İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çanakkale Geçilir mi, Geçilmez mi ?

Recep Maraşlı  
Bana göre “Türk ulusal kurtuluş savaşı” denen şey; 1900’lü yılların başında bile halen çok uluslu, çok kültürlü, çok etnikli toplumsal bir yapı sürdüren Osmanlı Devleti sınırları içinde bir “Türk milli devleti” oluşturmak üzere, İttihat-Terakki yönetiminden beri ( Rum, Ermeni, Asuri-Nasturi) gibi bölgenin en eski Hıristiyan halklarına karşı sürgün, katliam ve soykırımla sürdürülen “etnik arındırma” programının Kemalist kadrolarca tamamlanmasıdır. Türk ulusal kurtuluş mücadelesi Önasya, Ege ve Karadeniz’de Rum halkını, Batı Ermenistan, Yukarı Mezopotamya, Kürdistan ve Kilikya’da Ermeni halkını; Asuri-Nesturi halklarını göç ettirerek veya yok ederek, “Misak-ı Milli” denen sınırlar içinde bir “Türk ulusal devleti” kurulmasını sağlamıştır. Kemalist kadrolar önderliğindeki 1919-22 “Türk milli mücadelesi” İttihat-Terakki kadrolarınca yürütülen soykırım ve etnik arındırma siyasetinin dolaysız bir devamıdır.

***
“Çanakkale Savaşı” Türk milliyetçi hamasetinin tepe noktalarından birini oluşturur. Giderek bir “ulusal kuruluş efsanesi”ne dönüştürülen Çanakkale savaşı, Türk milliyetçi duygularını yücelten bir kahramanlık destanı olarak görülmektedir. Tarih boyunca Türk ırkının “kahramanlığı, savaşçılığı, cesareti” üzerine izafe edilen söylem, yakın tarih söz konusu olduğunda Çanakkale’de somutlaştırılmaktadır.
Türk milliyetçi edebiyatında belki de üzerine en çok epik şiir, destan, güzelleme yazılan bir savaştır Çanakkale…
Buna karşın Çanakkale Savaşı hakkında yapılmış akademik çalışmalar, bilimsel tezler ise bir o kadar azdır. Yazılmış olanlar da hamaset edebiyatını aratmayacak cinsten Genelkurmay’ın Savaş Bildirileri düzeyindedir.
Dünyada Çanakkale savaşı üzerine yazılmış ciltler dolusu külliyatla, bibliyografyayla karşılaştırıldığında Türkiye’deki akademik Çanakkale literatürünün alt düzeylerde seyrettiği görülür.
Hamaset ve belagat söz konusu olduğunda gerçekten de “Çanakkale geçilmez!” ama bilimsel, akademik araştırmalara gelince “Dur Yolcu!”
Bu yazımda Çanakkale Savaşı üzerinden yapılan iki önemli resmi tarih, resmi ideoloji çarpıtmasına dikkat çekmek istiyorum.
– Bunlardan ilki Çanakkale Savaşı’nı Türk “Milli Mücadele”sinin, Türk “ulusal kurtuluş savaşının”, “Anadolu İhtilali”nin bir parçası olarak sunan, hatta giderek onu bir ulusal kurtuluş bir sembolü haline getiren çarpıtmadır.
– Diğeri ise orada sadece bir cephe komutanı olduğu halde sanki savaşın kaderini belirlemiş gibi Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolünü, askeri yeteneklerini abartarak yapılan çarpıtmadır.
“Türk Milli Mücadelesi”, “Ulusal Kurtuluş Savaşı”, “Anadolu İhtilali” kavramları…
Türk resmi ideolojisi ve tarihinin adeta iki miladı vardır: Birisi 1071 Malazgirt savaşı, “Anadolu’nun Türkler tarafından fethi..” Diğeri de 19 Mayıs 1919; “Türk ulusal kurtuluş savaşının ” başlangıcı…
Geçtiğimiz son 30 – 40 yıl içerisinde “Türk ulusal kurtuluş savaşı”nın niteliği ve anlamı üzerine genel olarak sosyalist harekette ve özel olarak da Kürt ulusal demokratik hareketinde uzun uzadıya tartışmalar yapılmıştır. Kemalist resmi tarihin belirleyici etkisi “Kurtuluş savaşı” efsanesinde görülür. Türk solu genellikle ” Türk ulusal kurtuluş savaşında güdük de olsa anti-emperyalist bir öz olduğunu, ve fakat bu mücadelenin kesintiye uğrayıp yarım kaldığını, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra adım adım emperyalist hegemonyaya teslim olduğu” görüşünü kabul eder. Bundandır ki 1920’lerde yarım kaldığı düşünülen “ulusal kurtuluş mücadelesinin(milli-demokratik devrim)” tamamlanması Türk solunun başat program maddesi olmuştur.
Bu genel tezin çeşitli anti-tezleri geliştirilmiş olsa da “Türk kurtuluş savaşı”nın “ulusal demokratik ve anti-emperyalist” bir öz taşıdığı görüşü Türk/Türkiye sosyalistleri açısından bugün için de geçerliliğini koruyan temel bir referans niteliğindedir.
Kürt ulusal demokratik hareketi de hemen hemen benzer bir noktada durur. Buna göre aslında “ulusal kurtuluş mücadelesini Türklerle Kürtler, omuz omuza birlikte vermişler”, fakat kuruluştan sonra Kürtler ihanete uğramış, ulusal varlıkları inkâr ve hakları gasp edilmiştir. Dahası “kurtuluş savaşının ortağı” olma argümanından yola çıkarak Cumhuriyetin “kurucu ortağı olduğu görüşü kabul görmektedir.
Bana göre “Türk ulusal kurtuluş savaşı” denen şey; 1900’lü yılların başında bile halen çok uluslu, çok kültürlü, çok etnikli toplumsal bir yapı sürdüren Osmanlı Devleti sınırları içinde bir “Türk milli devleti” oluşturmak üzere, İttihat-Terakki yönetiminden beri ( Rum, Ermeni, Asuri-Nasturi) gibi bölgenin en eski Hıristiyan halklarına karşı sürgün, katliam ve soykırımla sürdürülen “etnik arındırma” programının Kemalist kadrolarca tamamlanmasıdır.
Türk ulusal kurtuluş mücadelesi Önasya, Ege ve Karadeniz’de Rum halkını, Batı Ermenistan, Yukarı Mezopotamya, Kürdistan ve Kilikya’da Ermeni halkını; Asuri-Nesturi halklarını göç ettirerek veya yok ederek, “Misak-ı Milli” denen sınırlar içinde bir “Türk ulusal devleti” kurulmasını sağlamıştır. Kemalist kadrolar önderliğindeki 1919-22 “Türk milli mücadelesi” İttihat-Terakki kadrolarınca yürütülen soykırım ve etnik arındırma siyasetinin dolaysız bir devamıdır.
Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Balkan ve Kafkas göçmeni Müslüman halklar ise “Türk – Müslüman” özdeşleşmesi ile “Türk milleti” içinde tarif edilmiş; bu ulusların “etnik hafızalarının zayıf olduğu, var olanların ise eğitim ve asimilasyon politikalarıyla köreltilerek kolaylıkla Türkleştirileceği varsayılmıştır.
2012 yılında TC Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Brüksel’deki bir toplantıda “Eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? ” diye sorarken -sürgün ve mübadelenin kaçınılmaz oluşunu savunuyordu- tam da “Türk Kurtuluş Savaşı”nı özetlemekteydi.
Türk ulusu “Kurtuluş savaşıyla” kimlerden kurtuldu?
Resmi tarihin estirdiği hava 1919-22 “Kurtuluş Savaşı”nda “Kuvay-ı Milliye”nin o dönem “7 düvele karşı”[1] mücadele ettiğidir.
Oysa bu dönem 7 düvele karşı değil, sadece İzmir ve kısmen Ege bölgesine zayıf bir askeri güç çıkarmış olan Yunan ordusu ile; doğu’ cephesinde ise Rus ordusunun çekilmesinin ardından oldukça zayıf olan Ermeni gönüllü birliklerine karşı düzenli ordu tarafından yapılan askeri harekatlar söz konusudur. “Ulusal Mücadele” İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rusya’ya karşı değil, Rum ve Ermenilerin ulusal kazanımlar sağlamasını önlemeye yöneliktir.
Antep’i “Gazi”, Maraş’ı “Kahraman”, Urfa’yı “Şanlı” yapan ve yarı-askeri, milis güçlerinin yürüttüğü mücadelenin esas hedefi de Fransızlar değil, Ermeni varlığının canlanmasını önlemektir.
Örneğin “Milli Mücadelenin ilk kurşununun” İstanbul’daki işgalci İngiliz veya Fransız birliklerine değil, İzmir’deki Yunan birliklerine atıldığı kabul edilir ve bununla övünülür. Milli Mücadele’nin, İmparatorluk başkenti İstanbul’un işgal edilmesi üzerine değil de, neden 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e asker çıkarması üzerine “şahlanmış” olduğu dikkate değer bir sorudur. Milli Mücadelenin hemen tüm yazılı belgelerindeki başat olarak anti-Rum ve anti-Ermeni ilkelerin yer alması dikkat çekicidir.
“Milli Mücadele”ye yürüten Kemalist militarist bürokrasi Kürt ulusal talepleri söz konusu olduğunda da nasıl kıyıcı olacağını Koçgiri’de ulusal direnişi kırma amacıyla yaptığı “tedip ve tenkil” hareketiyle göstermekten kaçınmaz.
Hakkari bölgesinde de Asuri-Nesturiler’i sınır dışına çıkarmaya yönelik askeri harekatlar yapılmıştır.
Hal böyle olunca “Türk Kurtuluş Savaşı” bilançosunda göz dolduracak bir askeri başarı öyküsü bulmak pek mümkün olmamaktadır. “İnönü Savaşları”nın Ankara’daki Millet Meclisi’nin ikna etmek için kağıt üzerinde icat edilmiş sanal başarı öyküleri olduğu günümüzde artık açığa çıkmış bir olgudur.
Geriye, şimdilerde “30 Ağustos zafer Bayramı” olarak kutlanan “Sakarya Savaşı” (Başkumandanlık Meydan Muharebesi)” kalmaktadır. Bu savaş da İngiliz; Fransız, Alman ve Rus gibi emperyal ordulara karşı kazanılmış “askeri bir destan” olmanın çok uzağındadır; Yunan Hükümetinin yanlış hesap ve beklentilerle cepheye sürdüğü zayıf bir özel bir ordu olan “Küçük Asya Ordusu”na karşı kazanılmış bir askeri başarıdan ibarettir.
Türk ordusu, Yunan birliklerini bozguna uğrattıktan sonra 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi ve İzmir’deki sivil Rum halkına yönelik de bir pogrom başlattı. İngilizlerin Yunan ordusunu desteklemiş olduğunu propaganda edenlerin tersine, İzmir Limanında demir atmış vaziyette bekleyen İngiliz donanması şehirde yaşanan katliama (Türk tarihçilerinin “Yunanı denize döktük!” diye övünerek anlattıkları olaylar) seyirci kaldılar. “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabında Dido Sotiryu, Liman’daki gemilerde şehirde yaşanan vahşetin gürültüleri kulaklarını tırmalamasın diye İngiliz Subaylarının yüksek sesle müzik çaldıklarını; eğer bu gemilerden bir tek el bile havaya “uyarı ateşi” açılmış olsaydı, şehirdeki katliamın durdurulmuş olacağını” yazar.
Doğu Cephesi’nde de durum farklı değildir. 1917 Ekim Devrimi ile zaten savaştan çıkan Rus ordularının çekildiği kimi alanlarda, Trabzon, Erzincan, Oltu ve Kars’ta “Şûra Hükümetleri” (Yerel Konsey Yönetimleri) kurulmuştu. Bu yönetimler bölgenin yapısına göre Türk, Rum, Ermeni ve Kürt delegelerden oluşuyordu. Karabekir komutasındaki 3. ordu, Mondros Mütarekesinin ateş-kes koşullarını ihlal ederek; bu yerel yönetimleri birer birer ortadan kaldırdı. Erzurum gibi diğer bazı alanlarda ise oldukça güçsüz durumdaki Ermeni gönüllü birliklerini ise Gümrü’ye kadar geriletmesi zor olmadı.
Doğu Cephesinde o kadar kolay bir başarı elde edilmişti ki, Ordu neredeyse “elini kolunu sallayarak” Bakü’ye kadar ulaştı. Daha sonra Sovyet yönetimi ile yapılan ikili anlaşmalarla Batum, Gümrü ve Bakü’den geri çekilerek bugünkü “doğu sınırı” sabitleştirildi.
Ön Asya’daki Rum nüfusunun, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından terörize edilerek savaş öncesi büyük kitleler halinde göçe zorlandıklarını; Pontus’ta, Kilikya’da ve Batı Ermenistan’da ise nüfusun tamamının “Tehcir Kanunu” ile yurtlarından çıkarıldığı ve soykırıma uğratılmaları; bu toplulukların askeri mücadeleye destek verebilecek güçleri bulunmadığına dikkat çekmek yerinde olur.
Bu da “Kurtuluş Savaşı”nın işgalcilerden, sömürücülerden değil “etnik, dini, kültürel çoğulculuktan kurtuluş” olarak gerçekleştiğini gösteren bir başka trajik sonuçtur.
Çanakkale Savaşı’nın “Milli Mücadele” ile ilgisi…
Açıktır ki bunların hiçbiri askeri açıdan birbirine denk güçlerin karşılaşmaları, öyle övgüyle anlatılacak kahramanlık destanları değildir.
Belki de “Türk milli Mücadelesi”ne sembol olabilecek daha güçlü bir askeri başarı öyküsü bulma ihtiyacı ile “Kurtuluş Savaşı’ndan 4 yıl önce cereyan eden Çanakkale savaşı “ödünç” alınarak “Kurtuluş Savaşı”na monte edilmiş olmalı. Çünkü Çanakkale’de karşı tarafta gerçekten de güçlü donanımlara sahip, ateş gücü olan ve etkili kurmaylıklarından bahsedilebilecek düzenli ordular vardır.
Ne var ki bu savaşın “Milli Mücadele dönemine” monte edilebilmesi için yazımın girişinde belirttiğim iki önemli manipülasyona ihtiyaç duyulmuştur. Bunlardan birisi de, “Kurucu önder” Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşında sadece düşük rütbeli bir cephe komutanıyken, sanki bu Savaşın ana karargahını çekip çeviren, kaderini belirleyen biri gibi öne çıkarılmasıdır. Böylelikle “Çanakkale Savaşı” hem “Milli Mücadele” ye dahil edilmiş, hem de “Ulu önder Mustafa Kemal”e mal edilmiş olmaktadır.
Bir başka “gizli” mücadelede, belki “Milli Mücadele”nin sadece Kemalistlere ait bir haslet gibi sunulmasından rahatsız olan milliyetçi ama aynı zamanda İslamcı ve Osmanlıcı kesimlerin bir alternatif olarak Çanakkale Savaşını öne çıkarmasıyla yaşanıyor olabilir.
Ne var ki Çanakkale savaşının, Alman generallerinin komutasında yapılmış bir muhabere olması itibariyle İslami ölçülere de Türk-İslam sentezine de pek uygun bir örnek olduğu söylenemez. Bu haliyle Çanakkale manipülasyonu tüm kesimler için de kaçınılmaz bir çıkış yolu gibi gözüküyor .
Kemalist Türk resmi tarihinin öğretileri açısından da Çanakkale Savaşını, “Milli Mücadele”nin bir unsuru kabul etmek tam bir tutarsızlık oluşturur. Tarihte, kronolojik olarak önce olmuş olayları kendinden sonrakilerin içine veya önüne almak ciddi bir çarpıtmadır ve anakronizm olarak tanımlanır. Çanakkale Savaşı ile “Türk Kurtuluş Savaşı” ilişkisi böyle bir anakronizm örneğidir.
Resmi tarihin kabullerine göre Milli Mücadele, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla
19 Mayıs 1919’da başlamıştır. Oysa Çanakkale Savaşı bu tarihten tam 4 yıl önce Mart 1915 yılında cereyan eder.
Çanakkale Savaşları’nda “Kuvay-ı Milliye” askerleri, milisleri değil, Osmanlı ordusu yer almıştı. Bu birlikler manevi ve fiili olarak Osmanlı Sultanı’na bağlıydı; başkomutanlığını Sultana vekaleten Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) olan Enver Paşa yürütmekteydi.
Ne zaman, ne önderlik, ne emir-komuta zinciri ne de savaşa katılan güçler bakımından Çanakkale savaşları “Milli Mücadele”nin bir unsuru değildir.
Alman Generallerinin komutasında “ulusal mücadele”!…
Çanakkale Savaşı, 1. dünya savaşının bir cephesi olarak Osmanlı Devleti ve Alman İmparatorluğu’nun müttefik olarak birlikte katıldıkları bir savaştır. Birçok modern savaş araç ve gereçleri yetersiz de olsa Almanya’nın hibe ettiği malzemelerdi. Bunlara ek olarak Goeben ve Breslau adındaki iki zırhlı ve Alman deniz teyyareleri de savaşa katılmışlardır. Savaş boyunca topçu, istihkamcı, savaş teknisyeni olarak bizzat cephede savaşan Alman subay, astsubay ve erlerinin sayısı 500’e kadar ulaşmıştı.
Çanakkale Savaşı sırasında Osmanlı Genelkurmay Başkanı general Friedrich Bronsart  von Schellendorff’dur. Ana Savaş karargahı da Alman kurmay heyetinin belirleyiciliği altında çalışmaktaydı.
Çanakkale savaşının komutanı Osmanlı 1. Ordu Komutanı ve Gelibolu’da kurulan V. Ordu Kumandanı olan General Otto Liman vonSanders’tir. Sanders, Osmanlı ordusundaki çalışmalarını ve Gelibolu savaşı anılarını “Türkiye’de 5 Yıl”[2] isimli kitabında yayınlamıştır.
Savaşçılar Osmanlı Ordusunda olmakla birlikte önemli emir-komuta kademelerinde başka birçok Alman General ve Amiralleri bulunmaktadır. [3]
Osmanlı Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Akdeniz Filosu komutanı Tümamiral Souchon,
Çanakkale Boğaz Donanma Komutanı Amiral Von Usedom,
Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Koramiral Merten,
Karargahta görevli ve Çanakkale’deki V. Ordu Topçu Kumandanı Tümgeneral Gressman,
Osmanlı Genelkurmay 1 nci Şube Müdürü  Yarbay Kres von Kressenstein,
Güney Bölge Komutanı (Üç tümenin Komutanı) Albay Vbn Zodenstern,
Güney Bölge Kurmay Başkanı Süvari Binbaşı Cari Mühlmann,
Hamidiye Tabyası Komutanı Yüzbaşı Wasillo,
Erenköy Bölgesi Ağır Topçu Komutanı Yüzbaşı Werle,
9 ncu Tümen Komutanı; 16 ncı Kolordu Komutan Vekili Albay Kannengieser,
Güney Grubu Komutanı Tümgeneral, 15 nci Kolordu Komutanı Weber,
Güney Grubu Kurmay Başkanı Yarbay Thauvenay,
1 nci Kolordu (Sağ Kanat) Kur. Bşk. Binbaşı Eggert,
3 ncü Tümen Komutanı, 2 nci Kolordu Komutanı Albay Nicolai,
Güney Grubu Topçu Komutanı Yarbay. Binholt
14 ncü Kolordu Komutanı Tuğgeneral Trommer
5 nci Kolordu Kur. Bşk. Yarbay. Albrecht,
13 ncü Tümen Komutanı Albay. Hovik,
9 ncu Tümen Komutanı Yarbay. Pötrih,
Anafartalar Bölge (Müfreze) Komutanı Yarbay. Wilmer,
Ağır Topçu Grup Komutanı (Anafartalar) Binbaşı Lierau,[4]
Daha sonları resmi tarihin “Çanakkale Savaşı”nı tümüyle bir “ulusal kurtuluş mücadelesi” tarihine yerleştirme gayretleri nedeniyle, Almanya’nın bu savaştaki rolü, Kurmay heyetindeki ağırlığı dikkatlerden saklanır olmuştur. Oysa tüm 1. dünya savaşa boyunca hem Osmanlı Ordusunun komuta ve kurmaylık kademesi dahil tüm cephelerde toplam 40.000 kadar Alman askeri savaşmıştır.
Mustafa Kemal; sadece bir cephe komutanı
Yarbay rütbesindeki Mustafa Kemal (daha sonra Mirliva Albay), bu savaşta Alman Generali Liman von Sanders’in emir-komutasında görev yapan cephe komutanından sadece biridir.
Çanakkale’de tek bir savaş söz konusu değildir. Günümüzde “Çanakkale Zaferi” olarak kutlanan 18 Mart, bu savaşların sadece bir bölümüdür. İngiliz-Fransız donanmaları Mart 1915’de Çanakkale boğazını geçmek üzere büyük bir saldırı düzenlemişlerse de başarılı olamamış ve 3 savaş gemisinin batması sonucu 18 mart’ta geri çekilmişlerdi. Popüler olarak kutlanan bu gündür. Fakat savaş bu evresiyle sona ermemiş, amfibi birliklerinin çıkarma harekatlarıyla devam etmiştir. Savaş Boğazın diğer cephelerinde, Gelibolu yarımadası boyunca 1916 yılı Ocak aşına kadar neredeyse 1 yıl kadar sürmüştür. Böylesine uzun ve sürüncemede kalmış bir savaşın sadece belli bir bölümünde başarı tüm savaşın kazanıldığını göstermez.
Nitekim İtilaf Devletleri Trakya üzerinden geçiş sağlamayı başardıkları için Çanakkale boğazındaki ısrarlarından vazgeçmişlerdi.
Mustafa Kemal’in Cephe komutanı olduğu Anafartalar – Conkbayırı çarpışmaları ise Mart’taki “Çanakkale Zaferi”ne ait değil, Ağustos 1915 tarihindeki daha tali bir cephe savaşına aittir.
Buna karşılık Mustafa Kemal’in konumu, neredeyse Çanakkale savaşı’nın kaderini tek başına belirleyen ve yön veren bir askeri deha olarak çizilir.
Sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında yenilgiyi kabul eden anlaşmayı imzalamış ve Çanakkale geçilmiştir; İngiliz – Fransız donanmaları Çanakkale ve İstanbul boğazlarını geçerek İstanbul’a demirlemişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’da Boğazlarla ilgili egemenlik haklarını sınırlayan ağır anlaşma hükümlerini de kabul etmek zorunda kalmıştır.”Çanakkale geçilmez!” efsanesi bir yana Türkiye, 18 yıl boyunca Çanakkale ve İstanbul boğazlarından askeri veya ticari hiçbir geminin geçişine karışamadı, boğazlar bölgesinde asker -silah bulunduramadı. Boğazlar günümüzde de geçerli olan 1936 Montrö Sözleşmesi’yle daha gevşek bir rejime geçilene kadar Uluslararası “Boğazlar Komisyonu”nun denetiminde kalmıştır. Yeni sözleşmeyle de Türkiye, Boğazlar üzerinde bir takım taahhütleri kabul ederek egemenlik hakkını elde edebilmiştir.
Çanakkale “Anavatan Savunması” mı?
Resmi tarihin çarpıtma çabalarına rağmen Çanakkale Savaşı yine bir “ana vatanın savunması” olarak adlandırılamaz mı? Bu anlamda bir milli mücadele başlangıcı sayılamaz mı?
Osmanlı İmparatorluğu, 1. dünya savaşına Gönüllü ve siyasi bir kararla katıldı. Bu bir tesadüf veya zorunluluk değil, yönetici elitin siyasi tercihiyle gerçekleşti. Kendisi de savaşan aktif taraflardan biriydi. İmparatorluk Topraklarının küçülmesini önlemek, dahası Orta Asya’daki “Turan Ülkesi’ne doğru yayılmak emelleri güdüyordu. Osmanlı İmparatorluğu bu savaşa girmeyebilir, tarafsız kalabilirdi. Nitekim Yunan Krallığı 1. dünya savaşına girmedi.
Tabi resmi tarih öğreticileri bu durumu “Biz aslında savaşa girmek istemiyorduk ama Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalayan Alman gemileri bize sığınınca biz de savaşa girmiş sayıldık!” ve “Biz aslında savaşı kaybetmedik ama müttefikimiz Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık!” gibi oldukça komik biçimde izah etmekteler.
İtilaf Devletleri durup dururken Osmanlı Devletine saldırıp savaş açmış ve boğazı geçmek istemiş değillerdi. 1914’de Karadeniz’deki Rus limanlarını, Rus donanmasını bombalayan Göeben ve Breslau adındaki iki Alman zırhlısına sahip çıkarak, Osmanlı Devleti fiilen savaşın saldıran tarafı haline gelmişti.
Ardından Osmanlı İmparatorluğu İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’ya savaş ilan etti. Dolayısıyla savaşı kendisine davet eden Osmanlı yönetimi olmuştur. Savaşı girmemiş olsaydı da saldırıya uğrar mıydı; çeşitli kışkırtmalara maruz kalır mıydı? Elbette mümkün. Alma savaş açan bir taraf olmakla, saldırıya uğradığı için savaşmak zorunda kalmak arasında önemli bir ayrım vardır. Nitekim 2.Dünya savaşında Türk Devleti diplomasi yoluyla savaştan uzak kalmayı başardı.
İlk cepheyi Sarıkamış üzerinden Rusya’ya saldırarak açan da Osmanlı devletiydi. Fakat büyük bir bozgunla karşılaşıldı.Süveyş Kanalı bölgesindeki saldırılardan da başarı elde edilemedi. Dolayısıyla Osmanlı devleti kendisine yönelik bir saldırının “meşru savunması” içinde değil, bizzat topraklarını genişletmeye çalışan saldırgan bir taraftır. Üzerinde çarpıştığı toprakların, örneğin Kars-Sarıkamış cephesinin, Süveyş kanalının, Yemen’in, Çanakkale Boğazı’nın ne kadar “kendi anavatanı!” olduğu da sorunun bir başka boyutudur.
Hemen üç kıtaya yayılmış büyük bir imparatorluğun çeşitli ülkeleri [-ki bugün üzerinde en az 25 ayrı egemen devlet bulunuyor] “vatan toprağı” saymak, emperyalist, yayılmacı bir zihniyeti meşru görmeksizin mümkün olmaz. Kaldı ki Resmi tarih işgal edilen “Fethedilen”, zorla ele geçirilen toprakları büyük bir övünç kaynağı ve kahramanlık sayar.
Çanakkale Savaşı da, herhangi bir mazlum savunma direnişi değil, bu emperyalist savaşın cephelerinden biridir ve “ana vatan savunması” da değildir.
Tersi emperyalist savaşın tarafı haline gelmeyi “anavatan savunması” adıyla meşrulaştırmaya çalışmaktan başka bir anlama gelmez.
Bir yandan cephe savaşları şiddetle devam ederken, aynı zamanda İttihat-Terakki siyasi karargahın “Büyük Ermeni Tehciri ve Soykırımını” planlarını hazırlamaktadır. Çanakkale’deki başarıdan (18 mart) bir ay kadar sonra 24 Nisan 1915’de İstanbul’da büyük imha hareketinin başlangıç vuruşu olarak 270 Ermeni aydını, politikacısı, sivil toplum liderleri tutuklanarak kamplara gönderilecekti. Daha sonra bu sayı 2 binin üzerine çıktı. Mayıs 1915’de ise Meclis-i Mebusan “Tehcir Kanununu” onayladı. Tüm yaz boyunca da yaklaşık 1,5 milyon Ermeni, Rum, Pontuslu veya Asuri -Süryani katledilmiş, geri kalanlarda yurtlarından ebediyen çıkarılmış oluyordu.
Çanakkale Savaşı’nın hamaseti herhalde bu büyük insanlık suçunu örtmeye, sorumlularını aklamaya yetmez.
18 Mart 2014
[1] Düvel, “Devletler” demektir; “Yedi düvele karşı” “çok güçlü düşmanlara karşı” anlamında bir deyim…
[2] Liman Von Sanders, Türkiye’de Beş Yıl, Burçak Yayınevi, İstanbul-1968
[3] Deutschland im Weltkrieg 1914-1918, Bundesministerium der Verteidigung, 1984, s. 75

[4] Kur. Alb. Dr. İsmet Görgülü, Çanakkale Zaferinin Komuta Kadrosu, Harp Ak. Yayını, İstanbul-1990.

Yorumlar kapatıldı.