İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915’i 2015 geçe

Kayuş G. Çalıkman
Upuzun bir masa etrafında oturulmuş Pazar günlerine özgü bir sabah kahvaltısı yapılmakta, Yerani uyanmış bir köşeden masa başındakileri izliyor. Oldum olası iştahsız bir küçük kız çocuğu Yerani,  ödü kopuyor kendisini de masaya çağıracaklar diye. Ama çocuk o, henüz kurnazlıkları gelişmemiş. İyice saklanamıyor, kahvaltı yapmak istemiyorsan bari yatağından kalkma, ortalarda görünme değil mi? Belki de merak ediyordur masa başında neler oluyor diye, çünkü orada gülüşmeler oluyor arada bir, dedesi bir şey anlatıyor, kardeşleri, amcasının iki kızı, hepsi etrafında toplanmış onu dinliyorlar,

gülüşüyorlar. Merakı büyüdükçe saklandığı kapı arkası dar geliyor, gizleyemiyor minik bedenini. Şu yemek işi olmasa ne de güzel olacak onlarla birlikte masa etrafını çevrelemek. Konuşulanlara, gülüşülenlere ortak olmak, hele de Hagop hayriğin yanında oturmak, ona sokulu sokulu vermek…

Hagop hayrig, Yerani’nin babası, ama arkadaşı da aynı zamanda, ilk öğretmeni, bir de sırdaşı. Annesinden gizli onu, Karadeniz’in dalgalarında bata çıka yüzdüren, bazen canı okula gitmek istemediğinde okuldan kaçıran, onu at sırtında köy köy dolaştıran adam. Hep onu gözlüyor Yerani, yokluğunu fark ediyor mu acaba babası? Diğer kardeşleriyle de ilgileniyor mu? İçini saran kıskançlık alevi itiveriyor onu kapı önüne. Babası fark ediyor henüz yeni uyanmış kızını, gel diyor, gel, iki lokma bir şeyler ye. “Yok gelemem” diyor Yerani, gelemem çünkü masada oturacak yer yok. İşte, sırf o iki lokma bir şeyler yememek için ağzından çıkan yalancıktan bahaneyi ömrünün sonuna kadar unutmayacaktır Yerani. Çünkü Yerani gelip otursun diye kahvaltısını yarı bırakıp ayağa kalkan dede bir daha asla o masaya oturamayacaktır.
“Gel ağçig” demiştir dede, gel, ben yedim. Yok dede kalkma, yerinden olma! Biraz sonra demir kapıyı alaşağı edecekler, destursuz evimize girecekler,  seni de babam ve amcamla birlikte alıp götürecekler, bir daha ne bu masayı göreceksin ne de bizleri. Artık o camın kenarındaki koltuğa oturup denizi seyredemeyeceksin. Nene bir daha asla kahveni getirip, sen içip bitirene kadar başında bekleyemeyecek. Artık sana gelinlerini çekiştiremeyecek, oğullarının eşlerine ne denli düşkün sümsükler olduğunu anlatamayacak. O sümsük oğlanlarla çıkacaksın yola. Önce şehrin merkezinde bir yere götürecekler sizi.
Senin haberin yok, sizi götürdükten sonra ben gizlice kaçtım evden, sizi takip ettim. Bir ara kaybettim ama sonra sora sora buldum sizi. Açık havada, meydan gibi bir yerde kurulmuş kafes çemberin içindeydiniz, hayal meyal hatırlıyorum. Seni ve amcamı göremedim ama Hagop oradaydı. Deli gibi bağırdım, Hayriiiig! Şaşırdı ve git, dedi. Koş git eve sakın bir daha gelme! Koşarak uzaklaştım oradan ama babamı dinlemedim, akşam geç saatlerde bir daha geldim yanınıza. Oğlun bu kez fena kızdı bana, anneme de kızdı beni böyle başıboş bırakmış diye. Evde kimin kimseden haberi yoktu ki. Nasıl anlatabilirdim? Neneme bir şeyler olmuştu, siz gittikten sonra vücudu kaskatı kesilmiş dili lal olmuştu. Kimsenin benle uğraşacak hali yoktu.
Elimde sakladığım ekmek parçasını uzattım hayriğe, o sırada seni görür gibi oldum, baba dedim ekmeği dedeme ver!
Yerani, o ekmek parçasının dedesini ne denli umutlandırdığını bilmeyecek ve kendi kaprisi yüzünden yaşlı adamı sofradan kaldırdığı için hayatı boyunca kendisini affetmeyecekti.
***
Yeranyanların evi o günden sonra geri dönülmez bir çöküşe başlamış, dağılmış ve bir daha asla toparlanamamıştır.  Nene, birkaç ay aç susuz ve tabii ki sus pus yaşar gibi yapmış, sonra da bir daha açmamak üzere gözlerini kapamıştır. Hagoplar’dan hiç haber yoktur, nereye gitmişler, ne yapıyorlar bilinmemekte. Eve sık sık birileri girip çıkmaktadır, Yerani kimseyi tanımıyor ama içlerinde tek bir dost olmadığını çok iyi biliyor. Bir gün annesi evde değilken kahverengi üniformalı adamlar giriyor eve, Yerani’nin üç erkek kardeşini alıp götürüyorlar, sekiz yaşında Arşavir, altı yaşında Armenag ve henüz birkaç aylık Garabed. Türk ailelere evlat verilmek üzere evden alınan üç erkek kardeş. Nuritsa eve geldiğinde deliye dönüyor, kime saldıracağını şaşırmış, deliler gibi bağırıyor çağırıyor. Kime ama? Kim karşı koyabilirdi ki askerlere?
Yerani henüz küçük, yengesi iki kızını bırakmış, kendinden bihaber, eşinin peşinde dağ taş bir bilinmeze yürüyor. Üç küçük kız, üç oğlan çocuğu kalmış Nuritsa’nın omuzlarına. Ama sağ olsun Müslüman komşular hiç esirgememişler ilgi ve yardımlarını. İçlerinden biri en büyük kıza göz koymuş, en çok onu kurtarmak istiyormuş. Sirarpi, henüz ondördünde,  yengesi nasıl kıyar da o adama “karı” diye verir o tazecik, narin, çekingen kızı. Bir başka adam mutasarrıfmış, ben Hagop’un arkadaşıyım diye çıka gelmiş bir gün, o da akıl vermeye. Hanım, demiş. Üç kız çocukla ne yaparsın sen? Bak birileri gelmiş yetim çocukları topluyor, ver onlara kızları, sen de Müslüman ol canını kurtar.
Nuritsa kaynının kızlarını böylece yetimhaneye teslim etmiş. Kızlara söz vermiş, merak etmeyin bir gün mutlaka gelip alacağım sizi. Sonra kendi kızına sıra gelmiş, Yerani’yi almış “bir yerlere” götürmüş, Emine olarak eve geri getirmiş. O bir yerler Yerani’nin hafızasında asla yer bulmamıştı, o günleri anlatırken hep o bir yerlerin ismi “bir yerler” olarak geçerdi. Bize Nenemin Emine olduğu dönemden iki hikâye kalmıştır; biri aliyyül ala ile Müslüman okulundan mezun olması, bir de anasının 3 erkek çocuğunun peşinden düşerek teker teker hepsini toplayıp eve getirmesi.
Nuritsa Müslüman olduktan sonra Hagop’un “dostu” mutasarrıfa gider. Evet, işte dediğini yaptım, şimdi çocuklarımı bul bana. Uzun kem kümlerden sonra birer birer adresler dökülüverir adamın ağzından. Büyük çocuklar yakın köylere verilmişler, onları toparlamak kolay olur Nuritsa için, önce deniz kıyısında bir köye girer büyük oğlunu bulur, kolundan çektiği gibi alır eve getirir. Sonra 2-3 saat mesafede ormanlık bir köyde ortanca oğlunu bulur, sapsarı saçları kirden birbirine yapışmış, katrana dönüşmüştür, mavi gözleri öylesine çukura kaçmıştır ki, Nuritsa bir an için oğlunu değil de kayınbabasını görmüş gibi olur karşısında. İnanamaz birkaç ay içinde bir çocuk böylesine küçülebilir mi, zaman bu kadar ters işler mi? Elinden tutmaya kıyamaz, kemiklerinin içi boşalmıştır sanki, kırılır diye korkar. Öpmelere kıyamaz oğlunu, oysa bilse alın size oğlan çocuk, diye verildiği evde nelere kıyılmıştır…
En zoru küçük Garabed’i bulmaktır. Nuritsa yine mutasarrıfın kapısına düşer. “Yardım et” der. Mutasarrıf bir adam çağırır, üniformalı yaşlıca bir adamdır gelen. Orada tek kelime etmez, bilmiyorum der, yalvarma yakarma boş, adam bilmiyor, yapacak bir şey yok, iki oğluna kavuşmuşsun, kızın da yanında daha ne istersin be kadın? Nuritsa yarı hiddet yarı hüzün ne olduğunu bilmez bir halde eve döner. O gece geç saatlerde ürkek ürkek evin kapısı çalınır, Nuritsa iner kapıyı açar karşısında sabah karşılaştığı üniformalı yaşlı asker durmaktadır, elinde bir atın gemi. Hanım, der hemen bin ata o seni gideceğin köye götürecektir, oğlun orada, ama vermezler bilesin. Nuritsa atladığı gibi ata deliler gibi koşturur saatler boyu, ertesi gün öğlene doğru at duruverir birkaç haneli köyümsü bir yerde. Kapılardan biri önünde çöküverir Nuritsa, yorgundur, susuz ve açtır ama ne açlık hissetmekte ne susuzluk, aklı fikri henüz iki yaşındaki oğlundadır. Kapı arkasında gelen sesi tanıyordur, Garabedidir ağlayan, var gücüyle kapıyı tekmelemeye başlar. Genç bir kadın titreye titreye kapıyı açmıştır, kucağında Garabed. “Ver” der Nuritsa, ver oğlumu! İndir kucağından, koynumu özlemiştir, kokumu özlemiştir ver kuzumu bana. Kadının korkuları büyümüş, tüm vücudunu sarmıştır. Bana kalırsa veririm hanım, zaten ben bakamıyorum buna ama versem kocam beni öldürür. Vermesen de ben öldürürüm der Nuritsa, kara gözleri daha da kararmıştır, kuşağından bıçağı çıkarır kadının gözüne gözüne sokar. Kadın anlamıştır Nuritsa’nın gözleri dönmüştür, o bir anadır. “Al” der, al ama çabuk git, kocam yakalamasın seni hepimizi birden gebertir. Nuritsa oğlunu ata bağlar, önce güneşin altında saatlerce atı koşturur sonra da ay ışığında ormanlık yolda. Bir ara tuhaf bir boşluk hisseder, döner bakar yavrusu yok. Aklını oynatacak gibidir ne oldu, nerede düşürdü kuzusunu? Gerisin geri döner, epeyce bir arandıktan sonra bebeğin sesi gelir, çocuk bir ağacın altında kalan son gücünü ağlaya ağlaya harcamaktadır. Nuritsa tekrar oğlunu ata alıp saatler sonra evine gelir. Her ikisi de yarı baygındır. Garabed o gün başlayan hıçkırıkları 4-5 gün aralıksız devam eder. Ne yaparlar ne ederler küçük kuzuyu susturamazlar. Aç değil, susuz değil, nedir?
Nuritsa birkaç ay geçip küçük Garabed ayaklanmaya başladığında, küçük kuzusunun günler boyunca hıçkırıklara boğulmasının nedenini anlayacak, kendi dikkatsizliği yüzünden oğlunu attan düşürüp, yavrucağı sakat bıraktığı için hayatı boyunca kendini affetmeyecekti.
***
Bu hikâyenin devamı gelecektir ve başka nenelerin hikâyeleriyle birlikte 2015’in sonuna kadar bana ayrılan köşeyi işgal edecektir. 2015 yılı at sırtında kendi çocuğunu kaçıran anaların, eşi öldü diye kendini diri diri mezara gömen ninelerin, aklını yitiren yengelerin, ismini, dilini kimliğini kaybeden kız çocuklarının, on beşine varmadan ana olan çocuk kadınların yılıdır. Derzor çöllerinde yolda bulduğu çocuğa analık etmeye, bildiği tek yolla boş göğsüyle beslemeye kalkan 9-10 yaşında kız çocuklarının, öleceğini anlayan bu benim hağortutyunum* olsun diye taşı yutan ninelerin, kendini Fırat’ın, Munzur’un, Murat’ın deli sularına toplu halde atan genç kadınların yılıdır. Çocuğunu kendi elleriyle boğmak zorunda kalan anaların yılıdır. Kimse acı yarıştırmaya kalkmasın, bu benim acımın yılıdır. Benim acım benim isyanımdır, öfkemdir, bu benim tüm acılara karşın işte ben buradayım dimdik ayaktayım diye yeniden yeşerdiğim yıldır.

Yorumlar kapatıldı.