İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Said Nursi’nin Türkiye’nin tarihiyle bağlantılı olan hayat hikayesiyle alakalıdır.

Sait Çetinoğlu 
Resmi söylemin yedek lastiği Nur Cemaati teorisyeni Said-i Nursi ve Bediüzzaman efsanesi, kısaca Said Nursi tarihçesinin yazboz oyunu ilgili Emrah Cilasun’un  çalışması[i], resmi tarih söyleminin çatısının önemli kiremidini daha kaldırıp efsanevi söylemin su almasını sağlamıştır. Devletin rahle-i tedrisinde Said-i Kürdi’den Said-i Nursi’ye dönüştürülen Bediüzzaman, titizlikle yetiştirilip gerektiğinde kullanılan, Osmanlı’dan Kemalizme aktarılan, önemli işlevi olan bir aparattır.

Bitlis Vilayet Sarayında Sabri Paşa’dan başlayarak, Van Vilayet Sarayında Tahir Paşanın  elinde titizlikle yetiştirilip Osmanlı/Türk topluma armağan edilen bir kıymet olan Bediüzzaman, bir din adamının çok ötesinde bir figür olarak, yüz yıldır bu coğrafyada iktidarın can simidi işlevini görmektedir.

Cilasun, bu önemli  çalışmasını kısaca şu sözlerle özetler: Tarihin bu kesitinde anlatılmak istenen sadece, bir statü ve bir arayış içindeki genç bir mollanın, Kürdistan’da ne gibi karmaşık ilişkilerin sarmalına girdiği ve muhatapları tarafından da ilkin devlet ideolojisi doğrultusunda “terbiyeye” tabi tutulup, daha sonra da [Hamidi, İTC  ve ardından  T “C” nde] nasıl seferber edildiğidir.
1915-16  soykırımı sırasında gerçekleşen katliam ve sürgünlerin bir prelüdü olarak kabul edilen 1894-96  Ermeni Katliamları sürecinin başlangıcı 1894 Sason Katliamı sırasında  Bitlis Valisi “Tahsin Paşa”dır. Tahsin Paşa, Tarihi Ermenistanda görevlendirilen Hamidi dönemin ünlü valilerindendir. Bitlis’te bu dönem,  her yerde kurt gibi molla ve şeyhler kaynamaktadır. Tahsin Paşa, Hamidi dönemden Kemalizm’e armağan edilen ünlü Ermeni düşmanı Mutkili Kürt Hacı Musa‘nın da hamisidir. Tahsin Paşa’nın, Hacı Musa’ya  Ermeni reayayı neredeyse armağan ettiğini, dönemin belgelerinde ve anılarında okumak mümkündür.
Tahsin’in gücü, Ermeni kızı Gülizar ile Musa davasında görülür. Uluslararası destekli bu dava bile Paşayı yerinden oynatamamıştır. Bilindiği gibi bu  dava Batılı güçlü devletlerin zorlamasıyla açılmış, Gülizar’ın davası vesilesiyle, Tarihi Ermenistan dramının Batıda yeniden gündeme gelmesine neden olmuştur. Dava sonunda Musa, Mekke’ye göstermelik de olsa sürgüne gönderilirken, Tahsin Paşa yerinde kalmıştır.  Paşa, ancak Sason (1894)  kitlesel Ermeni Katliamları  sonrasında, Hamid’in tarihi Ermenistan’daki gölgesi Zeki Paşa’nın Tahsin’i koruyamaz hale gelişinden sonra görevden alınabilir. 
Bitlis Vilayeti çok önemli bir yer olmalı ki, – Ermenilerin en yoğun olduğu bölgelerden biridir- önemine binaen  Tahsin Paşa’nın yerine, önce vekaleten, sonrasında asaleten atanan (1895) Ömer Sabri Paşa, Osmanlının en parlak üst düzey bürokratlarından biridir.
Dönem ayrıca Panislam siyaset gereği, Şeyhlerin özel ve ayrıcalıklı bir figür olarak devlet destekli siyaset sahnesine çıkarıldığı özel bir dönemdir. bu şeyhlerin etkileri günümüze uzanır. Özel üretilmiş bu figürlerden etkisi günümüze uzanan  biri de,  Gaydalı/İnan ailesinin dedesi bir hayduttan  yaratılan “Şeyh” Celaleddin’dir. “Şeyh” Ermenilere o kadar eziyet etmiştir ki; ilk Ermeni romanı olarak kabul edilen Raffi’nin (Hagop Melik Hagopyan)  Jelaleddini, “Şeyh” üzerine yazılmıştır.  Raffi, Şeyhin Ermeni halkına yaptığı eziyetleri anlatır. Şeyhin ailesi hala  Türk siyasetinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kısaca,  Said bu ortamın, geleneğin  ve gereğinin ürünüdür. Hırslı bir din adamı adayı olarak Bitlis’te valilik sarayında, Ömer Sabri Paşa’nın koltuk altında başlayan iktidara yamanma, giderek ülkeden küre-i arza yaslanmaya kadar yükselecektir.
Said’in Valinin konağında bir odası olduğunu biliyoruz:
Paşa’nın, Said’e konağında sağladığı bu ayrıcalık, genç bir Kürt mollasını, Osmanlı devlet çıkarları doğrultusunda “terbiye” etmek amaçlı olabilir mi? Sorusuna,  Evet cevabını vermek için resmi belgeye sahip olmasak da, Cilasun, Said Nursi’nin ilerleyen yıllarda Osmanlı devlet çıkarlarını can başla gözetmesi, bu istikamette düşünmemize kapıyı aralayan ip uçlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Cevabını verir.
Burada altı çizilmesi gereken nokta; o zamana kadar bir dervişten çok bir mecnun olarak dolaşan Said’in, Osmanlının yerel iktidar konağında yeniden yoğrulup yaratıldığıdır. Said, her devşirme gibi bunu unutmamış devletle olduğu zaman her şey, devletten ayrı düştüğü zaman, eskisi gibi hiçbir şey olacağının bilincindedir. Bu bakımdan her zaman iktidara bitişik “devlet sınıf” yanında  olmak  hayati öneme haizdir. Bu bakımdan, her daim  iktidar savaşının içinde yer alması yadırganmamalıdır. Zira Said, bir din adamının çok ötesinde bir misyonun sahibidir.
Nurcu biyografilerde, Molla Said’in 1897 den itibaren, mâruf ulema bulunmadığı için davet” üzerine  Van’a gelip, burada da on sene boyunca ilkin Van Valisi Şemsi Paşa’nın, iki sene sonra da onun yerine atanan Tahir Paşa’nın konağında kaldığını okuyoruz…
Van’a geliş gerekçesinde söylenen; Van’da, bilinen, tanınmış; belli, meşhur ya da Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği  bir “ulemanın bulunmaması inandırıcı değildir. Valinin makamına gelen gazetelerden edindiği bilgileri İslâmî eğitimine katarak kültür dağarcığını genişletti saptaması, görece hem daha nesneldir hem de tersinden, yukarıda değinilen “terbiye” olgusunu destekler. Van’da,  genç Molla Said, salt “kültür dağarcığını genişletmekle kalmamış aynı zamanda fiili bir İslamcılık faaliyetinin de içinde olmuştur. Bu faaliyetin, [Şerif] Mardin’in dikkat çektiği şekliyle Van valiliğinde dini danışmanlık adı altında yapılmış olması pek muhtemeldir. Devletin izlediği Panislamcı siyasetin teşvik edici boyutu burada unutulmamalıdır.
Bu bakımdan, Said,  Abdülhamid’in, Panislamcı siyaseti doğrultusunda, dünyanın bir çok yerindeki Müslümanda tarifin fevkinde bir tesir uyandıracak şekilde teşhir edilen figürlerden biridir. Biyografilerdeki olağanüstü masalımsı anlatım, bu tercihin ve prezantasyonun ürünüdür.
Molla Said, yukarıda altının çizildiği gibi, Hamidi rejimin birlik ve selamet projesinin somut bir ürünüdür. Bu proje, Hıristiyanların özellikle Ermenilerin selametini sonsuza kadar dışarıda bırakır. Hamidi dönemde revize edilen devlet sisteminin, daha doğrusu “kuruluşu” şekillendiren Memlük Sisteminin; Seyfiye (asker)- İlmiye (din adamı) – Ticariye (tüccar) sacayağının günümüze uzanan figürüdür. Said,  iktidarın yanında, haklıdan yana değil güçlüden yana ve  her İslamcı Müslüman gibi  iktidar savaşının içindedir. 
Ermeni Meselesinin biyografinin bir çok yerinde geçmesi ve biyografinin bir parçası olması,  dönemin en yakıcı sorununda Molla Said’in taraf olarak yetiştirildiğinin ifadesi olarak okumakta  sakınca yoktur. Yoksa,  Gladstone  ve onun, 29 Aralık 1894’de, İngiliz Ermeni Derneği’nde yaptığı konuşmasının üzerinde bu kadar durulması ve Ermeni karşıtı paradigmanın bu konuşma üzerine kurulmasını başka türlü açıklayamayız. Gladstone’un, “Ermenilere bu zulmü yapan Osmanlı Hükümetinin icraatları, onların ilk peygamberi için bir rezâlet, büyük ölçüde İslâm medeniyeti için bir alçaklık ve de bu medeniyetin bütün insanlık için bir lanet olduğu sonucunu doğurur.Kelimelerimin çok sert olduğunu biliyorum. Ancak büyük vahşetler karşısında bu sert kelimeler normaldir.” sözlerinin altının çizilmesi,  masal tadında yeniden oluşturulan hayat hikayesinin bir parçasıdır: 7 yaşındaki küçük Mustafa’nın bakla tarlasında karga kovalamasıyla eşdeğer bir işleve sahiptir. Öncesinde   Kel Mısto dense de, 1894’de Miran Mustafa Paşa’ya dönüşmüş  Hamidiye Alayı komutanının mekanında, onu  ölümle tehdit ederek imana çekmek, 16 yaşındaki mecnun Said’in harcı değildir.  Paşaya namaz kıldırmak bir egemene diz çöktürme ve biat ettirmeyle eşdeğerdir.
Ermeni sorunu, büyükten küçüğe  Osmanlı bürokratlarının tarihi Ermenistan’da hem varlık hem de egemenlik ve zenginlik kaynağı olduğu unutulmamalıdır. Said’in dağarcığına Ermeni meselesinin konulması da, bu bakımdan dönemin önemine uygun ve anlaşılır bir şeydir. Sonrasında antikomünizm olarak güncellecek, talebeleri Kanlı Pazarda seferber edilerek cinayetler işleyecektir.
Osmanlı Paşalarının titizlikle yetiştirdikleri bu değere,  Osmanlı yönetimince, bir çok misyonun yanında Aşiret Mektebinin uzanamadığı  Kürtleri devşirme ve yetiştirme misyonu verilmiştir. Bölgenin bir sorunu da asimilasyondur. Asimilasyon konusu,  merkezin yakıcı sorunu  olduğu kadar, yerel idarecilerce  de özel önem verilerek altı çizilmektedir. Hıristiyan misyonerler kötülenirken kendilerinin (yönetimin) de  misyoner olarak adlandırdıkları özel görevliler seferber edilmektedir. 1900’lerin başında, Said Nursinin eğitim dili olarak –sonraları- , Arabi vâcib, Kürdi câiz, Türkî lazımdiyeceği dini bir okulun Van Gölü kıyısında Edremit taraflarında temellerini atması ve Van Kalesinin dibindeki Horhor Medresesinde öğrenci okutması, bahsi geçen siyasi ortam içerisinde düşünülmelidir.
Said, Dersaadette iken bile aklı Kürdistan’da ve asimilasyondadır. Hamidi dönemde Tarihi Ermenistan resmen  Kürdistan olarak anılmaktadır. Said,  Kürdistanı, imparatorluğun bir uzvu olarak görmekle; hasta”  zannettiği Kürdistan için,güzel tahayyül ettiği Merkez-i hilâfete çare bulmak için geldiğini söylemekle, milli eşitsizliğe hangi zaviyeden baktığına dair de bir ipucu vermektedir. Zira artık İstanbul’a geliş misyonuna uygun olarak Said-i Kürdî unvanını alan Molla Said’in, hastalık için düşündüğü yegane ‘çare’ –resmi biyografisine göre- Şarki Anadoluda Medreset-üz Zehra namında bir darülfünun açmaktır. Burada en tayin edici soru, darülfünunun kimin için ve ne amaçla açılacağıdır. Cevabı, Şerif Mardin’in, aşiret mensuplarını iyi Osmanlı vatandaşları haline getirecekti dediği Said Nursi’den okuyalım: “Aşiret Alayları gayet gösterişli ve parıldayan bir teknik bilgiler okulu ve kocaman bir sanayi fabrikası olacaktır. Üstad olan Hükümet, alayların yeteneklerine göre iyi bir düzen dersi verirse,ne güzel, tam aradığımız da odur, işte o kadar. Kısaca; Asimilasyonun gönül rahatlığı ile kabulü…
Said’in, Türkler, bizim aklımız… biz de onların kuvveti mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane [dikbaşlılık] yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara dersi ibret vereceğiz. İyi bir evlad böyle olur. Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmişsek, şimdi onbin batman itaat ve ittihad lazımdır. Sözlerine ilave edilecek bir şey yoktur.
 Molla Said’in  somutuna bakarsak; Van’da başında bulunduğu  Horhor Medresesine bir eğitim biriminin ötesinde işlev yüklemiştir. Medresedeki eğitim, okuma yazmanın ötesinde askeri eğitimi kapsar. Medrese bir kışla hüviyetinde, Nur talebeleri de birer milistir.  Talebelerin gerektiğinde ve milis görevini üstlendiklerinde, bu rolü yerine getirecek  bir eğitim verilmektedir. Bu eğitimin niye ve  kime karşı verildiği sorusu yersizdir – Ermenilere karşı-. Molla Said’in, Horhor Medresesi’nde yetiştirdiği öğrencilerden özellikle de bir tanesi, on beş sene sonra, Ermeni soykırımında adından sıkça söz ettirecektir. Bu öğrenci –Nursi’nin dostu olan- Tahir Paşa’nın oğlu, bir zamanlar Enver Paşa’nın eniştesi ve 1915’in Van Valisi, Cevdet Bey’den [Belbez] başkası değildir.
Cevdet’in  Van valiliği sırasında Said’in başında bulunduğu ve keçe külahlılar olarak adlandırılan  bu milis gücü, Ermeni Direnişinde aktif olarak Cevdet’in Kasap Taburunu yanında alır. Van Katliamlarının tablosunun  bir köşesinde Bediüzzaman‘ın yer alması bir rastlantı değil, bilinçli bir tercihinin fotoğrafıdır. 
Molla Said, Dersaadete yanlış zamanda (1907) gelmiştir. Kendini saraya kabul ettirerek ortam ve fırsatı bulamaz. Bu sürenin bir bölümünü tımarhanede bir bölümünü hapishanede tamamlar. Jön Türklerin imdadına yetişmesiyle bu zor durumdan kurtulacak, 1908 darbesi ertesi ilan edilen  afla Cezaevinden tahliye olacaktır. Artık Said, hararetli  bir jön Türk destekçisidir. 1908 ortamı göz önünde bulundurulursa, bu hararetli desteğin sadece Said Nursi’ye mahsus bir özellik olmadığı da belirtilmelidir. Toplumsal çatışmaların dinsel ve ırksal semboller altında gizli kaldığı bu yıllarda, İttihat ve Terakki hareketi, sarayın despotizmi ile çatışıyor göründüğü için, küçük rütbeli subaylardan, orta ve küçük derecedeki memurlara, serbest meslek sahiplerinden ulemaya kadar geniş bir çevrenin desteğini arkasına alıyordu.
Said’in, yeni döneme, uyum sağlaması kolay olur. Zira, feodal/otokratik bir devleti içinde debelendiği buhrandan kurtarıp, iktidar pastasından pay talep eden, İslamcısından Türkçüsüne kadar bir dizi insanın buluştuğu adres, Jön Türk “İttihat ve Terakki” hareketiydi. Bunlardan biri olan genç Said, kesinlikle bir istisna değildi.
İktidar pastasından pay alma mücadelesinde Said Molla kendini bir anda 31 Martçıların yanında bulursa da, kendini çok çabuk toparlayarak, 31 Mart 1909 olayında değil bir darbe, hiçbir fiske almadan kurtulmasını kendisinde bir garantinin var oluşuna/verilişine bağlayabiliriz.  Hiç bir şey olmamış gibi , 31 Mart sonrasında Cemiyetçe, Dersaadet’ten Tarihi Ermenistan’a donanımlı ve güçlendiriliş bir görevle yollanmıştır.
Said, yukarıda da ifade edildiği gibi Aşiret Mektebinin kucaklayamadığı Kürt kütlesini daha da ileri taşıyacak bir medrese hayal etmektedir. Bunda yerel idarecileri de ikna etmiştir. Vali bu hayali bir gerekçe ile Dersaadete bildirir. Tahsin [Uzer] paşa medresenin ihtiyaç gerekçesini şu cümlelerle özetler: “Mezheb-i Şi’î’nin gün-be-gün tevessü’ünden ve Kürd ahâli-i İslâmiyesi’nin son derece cehaletinden bahisle mevcûdiyet-i İslâmiye ve Osmaniyelerinin bekâsına pek mühim istinâdgâh olacağını ümid etdikleri bir Medrese’nin Van merkezinde taraf-ı hükûmetden müsta’celen inşâsı lüzumu ulemâ ve eşrâf ve Kürd ruesâ-yı aşâiri tarafından kemâl-i tehâlükle ricâ edildiğinden…” Paşanın gerekçesi misyonu özetlemektedir.
Said’in yaşam garantisinin İttihatçı yönetimin devamı Kemalist dönemde de  sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Nursi, İktidar için  hiç bir zaman bir İskilipli Atıf olmamış,  söylemleri de resmi tarihin yedek söyleminin ötesine geçememiştir. Resmi söylemin tarihi yedeği olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.
Garanti belki de, Şeyh Said  Ayaklanmasında, Kürt figürünün/gücünün her dönem geçerli ve geleneksel davranışı ile “Türk’e silah çekilmez!”sözüyle, kontra faaliyetin başını çekmesi ve Ayaklanmanın yaygınlaşmasını önleyerek, sınırlı kalmasını sağlamasından mı kaynaklanmaktadır?  Kim bilir… Vakti zamanında Molla Selim Ayaklanmasına da katılmamıştır. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem. O zâtlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz. Bitlis Hâdisesi vücuda geldi.Sözlerine ileve edecek bir şeye gerek yoktur. Said’in öneminin özetinin bu sözleri olduğunu söylemekte sakınca yoktur.
Kısacası Bediüzzaman’ın Hamidi rejimden, İttihat ve Terakki rejimi ve devamı Kemalistler olsun  her rejimle sıkı bir ideolojik ittifak içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Nursi’yi rejimden ayrıksı durdurma çabaları retorikten öteye geçmez. Her dönem bir yedek kuvvet olduğu yukarıdaki sözleriyle kesindir. Her dönem bu sözlerine sadık kalan bir yaşam sürdürmüştür.
Bediüzzamanın bir din adamı olarak, tanrının kelamından çok rovelverini yanında taşıması, bazen bir tanesinin yetmeyerek çiftlemesi ve bu silahı kullanmakta çekinmeyeceğini hissettirmesi, ayrıca üzerinde düşünülecek bir husus ve bu görüntülerde, Bediüzzaman’ın özel bir kişilik ve özel bir görevli olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bu bakımdan Birinci Savaşta devşirdiği milislerden oluşan çetesinin başında Erzurum’da Rus  sınırında bulunması bir rastlantı değildir. Cephenin önünde yaralı olarak Ruslara teslim olan bir din adamı olmanın çok ötesine geçmiştir. Ayrıca bilindiği gibi Sınırını iki yanı Ermeni köyleridir. Bediüzzaman çetesiyle bölgede yağma ve cinayetlere destek olduğunun kanıtlarını Biyografi yazarı öğrencilerinin sözlerinde bulmak mümkündür. Bu yazarlardan Molla Said’e bağlı milis mensuplarının yanlarında kaynağı ve miktarı belirsiz altın taşıdıklarını öğreniyoruz: Ubeyd [Said’in yeğeni] şehid düştüğü an, bana: Ali koş kemerimden altınları ve üzerimdeki elbisemi al, gavurların eline geçmesindemişti. Bu milislerin o sırada bulundukları, yakalandıkları ve çatışmada “şehid” düştükleri mıntıka Ermeni bölgesidir.
1914 ila 1915’de, Ermeni Soykırımı ve tehcirinde Molla Said’in rolü neydi? Dersek: Soykırımdaki kötü ünleriyle tanınan Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın, Erzurum valisi Tahsin Bey’in, Van valisi Cevdet Bey’in ve Bitlis valisi Abdülhalık Beyin sevk ve kumandasında hareket eden, aynı zamanda onların dostu olmakla da övünen Molla Said’in pek tabii ki, “bağımsız” hareket etmesi  düşünülemez. Demek gerçeğe en yakın düşen bir olgu olduğunu söyleyebiliriz.
Sait Çetinoğlu 10.4.2014



[i]Emrah Cilasun Yeni Paradigmanın Eşiğinde -Yabancı Arşiv Belgeleriyle- Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

Yorumlar kapatıldı.