İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Ermeni Meselesi’ni tarihselleştirememe”

Değerli ve seçkin akademisyen ve entelektüel M. Şükrü Hanioğlu’nun aylık Derin Tarih dergisinin Nisan 2015 sayısında (sayı 37) “Ermeni Meselesi’ni Neden Tarihselleştiremiyoruz?” başlıklı bir yazısı çıktı… “Tarihçiliğe duyulan büyük bir saygı ve inancın yansıması olarak görülebilecek ‘Tarihçilere bırakalım’ tezinin düşünsel arka planını  ‘tarihselleştirmeyi teşvik’ değil, sorumluluğun “yargı” üretebileceği varsayılan bir profeyoneller grubuna devredilmesi yaklaşımı oluşturmaktadır.” Bunun eleştirisini de şöyle yapıyor: “Önemli olan, bir yandan ‘siyaset’in çözmesi gereken bir sorun ‘tarihçilere’ havale edilirken diğer yandan da ‘tarihçilerimiz’ den ‘tarihselleştirme’ değil, ‘karşıt görüşleri ileri süren tarihçiliğin tezlerini çürütme’nin talep edilmiş olmasıdır. Bunun doğal neticesi olarak tarihçiliğimiz bu konuya ‘tarihselleştirme’ yerine genel olarak savunmacı, milliyetçi ve ‘devletin menfaati’ temelli bir ‘çürütmecilik’ temelinde yaklaşmıştır.” Daha ileride “sorun”u şöyle açıklıyor yazar: “Sorun ‘tarihçilik’e bir ‘görev’ yüklenmesi, ‘ona bırakıldığı söylenen’ bir ‘yargı’nın nasıl olması gerektiği yolunda ise ayrıntılı telkinlerde bulunarak ‘tarihselleştirme’nin sözde teşvik edilmesi, gerçekte ise engellenmesidir. ‘Tarih’ değil ‘tarihlerin’ varlığının kabul edildiği, tarihin bir ‘gerçeklik arkeolojisi’ değil inşa faaliyeti olduğunun revaç bulduğu açık bir toplumda yapılan tarihselleştirmenin Türkiye’de yapılamamasının en önemli nedeni budur. Bu, gerçekte ele aldığımız meselenin değil tüm tarihimizin, bilhassa da yakın tarihimizin değerlendirmesinde karşılaşılan temel bir sorundur.”.

***

Değerli ve seçkin akademisyen ve entelektüel M. Şükrü Hanioğlu’nun aylık Derin Tarih dergisinin Nisan 2015 sayısında (sayı 37) “Ermeni Meselesi’ni Neden Tarihselleştiremiyoruz?” başlıklı bir yazısı çıktı.
Yazısının başlarında bir yerde şöyle diyor: “Ne yazık ki, uzun süredir toplumun gündeminde önemli bir yer tutan bu konuda değişik tezler tartışılmış, ancak tarihselleştirme alanındaki girişimler fazlasıyla sınırlı kalmıştır. Konu üzerinde günümüze kadar kaleme alınmış çalışmaları gelecekte metodoloji açısından değerlendirecek olanların bunları ‘tarihselleştirememe’ alanındaki çarpıcı örnekler olarak yorumlayacakları şüphesizdir.”
“Tarihselleştirme”yi zorlaştıran aslî nedenin, zannedildiğinin aksine, arşivlerin açıklık derecesi olmadığını belirtiyor yazar. Bunu izah ederken, “tarihî kaynakların, bilhassa da belgelerin ‘tarihselleştirme’ faaliyetinin temel malzemesini oluşturduğunu, ancak elimizdeki örneğin tarihselleştirilmesindeki temel engelin konu üzerine ‘yeteri derecede belge bulunmaması olmadığını; açılacak yeni arşivlerin tarihselleştirmeyi kolaylaştıracağının doğru olduğunu, buna karşılık elde bulunan malzemenin tarihselleştirmeyi mümkün kılacak düzeyde bulunduğunu” ifade ediyor.
Tarhselleştirmeyi zorlaştıran nedenler  üzerinde durarak onları açıklıyor.
Bu bölümde bir tez ve onun düşünsel arka planından şöyle söz ediyor :
“Tarihçiliğe duyulan büyük bir saygı ve inancın yansıması olarak görülebilecek ‘Tarihçilere bırakalım’ tezinin düşünsel arka planını  ‘tarihselleştirmeyi teşvik’ değil, sorumluluğun “yargı” üretebileceği varsayılan bir profeyoneller grubuna devredilmesi yaklaşımı oluşturmaktadır.”
Bunun eleştirisini de şöyle yapıyor:
“Önemli olan, bir yandan ‘siyaset’in çözmesi gereken bir sorun ‘tarihçilere’ havale edilirken diğer yandan da ‘tarihçilerimiz’ den ‘tarihselleştirme’ değil, ‘karşıt görüşleri ileri süren tarihçiliğin tezlerini çürütme’nin talep edilmiş olmasıdır. Bunun doğal neticesi olarak tarihçiliğimiz bu konuya ‘tarihselleştirme’ yerine genel olarak savunmacı, milliyetçi ve ‘devletin menfaati’ temelli bir ‘çürütmecilik’ temelinde yaklaşmıştır.”
Daha ileride “sorun”u şöyle açıklıyor yazar:
“Sorun ‘tarihçilik’e bir ‘görev’ yüklenmesi, ‘ona bırakıldığı söylenen’ bir ‘yargı’nın nasıl olması gerektiği yolunda ise ayrıntılı telkinlerde bulunarak ‘tarihselleştirme’nin sözde teşvik edilmesi, gerçekte ise engellenmesidir.
‘Tarih’ değil ‘tarihlerin’ varlığının kabul edildiği, tarihin bir ‘gerçeklik arkeolojisi’ değil inşa faaliyeti olduğunun revaç bulduğu açık bir toplumda yapılan tarihselleştirmenin Türkiye’de yapılamamasının en önemli nedeni budur. Bu, gerçekte ele aldığımız meselenin değil tüm tarihimizin, bilhassa da yakın tarihimizin değerlendirmesinde karşılaşılan temel bir sorundur.”
“Konunun tarihselleştirilmesi alanında karşılaşılan bir diğer aslî sorun’un, konuya iki zıt tezden birinin ispatı ya da çürütülmesi amacıyla yaklaşılması olduğuna” vurgu yapıyor yazar. A priori yargılar ile başlayan değerlendirmeler aracılığıyla ‘tarihselleştirme’ yapılamayacağının ortada olduğunu” söylüyor. Zira, “bu çerçevede ‘tarihselleştirme’nin bir ‘adını koyma’ faaliyeti olarak algılanmakta ve ‘kavramsallaştırma’ya indirgenmekte” olacağının, “bu fazlasıyla mekanik  yaklaşım  nedeniyle konu üzerine gerçekleştirilen ‘çalışma’ların tarihselleştirme yerine özgün hukukî boyutları da bulunan bir kavramın elimizdeki gelişme için kullanılmasının ne derece anlamlı olduğu üzerine yoğunlaşmış bulunduğuna” değiniyor.
Tarihçilik açısından sorunun ise bir “adını koyma” ve “kavramsallaştırma” faaliyetinin ötesinde olduğunu vurguluyor yazar. Şunun da vurgulanması gerektiğini söylüyor: “Bu tür bir ‘yargı beklentisi’nin siyaset ya da uluslararası mahkemelerin alanına giren bir konuda ‘tarihçi’den çözüm beklenmesinden kaynaklanması.”
Şu dediklerini de aktarayım:
“Dolayısıyla ‘tarihselleştirme’nin yapılabilmesi için konuya a priori yargılarla ve basit bir ‘ad koyma’ faaliyeti olarak yaklaşmayan çalışmalara ihtiyaç vardır. Tarihî bir olayı ele alışı “Soykırım mı?’ ‘Soykırım değil mi?’ yargılarının verilmesine indirgemenin (tarihselleştirme yapılırken doğal olarak böylesi kavramsallaştırmalar ortaya konulabilir; sorun kavramsallaştırma değil, ‘indirgemecilik’tir), tarihselleştirmeyi zorlaştırmakla kalmayıp konuyu fazlasıyla ‘hukukîleştirdiği’ de unutulmamalıdır.”
Yazının buraya kadarki bölümüne dair yoğun değinmeler ve alıntılamalarla yazarın özgün bir biçimde üzerinde durduğu ve temel ihtiyaç saydığı “tarihselleştirme”ye odaklandım. Yazının bundan sonrasında da yine ‘eksen’, “tarihselleşme” ve onun önündeki engeller. Bu engellerin, olabildiğince  kısa olarak, neler olduklarına değineceğim.
“Konunun özgünlüğüne aşırı vurgu yaparak bağlamından koparılması.”  (“Ancak bundan sakınılırken gerek Osmanlı çöküş dönemi, gerekse de 1. Dünya Savaşı genel bağlamı farklı karşılaştırmalar üzerinden olanları ‘olağanlaştırma’ için kullanılmamalıdır.”)
“1980’lerden sonra yaygınlaşan ve ‘soykırım inkârcılığının önlenmesini’ hedefleyen yasalar.” (“1980’lerin sonunda yaratılan ‘négationnisme’ kavramıyla ‘soykırım inkârcılığı’nın ‘revizyonist tarih’ yazımından ayrı bir faaliyet olarak kavramsallaştırılması ve yasalarla engellenmesi.)
” ‘Hafıza’nın bu alanda oynayacağı rolün anlamlı biçimde belirlenememesi.” (“Hafızayı hiç dikkate almayan bir yaklaşımın da, tarihin hafızaya indirgenmesi yaklaşımının da uç yaklaşımlar olması ve konunun genellikle bu iki uç yaklaşım çerçevesinde ele alınması.)
Bu yazı neden önemli? Bir kere bu konuda  temel eksikliğe yani “tarihselleştirememe”ye ayrıntılı bir biçimde örnekler ve açıklamalarla işaret ettiği için özgün bir yazı. Meselenin genelde iki aşırı uç yaklaşım çerçevesinde ele alındığına vurgu yapması yönünden de yazarın duruşunun önemini yansıtıyor. Bu dediklerimin anlaşılması için yazının üç yerinden birer alıntı yapacağım.
“Fransa’da hepsi de 1915 Tehciri’nin ‘soykırım olarak tanımlanmasının uygun olduğu görüşünde olan 19 önde gelen tarihçinin 13 Aralık 2005’te yayınladıkları bir bildiriyle dile getirdikleri gibi sorun tarihselleştirmenin ‘hüküm vermekle’ ikame edilmeye çalışılmasıdır.”
“İlginç olan, gerek ‘inkârcılık’ karşıtı, gerekse de ‘Türklüğü koruma’ amaçlı yasaların temelde tarihçiliğe ‘ad koyma’ faaliyeti olarak yaklaşmaları ve tarihçiden ‘tarihselleştirme’ değil, ‘yargı’ beklemeleridir.”
“Söz konusu tarihselleştirme ‘yargı’nın değil, ‘tarih’in gerçek anlamda tarihçilere bırakıldığı, farklı ‘tarih’ anlatılarının varolabildiği, tarihin nasıl inşa edilebileceğine yasal ve ahlakî sınırların getirilmediği bir toplumda yapılabilecektir. Bu açıdan bakıldığında önümüzde katedilmesi gereken uzun bir yol olduğunu belirtmek gerekir.”

Yorumlar kapatıldı.