bu arşivin esas olarak araştırmacılara kapalı olduğunu belirten Akçam, “Bir yıldır yeni arşiv başvuru formu çıkardılar, daha önce o da yoktu. Şimdi de başvuruları alıyorlar ama insanlara istedikleri belgeleri vermiyorlar” diyor.
Genelkurmay arşivlerinin kısmen açık olduğunu söyleyen Palabıyık da, “Tasnifi tamamlanmış belgeler üzerinde çalışma yapılabiliyor. Ancak maalesef bazen çalışma konusunun Ermeni meselesi gibi hassas olduğu durumlarda, istenen her belge temin edilmeyebiliyor. Bu konuda 2005 sonrası bir ilerleme mevcut olsa da henüz yeterli düzeye gelmediğini söyleyebilirim” diyor.
‘Tapu kayıtları açılmalı’
Akçam’a göre açılması gereken ikinci önemli arşiv ise tapu kayıtları.
Profesör Akçam, tapu kayıtlarının Arşiv Genel Müdürlüğü’ne aktarılmasının söz konusu olduğunu ancak Milli Güvenlik Konseyi’nin “ulusal güvenliğe aykırı olduğu” kararını vererek yasakladığını aktarıyor.
Akçam, 1915’te hangi köydeki hangi evin, tarlanın kime ait olduğunu araştıran bir kişinin bunu bulamayacağına dikkat çekiyor ve “Kanunların Ruhu kitabımda yazmıştım; 1983 ve 2001 yılında Tapu Genel Müdürlüğü’nün bütün bölgelere yolladığı ‘1915 hakkında bilgi isterlerse vermeyin’ diyen bir talimat var” diyor.
Palabıyık, arşiv konusunda Türk tarafına çok yüklenilmekle birlikte, Boston’daki Taşnak Partisi’nin arşivleri ve de nüfus anlamında çok değerli bilgiler içeren Kudüs’teki Ermeni Patrikhanesi’nin arşivlerinin hala kapalı olduğunu hatırlatıyor.

Öğretim görevlisi, ayrıca Ermenistan devlet arşivlerinin Türkiye’den çalışan akademisyenlere kapalı olduğunu belirterek, “Bu konuda şikayet etmesi gereken taraf Türk tarafı olmalı” diyor.

Yorumlar kapatıldı.