İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yüzleşme Bahsine Giriş

‘Yüzleşme’ bahsine giriş
Murat Paker / muratpaker@gmail.com
Bir önceki yazıda, Türk-Kürt meselesinde izlenen çözüm sürecinin en önemli eksiğinin yüzleşme mekanizmaları olduğunu vurgulamış ve şöyle demiştim: “Barışçı çözümün ikinci [ilki şiddetsizlik] önkoşulu olarak eşitlik üzerinden baktığımızda, mevcut sürecin şimdiye kadar burada sıraladığım taleplerin yerine getirilmesi konusunda genel topluma yönelik bir pedagoji geliştir(e)mediğini görüyoruz.” “Türklerin / Türkçenin üstünlüğü kabulünün bilinçli / bilinçdışı yollarla tesis edildiği Türk çoğunluk, o hâkim konumundan nasıl vazgeçecek de kendisini Türk-olmayanlarla eşdeğer görmeye başlayabilecektir?” “Türk-Kürt meselesinin yakın / uzak tarihiyle, eşitsizlik meselesiyle yüzleşmeden bu hâkim konumdan vazgeçmek mümkün olabilir mi?”

(Değerli Okurlar, Sayın Murat Peker’in T24 sitesinde yayımlanan yüzleşmeyi ele alan 5 yazısını ekli olarak sunuyoruz. Birbirlerin,in devamı olan yazıların toplu olarak okunmasını sağlamak istedik. HYETERT) 
Bu kritik sorunun cevabı net bir şekilde “hayır”dır. O yüzden çözüm süreci denilen sürecin oldukça kırılgan ve kaygan bir zeminde yürütüldüğünü ve bu haliyle devam ettirildiği takdirde kalıcı ve adil bir barışa ulaşmanın pek mümkün olamayacağını düşünüyorum. Yüzleşmeden olmaz!
Nedir ki şu “Yüzleşme”?
Son yıllarda Türkiye’nin politik hayatında giderek daha çok kulağımıza takılan başlıca kelimelerden biri haline geldi yüzleşme. Çok sayıda politikacı, yorumcu, yazar vb. sık sık Türkiye’nin şununla ya da bununla yüzleşmesi gerektiğini belirtiyor. Başkaları açıktan ya da örtük biçimde “ne yüzleşmesi?” diye homurdanıyor.
Neredeyse Türkiye’deki anaakım siyasetin bile bir parçası haline gelen bu yüzleşme nedir, nasıl bir şeydir, neleri kapsar, bileşenleri nelerdir, nasıl yapılır, ne işe yarar? Bu soruları birkaç yazıda ele almak istiyorum. Bugünkü kısımda yüzleşmenin anlamı ve katmanları üzerine genel bir giriş yapalım.
Yüzleşmek Türkçenin güzel kelimelerinden biri. TDK Sözlüğü üç anlam sıralamış: “1) Bir olayı ileri sürenle, inkâr eden kimselerin yüz yüze gelerek sözlerini tekrarlaması; 2) Yüz yüze gelmek; 3) Farkına varmak, iyice anlamak.”
Yaygın kabul gören anlamı: Bir olayla / durumla / yaşanmışlıkla ilgili iki farklı versiyon sunan (genellikle biri iddia eden, diğeri inkar eden) iki kişinin yüz yüze, karşı karşıya gelmesi, yüzleşmesi. Tanıklar huzurunda ya da değil, yüz yüze gelecekler de ne olacak? Birbirlerinin yüzlerine, özellikle gözlerinin içine bakacaklar, tanıklar varsa onlar da bu iki yüze ve iki çift göze bakacaklar.
Amaç? Kim doğru söylüyor, kim yalan anlamak için: Hakikati aramak için (farkına varmak ve iyice anlamak için). Zira insanlık tarihinden süzülüp gelen bilgeliklerden biri, yüzümüzdeki / gözlerimizdeki minimal oynamaların bile bizim duygularımızı ele vereceği yönündedir (ki bu bilgelik yakın zamanda kimi bilimsel araştırmalarla teyit edilmiştir).
Duygular öznel hakikatlerimizdir. Hele de başka bir yüze / gözlere bakarken duygularımızı saklamak çok daha zordur. O yüzden gerçeklerden kaçtığını ya da yalan söylediğini düşündüğümüz birine “yüzüme / gözlerimin içine bakarak konuş” deriz ve konuşurken dikkatle yüzünü / gözlerini inceleriz.
Yüz yüze bakmanın, duyguları, dolayısıyla hakikati, ortaya çıkarmak konusunda katkıda bulunmasının yanında bir de iki kişi arasında insani bağ kurma potansiyelini arttırdığını da eklemeliyiz. Bütün toplumlarda insanların büyük çoğunluğu için bir insanın gözünün içine baka baka onun canını yakmak çok çok zordur. Bir insanın acısını, ıstırabını göre göre o kişiye acı vermeye devam etmek ancak ciddi anti-sosyal kişilik yapısına sahipseniz ve / veya o kişiyi nefret / itlaf edilmesi gereken bir tehdit / düşman olarak görebiliyor ve bu nedenle o kişiyi insan-dışı bir konuma itebiliyorsanız mümkün hale gelir.
Başka birinin yüzünde / gözlerinde bir acı / ıstırap gördüğümüzde “ayna nöronlarımız” devreye girer, o acıyı bir şekilde kendi bünyemizde hissederiz. Empati, şefkat ve merhamet gibi insani duygularımız ve vicdanımız, bizi acı vermekten alıkoyar. Dolayısıyla, yüzleşme ediminin ilk ürünü hakikat ise, ikinci ürününün de empati ve vicdan üzerinden öteki ile ilişkisel bir alan yaratmak olduğu söylenebilir.
Tabii ki yüzleşme, bu iki ürünün ortaya çıkışını otomatik olarak garanti etmez, ama ortaya çıkış ihtimallerini ciddi biçimde arttırır. Bu iki ürünün sentezi söz konusu olabilirse, hakikat temelinde yeniden kurulmuş bir ilişkide barışçıl bir uzlaşı (reconciliation) konumundan bahsedilebilir.
Yüzleşmenin Katmanları
Yüzleşme ediminde sanki bir silsile takip edilerek değişik katmanlarla yüzleşilmektedir:
1.    Karşımızdaki Öteki: Ben’in karşısında O, Biz’in karşısında Onlar olarak Öteki. Bizden farklı, bizimkiyle çelişebilen bir hikâyeleri vardır.
2.    Öteki’nin yüzü, gözleri, duyguları: Farklı bir öznellikle karşılaşmak sarsıcı olabilir.
3.    Kendi duygularımız: İzin verdikçe ve güvendikçe yoğun ve karmaşık biçimlerde ortaya çıkabilecek, bizi şaşırtabilecek, ama aynı zamanda ifade edildikçe ve işlemlenebildikçe rahatlatabilecek duygularımız.
4.    Geçmiş, anılar, olgular, gerçekler:
a.    Suçlarımız / kabahatlerimiz ve / veya
b.    Travmalarımız / acılarımız
5.    Bir bütün olarak kendimiz: Neymişiz, neler yaşamışız? Bir mağdur olarak nelere maruz kalmışız, ne tür incinmişlikler yaşamışız? Ya da bir fail olarak kimleri nasıl incitmişiz? Bütün bunlar neden olmuş, bedeli ne olmuş? Mağdur konumundan da fail konumundan da bu soruların cevapları oldukça sarsıcı ve dönüştürücü olabilir. Samimi ve sahici bir yüzleşme süreci, kendisiyle yüzleşenler için devrimcidir. İçimize bakarız, karanlıklarımızla, düğümlerimizle halleşiriz, içgörü geliştiririz, yenileniriz. Yüzleşme, mağdurların zedelenmişliklerini tamir edip güçlenmesi için; faillerin de asgari insani etik çerçeve içine (tekrar) girebilmesi için kapı açar.
Kısacası, Öteki ile başlayan yüzleşme sürecimiz, dönüp dolaşıp aynada kendimize baktığımız, gereği gibi yapabilirsek kendimize dair çok daha derinlikli ve sahici bilgi sahibi olduğumuz ve kendimizi dönüştürebileceğimiz bir sürece doğru evrilir. Kendimizle yüzleştikten sonra tekrar dönüp değişmiş / yenilenmiş (bir anlamda “arınmış”) halimizle Öteki ile bu sefer hakikat zemininde yeni bir ilişkisellik yaratabiliriz. Bu anlamda yüzleşme bir imkândır.
Bu imkânı Türk-Kürt, Türk-Ermeni ve diğer meselelerimizde kullanmak zorundayız. Hakikat zemininde yeni bir ilişkilenme. Bunu yapmadan hangi sorunumuzu çözebiliriz?
Bu konuya devam edeceğim…
@PakerMurat
Bireyselden sosyo-politiğe ‘yüzleşme’
Murat Paker / muratpaker@gmail.com
Daha önceki yazılarda, Türk-Kürt meselesinde her iki tarafında da kabul edebileceği, makul bir çözüm yolunun mutlaka bir yüzleşme mekanizmasını içermesi gerektiğini vurgulamış (bkz: 11 Eylül 2014 tarihli yazı) ve yüzleşme konusuna bir giriş yapmıştım (bkz: 21 Eylül 2014 tarihli yazı). Yüzleşme nedir, nasıl bir şeydir, ne işe yarar, katmanları nelerdir gibi soruları tartışmıştım. Devam ediyorum…
Bireysel Düzeyde Yüzleşme
Farklılıkların, çatışmaların ve travmaların tarihi insanlık tarihi kadar eski olduğuna göre, yüzleşmenin tarihçesinin de o denli eski olması gerekir. Her kültürde irili ufaklı yüzleşmeler gündelik hayatın ve insan ilişkilerinin bir parçasıdır. Ancak 20. yüzyılın başından itibaren, insanın kendisiyle (kendi iç-çatışmaları, korkuları, kaygıları, zaafları, vb.) yüzleşmesinin iyileştirici ve olgunlaştırıcı işlevlerine vurgu yapan psikanalizin ve psikanalizden kökenlenen diğer psikoterapi ekollerinin yaygınlaşmasıyla, özellikle Batı dünyasının kültürel kodlarında yüzleşme meselesinin çok daha önemli bir yer tutmaya başladığı söylenebilir.
Psikanaliz ve psikanalitik psikoterapiler, kişinin öznel hakikatini araması, bulması, yeniden-kurgulaması için uygun bir ortam sunar. Kişi bu süreçte iç dünyasının derin katmanlarıyla, bilinç-dışı zihinsel ve bedensel malzemesiyle (bastırılmış ya da kopuşturulmuş arzular, duygular, anılar, travmalar, ilişkisellikler, vb.) döne döne yüzleşir; kendini, hayat öyküsünü çok daha iyi tanır ve anlamlandırır; hafızasını yeniden düzenler; kendini kısmen dönüştürür, kendini ve ilişkilerini daha sahici ve daha olgun biçimlerde yeniden tanımlar ve kurar.
Psikanaliz ve travma çalışmalarından biliriz ki, bugünümüzü olabildiğince özgür, özerk, sahici ve olgun biçimde kurmak ve yaşamak istiyorsak, geçmişimizle, geçmişimizdeki travmalarla, yoksunluklarla, incinmişliklerle, içimizde taşıdığımız hayaletlerle yüzleşmek zorundayız. Acılı ve zor bir süreçtir, ama nihayetinde insanı büyüten / olgunlaştıran ve birçok düzeyde hayat kalitesini arttıran bir süreçtir.
Sosyo-Politik Düzeyde Yüzleşme
Bireysel düzeyde daha çok psikanalizin açtığı kanal üzerinden toplumsal tahayyüle dâhil olan yüzleşme pratiği, 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı çok ağır tahribat sonrasında hızla sosyo-politik düzeyde de kendine yer bulmaya başlamıştır. Devasa savaş suçları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar ve soykırım gibi olgular, taraflarca birçok düzeyde yüzleşilmesi gereken büyük bir düğüm bırakmıştır.
2. Dünya Savaşı’nın yenilmişleri, Almanya ve Japonya, hem net yenilmiş ve teslim olmuş oldukları, hem de suçüstü durumunda yakalandıkları için, milyonlarca sivil insanın ölümünden sorumlu tutulan devlet görevlileri Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinde yenenler tarafından yargılanıp mahkûm edilmişlerdir. Bu, cezalandırıcı (retributive) tarzda adaleti sağlama çabasıdır.
Bir de daha yakın zamanlarda geliştirilen onarıcı (reparative / restorative) adalet girişimleri söz konusudur. Bu tarz adalet kurma girişimleri, net yenen yenilenin olmadığı, bunun yerine daha yumuşak geçişlerin mümkün olabildiği, ama yine de çatışma ve kutuplaşmanın çok ciddi olduğu, çok yaygın cezalandırma girişimlerinin yeni çatışma / intikam dalgaları yaratabileceği toplumlarda (örn. Güney Afrika Cumhuriyeti) denenmiştir.
Bu tarz genellikle “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları” aracılığıyla yürütülür. Temel amaç, geçmiş suçlara dair hakikatlerin gün ışığına çıkması, faillerin ve mağdurların saptanmasıdır. Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, eğer failler her şeyi anlatıp mağdurların yüzlerine bakarak özür dilerlerse affedilebilirler. Bu tarz adalette failleri cezalandırmaktan çok hakikatin ortaya çıkmasının ve resmen kabul edilmesinin geçmiş yaraları onarmada daha etkili olduğu düşünülür. Nitekim Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun faillerin ve mağdurların dinlendiği oturumları yıllarca bütün ülkeye TV ve radyolardan canlı olarak yayınlanmış, bu sayede tarihin en kapsamlı ve kalabalık grup terapisi / yüzleşmesi gerçekleştirilmiştir.
Hangi adalet tarzı tercih edilirse edilsin –ki karma formlar da her zaman mümkündür-, bireysel düzeyde de sosyo-politik düzeyde de yüzleşme derken kastımız aynıdır: Hakikat ortaya çıkacak; failler ve mağdurlar belli olacak, inkârcılar / failler (ve devamla kendilerini faillerle yakınlık / özdeşim içerisinde görenler / konumlandıranlar) durumu derinlemesine anlayacak ve barışçı yönde dönüşecek. Ancak bu dönüşüm sonucu, faillerle mağdurlar yeni hakikat rejimi çerçevesinde, isterlerse yeni bir uzlaşı sağlayabilecekler.
Tarihsel / politik çatışmaların barışçıl çözümü yolunda yapılacak yüzleşme / uzlaşma çalışmalarında sadece bilgilenmenin değil, aynen psikanalitik kuramın ve psikotravmatoloji alanının bize öğrettiği gibi, özür, bağışlayıcılık, pişmanlık ve empati gibi kanalların da kullanıldığı kapsamlı bir duygusal çalışmanın yapılması gerekir.
Türkiye gibi tarihinde çok sayıda kapatılmış, unutturulmuş, yanlış öğretilmiş kara sayfa olan ve belli toplumsal kesimlerin sistematik olarak mağdur edildiği ülkelerde, toplumsal barış ve adalet yolunda bu kara sayfalarla yüzleşmeden yol almak mümkün değildir. Çünkü: 1) Unutturulmaya çalışılanlar, gün gelir kâbus şeklinde geri gelirler ve zorla (ve çoğunlukla trajedi biçiminde) kendilerini hatırlatırlar. 2) ‘Bir daha asla’ diyebilecek bir toplumsal olgunluğa erişebilmek için yüzleşmeden başka çare yoktur. 3) Mağdur edilmiş kesimlerin bu toplumun bir parçası olması isteniyorsa, yaşadıkları melanetlerin tanınması, özür dilenmesi, mümkün mertebe yaraların sarılması ve mağdurların onurlandırılması gerekmektedir.
Hakikatlerle yüzleşme, hafıza, duygu, anlam ve ilişkilenme düzeylerinde çok-katmanlı ve yoğun bir mücadeleyi gerektirir. Hatırlanmayanlar / unutturulanlar ya da yanlış hatırlananlar / bilinenler / öğretilenler, hakiki olgusal bilgilerle yer değiştirecek; bu devasa değişimin duygusal zorluklarına katlanılacak; sonuçta yeni bir anlam dünyası kurulacak ve yeni ilişkilenme tarzları geliştirilecektir. Bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de epey zor bir iştir. Bu zorluk genellikle kaçınma, korkma, öfkelenme gibi tepkileri beraberinde getirir. Yüzleşmenin başarıldığı durumlarda ise ciddi bir olgunlaşma söz konusudur.
Şimdiye kadar yüzleşme konusunda tartıştıklarımı Türkiye bağlamını da düşünerek özetlersem:
Formül: [ Yüzleş è Uzlaş è Barış ]
Çatışmalı bir konuda sahiden barışmak istiyorsak, belli uzlaşmalara varmamız gerekecektir. Bu uzlaşmaların kalıcı / dayanıklı olabilmesi için eşitlikçi ve adil olmaları gerekecektir. Tarafların böylesi bir uzlaşmaya rıza gösterebilmeleri için de hakikatlerin ortaya çıkmış olması ve bu hakikatler temelinde yeni bir ilişkilenmeye niyet edilmiş olması gerekecektir. İşin en kritik kısmı budur ve buna yüzleşme diyoruz.
Türkiye henüz hiçbir meselesiyle resmi düzeyde gereği gibi yüzleşememiştir. Türk-Kürt meselesine dair çözüm sürecini kırılgan ve kof yapan da, anlamlı bir yüzleşme mekanizmasının iki yıldır devreye sokulmamış olmasıdır.
“Türklerin / Türkçenin üstünlüğü kabulünün bilinçli / bilinçdışı yollarla tesis edildiği Türk çoğunluk, o hâkim konumundan nasıl vaz geçecek de kendisini Türk-olmayanlarla eşdeğer görmeye başlayabilecektir? Türk-Kürt meselesinin yakın / uzak tarihiyle, eşitsizlik meselesiyle yüzleşmeden bu hâkim konumdan vaz geçmek mümkün olabilir mi?” (Bkz: 11 Eylül 2014 tarihli yazı).
Yüzleşme faaliyetinin ögeleri ve aşamalarıyla devam edeceğim…
muratpaker@gmail.com
@PakerMurat
Yüzleş → Uzlaş → Barış
Murat Paker / muratpaker@gmail.com
Daha önceki yazılarda, Türk-Kürt meselesinde her iki tarafın da kabul edebileceği, makul bir çözüm yolunun mutlaka bir yüzleşme mekanizmasını içermesi gerektiğini vurgulamış (bkz: 11 Eylül 2014 tarihli yazı) ve yüzleşme konusuna bir giriş yapmıştım (bkz: 21 Eylül 2014 tarihli yazı). Yüzleşme nedir, nasıl bir şeydir, ne işe yarar, katmanları nelerdir gibi soruları tartışmıştım.
Yüzleşme konusunda daha da ayrıntıya girmeye niyetliyken arada Kobane protestoları patladı ve bu sefer Kobane aynasında çözüm sürecinin kofluğuna tanık olduk. Kobane olayları ile birlikte, bu meselenin toplumda nasıl algılandığına dair bir kamuoyu yoklamasına da dayanarak “kendimizi kandırmayalım, böyle barış olmaz” demiştim.
Özetle: “…12 yıldır iktidarda olan ve birkaç yıldır büyük iddialarla bir çözüm süreci yürüten AKP, Kürt meselesinin dinamikleri konusunda kendi tabanını bile iç-dış-düşmanlar ezberinin ötesine geçirememiştir. Böyle bir iktidarın çözümü eşitlikçi reformlar ekseninde derinleştirilecek kalıcı bir barış süreci olarak formüle etmesi mümkün görünmemektedir. Öyle bir derdi ve ufku olsa en azından kendi tabanını (ve tabii genel olarak toplumu) buna hazırlayacak bir vizyonla hareket etmesi gerekirdi.”
Sonra bir gayret yüzleşme meselesi üzerine bir kez daha değinip, bireysel ve sosyo-politik düzeylerde yüzleşmenin anlam çerçevesini tartışmıştım (bkz: 30 Kasım 2014 tarihli yazı). Bir sosyo-politik yüzleşme sürecinin ögeleri ve aşamaları ile devam edecektim ama malum, Türkiye’de gün geçmiyor ki yeni bir skandal patlamasın ya da trajik bir olay gerçekleşmesin, o yüzden bu konuyu ertelemek zorunda kalmıştım. Kısmet bugüneymiş.
Temel ve Basit Sorular
Önce bazı temel ve basit sorular soralım:
Barışmak istiyor muyuz? Bu barışın geçici, yüzeysel, hemen bozulabilir bir barış değil de kalıcı ve adil bir barış olmasını istiyor muyuz? Örneğin bu toplumun kendisini Türk sayan çoğunluğu Kürtlerle ve Ermenilerle barışmak istiyor mu? Yoksa eskiden beri gelen çatışmalı durumla bir problemi yok mu? “Kanımızın son damlasına kadar…” mı? Eğer öyleyse zaten konuşacak çok bir şey yok. Ama çoğunluk tabii ki en azından görüntüde barış istiyor. Barış derken de temel olarak kimse ölmesin, kaynaklar savaşa / gerginliğe akıtılmasın, canımız sıkılmasın istiyor.
İyi de nasıl olacak bu barış? Bir çatışmanın sona erebilmesinin iki yolu var. Ya taraflardan biri net bir üstünlük sağlayıp diğer tarafa koşullarını zorla kabul ettirecek ya da bir şekilde yenişemediklerini düşünüp bir uzlaşmaya varacaklar. Türkiye şimdiye kadar bütün iç gerginliklerini savaşçı denilebilecek bir yolla halletmeye çalışmayı tercih etti. Türk-Kürt meselesinde iktidardakilerin ve toplumun çoğunluğunun bu işin savaşla çözülemeyeceğine ikna olabilir (“olmuş” demek için erken hala) hale gelmesi maalesef 50 bin civarında insanımızın öldürülmesinden sonra olabildi. Türkler ve Kürtler dâhil bu toplumun büyük çoğunluğu bu meselenin savaşla çözülemeyeceğini artık en azından hissediyor, önemli bir kesim de savaşsız çözüme epeyce ikna olmuş durumda.
Peki ama savaşsız çözüm, uzlaşma olmadan mümkün olabilir mi? Madem yenişemiyoruz ve / veya yenişmeye çalışmanın anlamsız derecede büyük yıkımlar getireceğini düşünüyoruz, o zaman orta bir yol bulmaktan başka çaremiz var mı? Dikkat ederseniz, savaş olmasın diyenlerin belki de çoğunluğu iş uzlaşma bahsine geldiğinde yan çiziyor. Bu da aslında anlaşılmaz bir şey değil, zira uzlaşmak zor bir iş; özellikle de avantajlı / üstün / hâkim konumda olanlar için pek arzulanır bir şey değil.
O zaman geniş kitleler uzlaşmaya nasıl ikna edilebilecekler? İşte bu noktada yüzleşmenin kritik önemi ortaya çıkıyor. Hem bireysel hem de sosyo-politik düzeylerde, bir meseleyle ve meseledeki taraflarla ne kadar fazla yüzleşir ve meselenin kökleri ve boyutları konusunda ne kadar fazla bir kavrayış geliştirirseniz, uzlaşmaya da o kadar yatkın olursunuz.
Dolayısıyla formül çok karmaşık değil: Önce yüzleşeceğiz, sonra uzlaşacağız ve ancak bu sayede kalıcı / adil bir barışa ulaşabileceğiz.
Yüzleşme / Uzlaşmanın Ögeleri / Aşamaları
Bu sürecin ögelerini / aşamalarını on başlık altında toplayabiliriz:
1. Güven ve güvenlik
Yüzleşme / uzlaşma literatürü, genellikle çatışma-sonrası, (demokrasiye) geçiş dönemleri için kavramsallaştırıldığı için güven ve güvenlik ihtiyacını verili sayar. Kapsamlı, nitelikli ve kalıcı bir yüzleşme / uzlaşma çabası için aktif silahlı çatışma ve şiddet ortamının sona ermiş olması büyük kolaylık sağlar. Toplumların geniş çoğunluğunun kendisiyle yüzleşebilmesi için temel güvenlik ihtiyacının karşılanmış olması ve Öteki tarafa asgari bir güven duyması gerekir. Ancak aynı zamanda, toplumun küçük bir azınlığı tarafından gayri resmî düzeyde yürütülen yüzleşme faaliyetlerinin, tarafları kalıcı bir uzlaşma çerçevesi içine girmeye ve dolayısıyla ateşkes ilan etmeye ikna etmesi de mümkündür. Dolayısıyla gayri resmî düzeyde belli bir kıvama getirilen yüzleşme faaliyetlerinin taraflar arasında bir uzlaşma niyetini ortaya çıkarması, bunun ateşkes ve bir çerçeve anlaşmasıyla geliştirilmesi ve devamla çok daha kapsamlı resmi bir yüzleşme adımına doğru evrilmesi mümkündür.
Bu açıdan Türk-Kürt meselesine bakarsak, iki yıldır bu aşamada epey bir yol alınmış olduğunu ve bunun çok önemli olduğunu teslim etmemiz gerekir. Ateşkes durumu ve ölümlerin durmuş olması, kimi kırılganlıklara rağmen bu durumun büyük ölçüde sürdürülebiliyor olması, barış süreçlerinin temel aşamasıdır. Ateşkes, barış için gerek koşuldur, yeter koşul olmasa da.
2. Eşdeğerlilik ve saygı
Yüzleşme / uzlaşma sürecinin sağlıklı ve derinleşerek sürebilmesi için iki tarafın birbirini eşdeğer olarak görebilmesi ve de birbirine saygı duyması gerekir. Fail olarak, geçmişte ve / veya halen mağdur ettiklerimizle (ve dolayısıyla kendimizle) yüzleşirken, mağdurlarda nelere yol açtığımızı, onların neler yaşamış olabileceklerini anlayabilmemiz için, onları bizimle aynı düzeyde / değerde insanlar olarak görüp, empati kanallarımızı açık tutmamız gerekir. “Bana / bize yapılsaydı ne hissederdim / yapardım?”  sorusu bu aşamanın temel sorusudur. Öteki’ni bize eşdeğer görüp, saygı duymadıkça kendimizle yüzleşme ihtiyacı duymamız bile pek mümkün değildir.
Bu açıdan Türk-Kürt meselesine bakarsak, durum karışıktır ve henüz bu aşamanın yeterli bir olgunluğa gelmiş olduğu söylenemez. İki yıldır, başta şimdiki cumhurbaşkanı olmak üzere, AKP hükümeti sözcülerinin süreçteki muhataplarıyla ilgili sık sık kullandıkları üslup epeyce saygısız ve aşağılayıcıdır. Hakaret ederek barışamazsınız. Mevcut sürecin en acil meselelerinden biri bu üslup meselesidir.
Ayrıntılarına sonraki yazılarda girmek üzere diğer sekiz ögeyi şimdilik başlık düzeyinde sıralamakla yetinelim.
1. Bilgi ve Hafıza: Hakikatin ortaya çıkartılması
2. Duygu
3. Anlam
4. Özür ve bağışlanma talebi
5. Tazminat
6. Tamirat
7. Hakların yeniden tanımlanması – Yasal düzenlemeler
8. Yeniden ilişkilenme – Sosyal Adalet
Sosyo-politik çatışmalı durumlardan kalıcı / adil bir barışa ulaşmak için geçilmesi gerektiğini düşündüğüm bu ögelere / aşamalara Türk-Kürt meselesi için baktığımızda iki yıldır sadece birinci aşamada yol alındığı, ikinci aşamada epeyce patinaj yapıldığı ve bir türlü diğer aşamalara geçilemediği (ya da geçilmek istenmediği) söylenebilir.
Yakınlarda AKP Hükümeti temsilcileriyle HDP heyetinin yan yana durarak yaptıkları Dolmabahçe açıklamasından sonra “çözüm süreci”ne anlamlı bazı yüzleşme mekanizmaları eklenip eklenmeyeceğini göreceğiz. “İç güvenlik yasa tasarısı”ndaki ısrarıyla hükümet, çözüm / barış süreçlerinde olması gereken güvenilirlik arttırmayla değil, tam tersine güvensizlik yaratmayla ilgili olduğunu göstermiş durumda. Böyle bir zihniyetle barışçıl bir çözümden çok, kendi dar çıkarları için günü (ve seçimi) kurtarmak yolunda ilerlenebileceği söylenebilir.
Bunun alternatifi ama, AKP’nin muhaliflerine atfen iddia ettiği gibi tabii ki savaş çığırtkanlığı değildir. AKP’nin beceriksizliği (veya çapsızlığı veya gönülsüzlüğü veya hinliği veya hepsi) yüzünden doğru düzgün yürümeyen bu sürecin alternatifi savaş değil sahici, samimi, eşitlikçi, demokrat ve bunlar yüzünden becerikli bir barış sürecidir. Genel seçimler yaklaşırken Türkiye’deki politik mücadelenin önemli ayaklarından biri beceriksiz bir “çözüm süreci”ni temsil eden AKP ile becerikli bir “barış süreci”ni vaad eden HDP arasındaki mücadeledir.
(*) Bu yazı dâhil, yüzleşme konusunda T24’te yazdığım ve yazacağım yazıların arka planına dair daha akademik merak sahibi olanlar, 2013 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Bir Daha Asla: Geçmişle Yüzleşme ve Özür başlıklı derleme kitaptaki Yüzleşmenin Psiko-politiği başlıklı makaleme bakabilirler.
muratpaker@gmail.com
@PakerMurat
Yüzleşme süreçlerinde bilgi, duygu ve anlam
Türkiye’de köşe yazısı yazarken gündelik siyasetin hay huyuna kapılmamak neredeyse imkânsız gibi. Öte yandan bu gündelik siyaset kendi başına o kadar tüketici ki, sadece onunla ilgilenmek de bir karartma işlevi görebiliyor. Örneğin bugünlerde “çözüm süreci”nde nasıl davranılması gerektiğine dair Erdoğan ile Hükümet arasında çıkan gerilim tam da böyle bir örnek. Toz dumandan birkaç adım geri çekilip sahici bir çözüm / barış sürecinin nasıl olması gerektiğini daha çok tartışırsak gündelik siyaset de daha kolayca anlamlandırılabilir aslında.
O yüzden, bir önceki yazıda tartışmaya başladığım yüzleşme / uzlaşma süreçlerinin ögeleri / aşamalarından devam etmek istiyorum.
İlk aşamada tarafların kendilerini güvende hissetmelerinin ve öteki tarafa asgari güvenmeye başlamalarının; ikinci aşamada ise tarafların birbirlerini eşdeğerli olarak görmeye başlamaları ve öteki tarafa asgari saygılı bir tutum takınabiliyor olmalarının önemine değinmiştim. Bu iki öge yüzleşme / uzlaşma sürecinin sağlam bir zeminde ilerleyebilmesi için uygun bir hazırlık sağlarlar. Bu zemin üzerine bilgi, duygu ve anlam ögelerinin eklenmesi gerekir.
Bir önceki yazıda da yaptığım gibi, bu yüzleşme / uzlaşma sürecinin ögelerini ele alırken güncel bir mesele olan Türk-Kürt meselesini de bir tür vaka örneği olarak değerlendiriyorum. İlk yazıda, birinci öge olan güven / güvenlik bahsinde mevcut çözüm sürecinin epeyce yol aldığını, ama ikinci öge olan eşdeğerlilik / saygı bahsinde sürekli patinaj çektiğini ve gereken olgunluğa ulaşamadığını belirtmiştim. Şimdi, bilgi, duygu ve anlam ögelerini incelerken çözüm sürecinin durumuna da bakmaya devam edelim.
Bilgi ve Hafıza: Hakikatin ortaya çıkartılması
Yüzleşme faaliyeti, öncelikle bir hafıza çalışmasıdır. Toplumun yakın ve / veya uzak tarihindeki tartışmalı kara sayfalara dair olgusal hakikatlerin bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkartılması gerekmektedir. Ne, ne zaman, nasıl, neden olmuştur? Failler ve mağdurlar kimlerdir?
Gayri resmî kanallar
Sivil toplumun kara sayfalarla ilgili yapabileceği tüm araştırma, yayın, kampanya vb. faaliyetler, hem toplumun bilgilenmesine hem de daha kapsamlı bir yüzleşme için resmi kanalların zorlanmasına yarar. Gayri resmi kanallar üzerinden yürüyen yüzleşme faaliyetlerinin toplumun çoğulluğunu yansıtma ve resmi kanalların hegemonize etme potansiyeline set çekme gibi çok önemli işlevleri vardır. Dolayısıyla yüzleşme faaliyeti sadece çatışan tarafların resmi kanallarına bırakılamayacak kadar ciddi ve karmaşık bir iştir.
Türkiye’nin yakın / uzak geçmişiyle yüzleşmesi meselesinde son 10-20 yılda gayrı resmi kanallar düzeyinde eskisiyle kıyaslanmayacak derecede önemli adımlar atılmıştır. Birçok sivil girişim, dernek, akademisyen, yazar, medya kuruluşu sayesinde Türkiye’nin birçok kara sayfasına dair çok daha fazla bilgi ortaya konabilmiş, toplum adeta bir hafıza silkinişine çağrılmaktadır.
Hem Türk-Kürt, hem de Türk-Ermeni meselelerinde gayrı resmi yüzleşme kanalları bir süredir epeyce aktif bir şekilde çalışmaktadır; ancak bu çalışmaların geniş toplum kesimlerine ulaştırılması ve benimsetilmesi açısından oldukça yetersiz bir noktada olduğumuz da ortadadır.
Resmi kanallar
Yüzleşme faaliyetinin hem daha kapsamlı olması hem de kalıcı, elle tutulur sonuçlar üretebilmesi için bilgilenme / hafıza çalışması aşamasından itibaren mutlaka resmi kanalların da devreye sokulması gerekir. Bu noktada kabaca üç seçenek söz konudur:
Mahkemeler kanalıyla cezalandırıcı adalet
Hakikat Komisyonları tarzı yapılar üzerinden onarıcı adalet
Ülkenin / toplumun / çatışmanın özelliklerine göre karma bir model
Bu yolların hangisi seçilirse seçilsin, kara sayfalara dair hakikat ortaya çıkartılıp resmi kayıtlara geçirilecektir.
Türkiye’de henüz herhangi bir konuda resmi kanallar üzerinden bir yüzleşme faaliyeti gerçekleştirilememiştir. Örneğin Ergenekon ve Balyoz davaları bir dönem için çok önemli bir yüzleşme fırsatı yaratabilecekken, çeşitli dar siyasi manipülasyonlar ve hukuksuzluklar nedeniyle bu fırsat hoyratça kaçırılmıştır.
Örneğin, şu anda sürdürülmekte olan “çözüm süreci” kapsamında resmi kanallar üzerinden yüzleşmenin çok kritik bir sayfası olabilecek 1980-84 dönemi Diyarbakır 5 nolu Askeri Cezaevi’nde devletin 5000+ insanı Kürtlüğü ve Kürtçeyi ezmek için nasıl bir işkence rejiminden geçirdiği gibi devasa bir konu, bir süre devam eden savcılık soruşturması sonucunda bir türlü dava açılması aşamasına getirtilmemiştir. Açık ki AKP Hükümeti böylesi bir yüzleşmeyi kendi faydasına görmemiş ve mahkeme topuna girmeyi uygun bulmamıştır.
Türkiye kendisiyle ve bugünü / geçmişiyle yüzleşecekse çok yoğun bir bilgi / hafıza çalışması yapması gerekecektir. Resmi kanallar düzeyinde Türkiye’nin karma bir model benimsemesi daha makul görünmektedir. Örneğin, Türk-Kürt meselesinde yıllardır Kürt tarafının ve bu konuyla ilgilenen aydın ve akademisyenlerin önerdiği gibi mutlaka bir hakikat ve adalet komisyonuna ihtiyaç vardır. Bu talep, son Newroz mesajında Öcalan tarafından da tekrarlanmıştır. Bu tür bir komisyon, çözüm sürecinin en başında iki yıl önce oluşturulmuş olsaydı, şimdi barış açısından çok farklı bir yerde olabilirdik. [Nasıl olabilir böyle bir komisyon başka bir yazıda ele alalım].
Bilgilerin toplumsallaştırılması: Yeni bir kolektif hafıza
Eğer etkin resmi yüzleşme kanallarımız olsaydı ve kara sayfalarımıza dair bilgilerimizi gözden geçirebilecek derecede hakikatler ortaya dökülmüş olsaydı bile bu durum yeterli olmayacaktı.
Zira hakikatin ortaya çıkartılmış olması yetmez, tarafların en yüksek yetkili organlarınca (örn. parlamento) bu hakikatin resmen tanınması ve buna dair bilgilerin en yaygın biçimde toplumsallaştırılması gerekmektedir. Bu sayede toplum, bu kara sayfalara dair sahici bilgiye erişebilecek ve sağlıklı bir hafıza temizliği yapabilecek, bilgi eksikliği ya da kirliliğine son verebilecektir. Bu bahiste ders kitaplarının bu gözle elden geçirilmesi de vardır kuşkusuz.
Duygu
Bilgilenmek gerekli ama yeterli değil. Kara sayfalar konusunda yeterince bilgilenmiş her insanın, mağduriyetler konusunda bir duygudaşlık içine gireceğini varsaymamamız gerekiyor. Kara sayfalar konusunda bilgilenme arttıkça ve inkâr imkânsızlaştıkça bir kesimin ‘hak etmişlerdi’ konumuna geçmesi gayet mümkün. Öteki’ni anlamak ve duygudaşlık kurabilmek konusunda bilginin ötesine geçebilmek gerekli. Bu çerçevede doğrudan insani temas, değişik toplumsal kesimlerden insanların ortak faaliyetlerde / projelerde çalışması ve sanatsal yaratımlar en önemli halkalar.
Yüzleşmenin duygusal boyutunun devrede olabilmesi için en büyük görev sanatçılara, özellikle de geniş kitlelere ulaşabilen sanatçılara düşüyor (ilk planda akla kitleselleşebilme potansiyelleri nedeniyle sinema ve müzik geliyor). Ciltlerle kitabın ya da mahkeme (ya da hakikat komisyonu) tutanağının yapamadığı etkiyi iyi çekilmiş bir dramatik ya da belgesel filmin yapması çok mümkün.
Örneğin Türkiye sineması son yıllarda Türk-Kürt meselesi üzerine dikkat çekici filmler üretmeye başlamış durumda. Bu tür ürünlerin hem çok daha artması, hem de izleyicilerle çok daha kolay buluşmalarını sağlayacak yöntemlerin geliştirilmesi lazım.
Anlam
Neler olduğuna dair bilgilenmek ve mağdurlarla bir duygudaşlık geliştirmek gerekli ama yeterli değil. Bütün bu bilgilerden ve duygulardan bir anlam çıkarabilmek lazım. Bu devlet nasıl bir devlettir? Bu devletin gözünde yurttaş olmak ne demektir? Değişik kara sayfalar arasındaki bağlantılar / ortaklıklar nelerdir? Örneğin Türkiye için konuşacaksak, Türklük dayatması nereden kaynaklanmıştır ve nelere mal olmuştur? Neden Türkler üstün olmak zorunda? Türklük bu toplumun bütününü kucaklayabilecek bir sıfat olamıyorsa, ne olabilir? Yüzleşme sürecinden süzülen bilgiler ve duygular eşliğinde bütün bu sorulara bütünlüklü cevaplar verebilmek gerekiyor. Bu da doğrudan politik mücadele konusu. O yüzden, yüzleşme faaliyeti, politik bir vakumda gerçekleşmiyor; yüzleşmeden çıkarılacak anlamlar politik mücadele iklimi tarafından şekillendiriliyor.
Anlam ögesine, Türk-Kürt meselesi çerçevesinde baktığımızda, bilgi ve duygu gibi önceki aşamalarda ciddi bir mesafe kat edilmediği için toplumun büyük çoğunluğu açısından bir anlam boşluğu olduğunu söyleyebiliriz.
“Bu çatışma sürecinde 40 bini aşkın insan neden ölmüştür?” sorusuna bu toplumun büyük çoğunluğu hakikat ve eşitlik temelinde ortaklaşmış bir cevap veremezse, bizim bu meselede sahici ve kalıcı bir barış durumuna ulaşmamız mümkün değildir. Mevcut durumda ise Türklerin çoğunluğunun bu soruya cevabı hakikat ve eşitlik temelinde değil, hala eski yalanlar ve eşitsizlik varsayımı (“Türkler asli ve üstün olması gereken unsurdur”) üzerinden verilmektedir. Yüzleşme bu yüzden şarttır.
Ara Sonuç
Böyle bir çerçeveden bakıldığında “çözüm süreci” denilen mevcut süreçte işin henüz çok başında olduğumuz görülebilir. Aylardır belli olduğu ve de son günlerdeki gelişmelerden artık inkâr edilemez biçimde ortaya çıktığı gibi, “çözüm”den iki tarafın anladığı çok farklıdır. Tek ortak zeminleri “şimdilik çatışmamak” şeklinde özetlenebilecek dar bir alandır. Görünen o ki Öcalan ve HDP bu dar alanı demokrasi çerçevesini geliştirerek ve de “izleme komitesi” ve “hakikat komisyonu” gibi unsurları devreye sokarak genişletmeye çalışmaktadır. Böylesi bir demokratik salvonun AKP’nin kimyasını ne kadar bozduğu ortadadır.
Son not: Bu yazıyla birlikte yüzleşme / uzlaşma süreçlerinin on ögesinden ilk beşine (güven, eşdeğerlilik, bilgi, duygu, anlam) değinmiş oldum. Bir sonraki yazıda altıncı öge “özür ve bağışlanma talebi” ile devam edeceğim.
muratpaker@gmail.com
@PakerMurat
Yüzleşme süreçlerinde özür, tazminat, tamirat
Murat Paker / muratpaker@gmail.com
Bir süredir tartıştığım geçmişle-kendimizle-yüzleşme ve çatışan-iki-tarafın-uzlaşması süreçlerindeki ögeleri / aşamaları bu yazıyla tamamlıyorum.
Daha önce tartıştığım ilk beş ögeyi / aşamayı hatırlarsak:
Güven / güvenlik: Taraflar birbirlerine asgari güven duyacaklar ve kendilerini güvende hissedecekler.
Eşdeğerlilik ve saygı: Taraflar birbirlerini eşdeğer olarak görecek ve asgari saygı gösterecek.
Bilgi: Toplumun yakın ve / veya uzak tarihindeki tartışmalı kara sayfalara dair olgusal hakikatler bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkartılacaktır. Ne, ne zaman, nasıl, neden olmuştur? Failler ve mağdurlar kimlerdir? Cezalandırıcı ve / veya onarıcı adalet mekanizmaları devreye girecektir. Ortaya çıkan bilgiler tüm toplumla paylaşılacaktır.
Duygu: Ortaya çıkan hakikatlerin / mağduriyetlerin kuru bilginin ötesinde hissedilebilmesi için sanatsal yaratımlar ve insani temas sağlayabilecek ortak projeler yapılacaktır.
Anlam: Bütün bu bilgiler ve duygular nasıl anlamlandırılacaktır? Olan bitenlerin neden olduğuna dair bütünlüklü cevaplar üretilecektir.
Şimdi diğer beş ögeye / aşamaya bakalım:
Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt, 7 Aralık 1970 te Varşova Gettosu Anıtı’nın önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı nedeniyle özür dilemişti.
Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt, 7 Aralık 1970 te Varşova Gettosu Anıtı’nın önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı nedeniyle özür dilemişti.
Özür ve Bağışlanma Talebi
Önceki aşamalardan geçildikten ve bu süreçte toplum hazırlandıktan sonra sıra, en yetkili resmi merciinin ağzından işlenen suçlar için mağdurlar ve yakınlarından açıkça, samimi bir özür dilenmesi ve bağışlanma talep edilmesidir. Yapılan zulümlerin ötesinde mağduriyeti kat be kat arttıran şey, bu mağduriyetlerin tanınmamasıdır. Mağduriyetleri tanınıp, mağdurlar onurlandırılmadıkça, mağdurlar açısından travma döngüsü kapanmaz, travmatik geçmiş bugünde yeniden yaşantılanmaya devam eder.
Samimi ve resmi bir özür, geçmişle bugünü ayırmaya yardım eder. Özür sayesinde travmatik geçmiş, gerçekten geçmiş, tamamlanmış sayılabilir. Ancak ondan sonra yeni ve ortak bir gelecek için bir yol arkadaşlığı mümkün olabilir. Failin özrü, mağdurun incinmişliğini bağışlayıcılığa çevirme potansiyeline sahiptir.
Ancak özür, Türkiye’de gerek sağda gerek solda sıkça anlaşıldığı haliyle öyle basit ve kolay bir şey değildir. Ciddi bir hazırlık gerektirir; kapsamlı, sahici ve samimi bir mesaj içermesi gerekir; gözle görünür, elle tutulur sonuçlar üretmesi gerekir. Dolayısıyla özür, Türkiye’de sanıldığı gibi geçiştirici bir laf değil, politik ağırlığı olan geniş bir paketin içindeki kritik bir parçadır.
Daha önce bahsettiğim beş yüzleşme aşamasında epey bir mesai harcanıp toplum belli bir kıvamda hazırlandıktan sonra, örneğin Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Sünni-Alevi meselelerinde, bir gün başbakan veya cumhurbaşkanı çıkıp, tüm yurttaşlara ve dünyaya seslenerek şöyle bir mesaj verebilmelidir:
“Bildiğiniz gibi bir süredir Kürt (veya Ermeni veya Alevi veya mağduriyet yaşamış diğer kimlikler) yurttaşlarımızın bu kimliklerinden ötürü tarihimizde ne tür mağduriyetler yaşadıklarını şu ve şu kanallar (örn. hakikat komisyonları) vasıtasıyla araştırmaktaydık. Bütün bu araştırmalardan, yüzleşmelerden elde ettiğimiz sonuçlara göre, bugün artık reddedilemez bir hakikat olarak ortaya çıkmıştır ki devletimiz Kürt yurttaşlarına, şu ve şu nedenlerle, şu ve şu tarihlerde, şu ve şu yöntemlerle, hiçbir şekilde kabul edilemeyecek olan şu ve şu suçları işlemiştir. Bu suçlar şu ve şu tarz bir devlet zihniyeti tarafından meşrulaştırılmış; şu ve şu gibi failler eliyle işlenmiştir. Şu ve şu kadar Kürt yurttaşımız bu işlenen suçlar neticesinde şu ve şu şekillerde mağdur olmuşlardır. Bütün bu işlenmiş suçlar nedeniyle, oldukça gecikmiş de olsa, devlet ve hükümet adına, başta mağdurlar ve yakınları olmak üzere, tüm Kürt yurttaşlarımızdan ve de şimdiye kadar hakikati bilme hakkı gasp edilmiş olan bütün yurttaşlarımızdan ÖZÜR diliyorum.  Hükümetimiz, şimdiye kadar bu suçlarla ve mağduriyetlerle yüzleşilmesi, mağdurların onurlandırılması, yaraların kısmen de olsa sarılabilmesi ve bir daha böylesi suçların işlenememesi için şu ve şu adımları atmış; bundan sonra da şu ve şu adımları atacaktır. Bu suçların yarattığı yaraları sarmak ve bütün bunlardan öğrenerek demokratik bir toplum olma yolunda daha da ilerlemek için sürekli ve sistematik bir çaba içerisinde olmalıyız. Bir daha asla!”
Ancak böylesi bir özür anlamlıdır ve Türkiye’nin bütün ciddi meselelerinde bu tarz bir özürden ne denli uzak olduğu ortadadır.
Tazminat
Yüzleşme sürecinde, mağdurların maddi ve manevi kayıpları imkânlar elverdiğince karşılanmalıdır. Tazminat, verilen zararın sorumluluğunun üstlenildiğini ve mağdurun travma öncesi eski haline dönmesinin önemsendiğini gösterir. Bu sayede mağdurlar ve onların ait oldukları toplumsal kesim, tekrar içerildiklerini hissedebilirler.
Tamirat
Kitlesel politik şiddet ve baskı tarzı travmatik durumlar, mağdurlarda ciddi hasarlara neden olabilirler. Bu hasarların giderilmesi de yüzleşme faaliyetinin bir parçası olmalıdır.
Tıbbi ve psikolojik hasarlara yönelik rehabilitasyon faaliyetleri mağdurlara ücretsiz olarak sunulmalı; bu konularda uzman sivil toplum kuruluşlarıyla ortak projeler geliştirilmelidir.
Kolektif düzeyde tamiratın en önemli araçları sembollerdir. Örneğin, eskiden kahraman sayılan, ama yüzleşme sürecinde aslında katil olduğu anlaşılan birilerinin isimlerinin çeşitli caddelere ya da binalara verilmesine son verilmelidir. Onların yerine mağdurların, mağdurlara yardım edenlerin ve şiddete direnenlerin isimleri ön plana çıkarılmalıdır. Travmatik olayları hatırlatan, mağdurları onurlandıran, gelecek kuşakları uyaran anıt ve müzeler de sembolik ve kolektif tamirat araçları olarak anılmalıdır.
Örneğin, Diyarbakır 5 nolu Askeri Cezaevi, Türk-Kürt meselesiyle yüzleşme mekânı olarak işlev görecek bir ibret müzesine mutlaka dönüştürülmelidir.
Hakların yeniden tanımlanması – Yasal düzenlemeler
Yüzleşme / uzlaşma süreçlerinin olmazsa olmaz ögelerinden biri de kuşkusuz tüm baskıcı / ayrımcı yasaların ve mevzuatın, eşitlikçi ve barışçıl uzlaşı temelinde elden geçirilmesidir. Uzlaşı için anayasal değişiklik gerekiyorsa yine bu kapsamda değerlendirilmelidir. Eskinin baskı, ayrımcılık ve çatışma üreten yasal çerçevesi, yüzleşme / uzlaşma sürecinin getirileri ile harmanlanarak, eşitlik, adalet ve barış gibi değerler temelinde yeniden tanımlanmalıdır.
Yine bu çerçevede, tüm ders kitaplarının aynı şekilde elden geçirilmesi ve nefret söylemini / ayrımcılığı cezalandıran yasal düzenlemeler yapılması gereklidir.
En az bu düzenlemeler kadar önemli başka bir konu da toplumun ayrımcılık konusunda aktif ve sürekli bir biçimde eğitilmesidir. Tarihsel eşitsizliklere / adaletsizliklere dayalı kronik çatışmalardan / anlaşmazlıklardan çıkış, maalesef iki tarafın yapabileceği bir anlaşma ile sonuçlanmamakta, eski alışkanlıklardan kurtulabilmek için sosyal ilişkilere nüfuz edebilen ayrımcılık-karşıtı çok yönlü bir kampanyanın uzun bir süre aktif olması gerekmektedir. Bu tarz bir sosyal ilişkilenme dönüşümü yaşanmadığı takdirde mevcut alışılageldik eşitsizlik ve ayrımcılıkların sosyal düzeyde sürmesi kaçınılmaz olacaktır.
Yeniden ilişkilenme – Sosyal Adalet
Yüzleşmenin nihai amacı, kendimizle ve Öteki saydıklarımızla daha olgun, etik ve sahici bir tarzda yeniden ilişkilenebilmek ve eşdeğerliliğe dayalı ortak insani zeminler geliştirebilmektir.
Barış, genel olarak iki düzeyde tanımlanır (Galtung). Açık şiddetin yokluğu negatif barıştır. Açık şiddetin giderilmesi çok önemli ve gereklidir, ancak barışa ulaşmak için yeterli değildir. Çünkü açık şiddete gebe olan zeminde yapısal eşitsizlikler, sembolik şiddet ve ayrımcılık üzerinden yürüyen toplumsal adaletsizlik sürüyorsa barışa ulaşamamışız demektir. Toplumsal adaletin varlığı ise pozitif barıştır. Meselenin toplumsal adalet ve hakikat boyutlarını çok ciddiye almak zorundayız.
Türkiye, son 30 yılın en sıcak gündemi olan Türk-Kürt meselesinde de, birkaç hafta sonra 1915 Ermeni Soykırımı vesilesiyle yüzüncü yıldönümünü anacağımız Türk-Ermeni meselesinde de, bir türlü kaşınmaya ve kanatılmaya doyulamayan Sünni-Alevi meselesinde de, en fazla açık şiddetin yokluğu anlamında negatif barışa – o da kısmen – ulaşabilmiş gözükmektedir. Negatif barış, toplumsal adalet ve hakikat boyutlarını içermediği, bu nedenle sahici bir toplumsal dönüşüme tekabül etmediği için çok kırılgandır; huzursuzluk üretmeye devam eder; her an bozulabilir.
Türkiye’nin eski ve yeni muktedirlerinin ise hakikat arayışı ile araları hep arızalı olmuştur. Hakikatlerle yüzleşmeyen ve sosyal adalet peşinde olmayan bir barış ise ham hayalden öte bir şey değildir.
Son not:
“Yüzleşme” meselesi üzerine T24’te çıkan yazıları sırayla okumak isteyebilecekler için rehber:
21 Eylül 2014: ‘Yüzleşme’ bahsine giriş
30 Kasım 2014: Bireyselden sosyo-politiğe ‘yüzleşme’
15 Mart 2015: Yüzleş → Uzlaş → Barış
25 Mart 2015: Yüzleşme süreçlerinde bilgi, duygu ve anlam
Son parça: Yukarıdaki yazı (Yüzleşme süreçlerinde özür, tazminat, tamirat…)
muratpaker@gmail.com
@PakerMurat

Yorumlar kapatıldı.