İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dolaptaki ceset / The dead body in the wardrobe

24 Nisan’ın ufukta belirmesiyle birlikte, artık kaçacak yer kalmadı. O gün dünyanın dört bir yanında insanlar Ermeni soykırımını hatırlayacak.Türk hükumeti, dikkati Ermeni soykırımının yüzüncü yıl dönümünden başka yöne çekmek amacıyla, Çanakkale Savaşı’nın 100. yıl dönümünü 25 Nisan’dan aynı güne taşıyarak utanmazca ve gayet ayan beyan bir çabaya girişti. Bu çaba işe yaramayacak ve Türkiye’yi boş yere itibarsızlaştıracak. 24 Nisan yaklaşırken, 1915’de Osmanlı Ermenilerine ne olduğuna dair çok şey söylenecek ve yazılacak. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda araştırma görevlisi olarak çalışan İngiliz gazeteci ve yazar Thomas de Waal, 1915’ten sonra yaşananlara odaklandığı ‘Büyük Felaket. Soykırımın Gölgesindeki Ermeniler ve Türkler’ adlı bir kitap kaleme aldı sözgelimi.

De Waal, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan uzmanı ve haliyle 1915-1916 olaylarının başka bir tarihini yazmaya çalışmıyor. Kitap, o yıllarda gerçekleşen tehcir ve katliamlarla ilgili zaten yazılmış olanların adil ve dengeli bir şekilde ele alınmasıyla başlıyor. Bununla birlikte, kitabı, söz konusu tartışmaya paha biçilemez bir katkı haline getiren, De Waal’ın bu travmatik olayların Türklerin, fakat bilhassa Ermenilerin üzerindeki uzun vadeli etkisine dair yaptığı tanım ve çok uzun zamandır tartışmada hâkim olan sorunun, yani “Bu olaylar soykırım olarak nitelendirilmeli mi yoksa nitelendirilmemeli mi?” sorusunun ötesine geçme çabası.
De Waal, bu yakıcı soruya dair kendi tutumunu kitabın başında ortaya koyuyor. ‘Ermeni soykırımı’ terimini kullanıyor, zira çokça okumadan sonra, “1915-1916’da Ermenilere olanların Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli soykırım tanımına hakikaten uyduğuna dair akademik konsensüsle, saygı duyarak hemfikir olduğunu” belirtiyor. De Waal, “Aynı zamanda, başka birçok insan gibi, karmaşık duygularla, soykırım kelimesinin hem kurallara harfiyen uyduğu hem de aşırı duygu yüklü hale geldiği ve konuyla ilgili tarihsel doğruları ve yanlışları aydınlattığı kadar, bunların anlaşılmasını engellediği sonucuna vardığını” ifade ediyor. Bu incelikli bakış açısı, kitabın sonuna dek devam eden tonu oluşturuyor. 
De Waal, 1915 sonrasındaki ilk elli yılda diaspora Ermenileri arasındaki tartışmanın 1915’le değil, Sovyet Ermenistanı’nın meşruiyetiyle ilgili olduğunun da altını çiziyor. Ancak 1965’ten sonra soykırımın tanınması Ermeniler, bilhassa da ülke dışında yaşayan Ermeniler arasındaki kimlik inşası için kritik bir hale geldi. Türklerin bu kaygıyı anlamaları uzun zaman aldı ama De Waal bir gün Türk toplumunun Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunda 2 milyona yakın Ermeni’nin nasıl olup da “kayıplara karıştığı” meselesiyle hesaplaşacağı konusunda iyimser. De Waal, Cengiz Aktar’dan alıntı yaparak, “Ceset, dolapta saklanamayacak kadar ağır” diyor.
Ancak De Waal, bugün New Jersey’de yaşamakta olan Diyarbakırlı bir Ermeni’den alıntı yaparken zamanlama sorununu da vurguluyor: “Türkler için 100 yıl çok erken, bizim içinse çok geç.” De Waal’ın kabul ettiği üzere, çoğu Türk hâlâ yaşananların soykırım olarak adlandırılmasını reddediyor, zira bunun dedelerinin yaptıklarını Nazilerin yaptıklarıyla aynı kefeye koymak olacağını düşünüyorlar. Ermeniler içinse basitçe kendi atalarının çektikleri için adaleti sağlayabilecek başka bir terim yok.  De Waal, bu tuzağın dışında kalabilmenin bir yolunu bulma gayretiyle, şahsî olarak ‘büyük felaket’ terimini kullanmayı tercih ettiğini belirtiyor ama aynı zamanda tartışmadan ‘soykırım’ kelimesinin çıkarılmasının ya da yerine, sözgelimi, ‘insanlığa karşı suçlar’ ifadesinin konulmasının muhtemel olmadığı gerçeğini de kabul ediyor. Vardığı sonuç şöyle:
“Görünen o ki, neredeyse hiç kimse, soykırımı kabul etmiyor. Ancak ileriye doğru giden diğer tek yol Türkiye’nin ‘soykırım’ kelimesinin sonuçlarına dair paranoyasından kurtulmasını gerektiriyor. Bu, çatışma yerine artırılmış Ermeni-Türk diyaloğuyla gerçekleşmesi daha muhtemel olan uzun vadeli bir amaç. O zaman kelime, Türk toplumu genelinde de, küçük bir ilerici grup için zaten olageldiği üzere, normalleşmiş ve kabul edilebilir bir hale gelebilir. Türk toplumunun tamamının Ermenilerle ilgili olarak ‘soykırım’ kelimesini kabul ettiği gün, ‘soykırım’ın yeniden ‘felaket’ haline geleceği gün olabilir.”

 Joost Lagendıjk / J.lagendijk@todayszaman.com

With April 24 clearly on the horizon, there is no escape anymore. That day, people all around the world will remember the Armenian Genocide. The Turkish government has made a shameless and all-too-transparent effort to try and distract attention from this centennial by shifting the 100th anniversary of the Gallipoli Campaign from April 25 to the same day. It won’t work and it will unnecessarily discredit Turkey. In the run-up to April 24, much will be said and written about what happened to the Ottoman Armenians in 1915. Thomas de Waal, a British journalist and writer who works as a senior associate at the Carnegie Endowment for International Peace, decided to write a book titled “Great Catastrophe: Armenians and Turks in the Shadow of Genocide” in which he focuses on what came after 1915. 



De Waal is a specialist on Armenia, Azerbaijan and Georgia and for good reasons he does not try to write another history of the 1915-1916 events. The book starts with a fair and balanced treatment of what has already been written about the deportations and massacres that took place in those years. What makes the book an invaluable contribution to the debate, however, is his description of the long-term impact these traumatic events have had on Turks but especially on Armenians, and his effort to go beyond the question that has dominated the discussion for so long now: Should these events be labeled as genocide or not?
De Waal makes his own position on this burning question clear at the beginning of the book. He uses the term “Armenian Genocide” because, after much reading, he “respectfully agreed with the scholarly consensus that what happened to the Armenians in 1915-1916 did indeed fit the 1948 United Nations definition of genocide. At the same time, along with many others, I do so with mixed feelings, having also reached the conclusion that the ‘G-word’ has become both legalistic and over-emotional, and that it obstructs the understanding of the historical rights and wrongs of the issue as much as it illuminates them.” That nuanced perspective sets the tone for the rest of the book.
De Waal underlines that for the first 50 years after 1915, the debate among diaspora Armenians was not about 1915 but about the legitimacy of Soviet Armenia. It was only after 1965 that genocide recognition became crucial for identity-building among Armenians, especially those living outside of the country. It took a long time for Turks to understand this preoccupation but De Waal is optimistic that one day Turkish society will come to terms with the issue of how up to 2 million Armenians “went missing” at the end of the Ottoman Empire. He quotes Cengiz Aktar as saying that “the dead body is too heavy to keep in the wardrobe.”
But De Waal also highlights the problem of timing when he quotes an Armenian from Diyarbakır, now living in New Jersey: “For the Turks, 100 years is too soon; for us, it is too late.” As De Waal recognizes, most Turks still reject the “genocide” label because they feel it equates the actions of their grandfathers with those of the Nazis. For the Armenians, there is simply no other term that can deliver justice for the suffering of their own grandparents. De Waal tries to find a way out of this trap, making it clear he personally prefers the term “Great Catastrophe” but also accepting the fact that deleting the word “genocide” from the debate or replacing it with, for instance, “crimes against humanity,” is unlikely to happen.
His conclusion: “Almost no one, it seems, admits to genocide. But the only other way forward requires that Turkey shed its paranoia about the implications of the word ‘genocide’. This is a long-term aspiration that is more likely to come about through enhanced Armenian-Turkish dialogue than through confrontation. The word then could become normalized and acceptable throughout Turkish society, as it already has become for a small progressive group. Possibly, the day when Turkish society as a whole accepts the word ‘genocide’ in relation to the Armenians is the day when the Genocide can become a Catastrophe again.”


Yorumlar kapatıldı.