İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kanaviçe

Tuncer Köseoğlu / Serbestiyet.com
Çocukluğu Merzifon’da geçen bir arkadaşımın orta yaşı geçince Ermeni olduğunu öğrenip kabullenmekte güçlük çekmesi gibi. Anneannesi Dudu Emine’nin gelin gittiği evde Ermenice konuşurdu büyükler. Ermenice denilmezdi buna “dilleşmek” denirdi. Dilleşen insanlardan biriydi Dudu Emine. Yetim büyümüştü, üvey anne elinde. Ölene kadar ekmeğini az bölüşene kızdı hep, “Çoğunu verin ekmeğinizin, azı size kalsın” derdi torunlarına. Belli ki az ekmekle büyümüştü bir şekilde. Evleri cumbalıydı.  Cumbalı o evlerin bir avlusu olur. O avluya hayat denir. Sokağı görmeyecek şekilde yüksek duvarlıdır. Anadolu’da avlu denilen mekânın adı Ermeni evlerinde “hayat” olmuştur. Hayat… Hayatların o küçücük avluya sıkışmasından olsa gerek.

***
Ana, gümüş olmak istiyorum… Oğul, çok üşürsün sonra/ Ana, su olmak istiyorum… Oğul, çok üşürsün sonra/Ana, yastığına işle beni… Oğul, olur hemen şimdi.
Federico García Lorca
“Ben niye yanlarında değilim” diye sordu annesini, babasını ve küçük kardeşini öldüren adama. Adam utanç içinde baktı bu soruyu soran genç kıza ve devam etti, “Seni öldüremezdim. Esmer tenin yoktu, kardeşin gibi sünnetli bir pipin de. Kasabanın rahibine bırakmayı daha uygun gördüm…” Bu konuşma, bu yıl En İyi Yabancı Film Oscarı dahil sinema festivallerinde birçok ödül alan “İda”dan bir sahne…
1960’lı yılların Polonya’sında geçen film, rahibe okulunda yetişen Anna adlı bir kızın çarpıcı hikâyesini anlatıyor. Yıllar sonra, teyzesiyle buluşan Katolik Rahibe Anna, aslında bir Yahudi olduğunu, gerçek adının İda olduğunu öğrenir. Teyzesiyle altı yaşına kadar yaşadığı eve gelen Anna, ailesinin akıbetini öğrenmek ister. Ailesini, kendilerine 2. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında yardım eden ve ormanda saklayan komşuları öldürüp ormana gömmüştür. Çocukluğunun geçtiği evde ailesini katleden komşu yaşamaktadır artık.
Savaşın en yakınınızdaki insanı bile bir canavara dönüştürebildiğini sade ama çok çarpıcı bir dille anlatan film, üzerinde yaşadığımız topraklarda yaşanan acıları hatırlattı bana. Yüzleşmeye korktuğumuz, bir türlü dile getiremediğimiz acıları. Hayatta kalabilmek için dilini, dinini unutan, gizleyen insanları. Yüzyıl geçtiği halde, aynı topraklarda yaşıyor olmaktan başka suçumuz olmasa da hâlâ üstünü örtme çabamızı… Oysa hep o insanlarla yaşadık bir şekilde, yani soykırımdan arta kalanlarla.
Çocukluğu Merzifon’da geçen bir arkadaşımın orta yaşı geçince Ermeni olduğunu öğrenip kabullenmekte güçlük çekmesi gibi. Anneannesi Dudu Emine’nin gelin gittiği evde Ermenice konuşurdu büyükler. Ermenice denilmezdi buna “dilleşmek” denirdi. Dilleşen insanlardan biriydi Dudu Emine. Yetim büyümüştü, üvey anne elinde. Ölene kadar ekmeğini az bölüşene kızdı hep, “Çoğunu verin ekmeğinizin, azı size kalsın” derdi torunlarına. Belli ki az ekmekle büyümüştü bir şekilde. Evleri cumbalıydı.  Cumbalı o evlerin bir avlusu olur. O avluya hayat denir. Sokağı görmeyecek şekilde yüksek duvarlıdır. Anadolu’da avlu denilen mekânın adı Ermeni evlerinde “hayat” olmuştur. Hayat… Hayatların o küçücük avluya sıkışmasından olsa gerek.
Hayat… Ben de iki kapılı ahşap bir Karadeniz evinde büyüdüm. Evin ortası topraktı, kenarda saçaktan inen bir zincir bir sacayağı ve yanan ateş. Yanında ise bir kuzina. Ev halkı işte bu iki kapıyla örtülen, “Hayat” denilen yerde yaşardı. Oradan odalara geçilirdi yatma vakti.
Bizim köy Apiça’da Memiş Emice ile karısı Havva Nine yaşardı. Evleri köyün uzağındaydı, nadiren de olsa yolum düşerdi çocukken. Havva Nine’nin dilini pek anlamazdım. Hani bir hâkimin “Bilinmeyen dil” dediği gibiydi işte. Yüreği bol bir kadındı, yoldan geçerken karşına çıkar evinde ne varsa verirdi biz çocuklara. Köydeki meyve ağaçlarına gece kaçak çıkardık. Sadece Memiş Emice ile Havva Nine’ninkiler hariç. Onlar kendileri teşvik ederdi ağaçtan meyve almamız için. Havva Nine’nin Hemşinli olduğu söylenirdi, bilmezdim neresi olduğunu o zamanlar. Uzak bir yer diye düşünürdüm hep. Yıllar sonra Hemşinli bir arkadaşım, konuştuğu o “bilinmeyen dilin” Ermenice olduğunu öğrendiğini söyledi. Şakındı arkadaşım, bir türlü kabullenemedi Ermeni olduğunu. O an Havva Nine aklıma geldi.
Geçen yaz köye gitmiştim. Memiş Emicelerin bahçesinde bir karayemiş ağacı vardı. Salkım saçak. Ev terk edilmiş gibi, yıkılmak üzere… Komşulara karayemiş topladım, dalından yedim biraz. Mutlu olduklarını düşündüm. Sonra… Evin bahçesinde yan yana yatan mezarlarına gittim, dua ettim gönlü bol bu iki güzel insan için.
… Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…/Bedr’in aslanları ancakb ukadar şanlı idi./ Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın./ “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın… Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri Şiiri bana göre en güçlü en heyyula dizelerle yazılan şiirdir. Zaman zaman okurum. Dizelerini İstiklal Marşı’ndan bile güçlü bulurum. Bu yıl “Çanakkale geçilmez”in yüzüncü yılı. Büyük destanların yanında büyük acıların da yaşandığı yıldır 1915. Ve yarın, Nevruz Bayramı. “Bilinmeyen dillerini” konuştukları için ezilen, hapislere atılan, işkencelerden geçirilen insanların isyanının üzerinden 30 yıldan fazla bir süre geçti. Bu süreçte çok kan döküldü, gençlerin tabutları ülkenin dört bir tarafında yaşlı adamlar tarafından omuzlarda taşındı. Eşit, ayırımcı olmayan bir ülkede birlikte yaşayabilmek için barışa sarılmalıyız ki hep koynumuzda kalsın. Gençlerin ölümlerinden, acılardan menfaat devşirenlere aldırmadan, inadına sarılmalıyız barışa. Bu topraklarda yaşanan acıları daha iyi anlayabilmek için önce kendimize, sonra da umutlu yarınlar kurabilmek için barışa bakalım sadece. Gelecek ve aydınlık günler o “barışın” koynunda saklı. Çıkarıp alalım onu oradan…
İyi Bayramlar.

Yorumlar kapatıldı.