İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Boğaziçi’nden Dolmabahçe’ye: Etyen Mahçupyan Röportajı

Cem Aksoy / Merve Dumanlı / Sinan Kırçova 
Etyen Mahçupyan’ın Başbakanlık Başdanışmanlığı’na atanması farklı kesimlerde farklı tepkiler, eleştiriler ve övgülerle karşılandı. Biz de, Boğaziçi mezunu, Türkiye Cumhuriyeti’nde böyle bir vazifeye atanan ilk Hristiyan vatandaş olan Etyen Mahçupyan’la görüştük. Hem kendisine yönelik eleştirileri hem de Türkiye gündemi ve siyaseti üzerine konuştuk. 

-Başbakanlıktaki görevinizin yetki alanı nedir? Karar alma süreçlerine ne şekilde dahil oluyorsunuz? Çalışma temponuz nasıl? Nasıl bir temas halindesiniz Başbakanlık ve hükümetle?
Bu yeni oturtulan bir sistem şu anda. Son dönemde danışmanlar başbakanla gündelik rutin üzerinden çalışan insanlardı. Başbakan bunlara farklı bir tür danışmanlığı da eklemliyor. Benim gibi 4-5 kişi var şu anda. Bunlardan bazılarıyla daha konu bazlı çalışacağı gözüküyor. Bazılarıyla daha genel olacak. Benimki bu daha genel olanı. Dolayısıyla herhangi bir tek konum yok benim şu anda sorumlu olduğum. Haftada iki gün Ankara’da olacağım. Seyahatler olacak yurtdışına. Biraz yolda çıkacak olan bir düzenleme demeliyim.
-Yeni görevle ilgili medya camiasından, entelektüel çevrelerden, Ermeni cemaatinden değişik tepkiler geldi. İktidar partisine mensup milletvekillerinden de son zamanlarda eleştiriler yöneldi, yolsuzluk meseleleri hakkındaki açıklamalarınızla ilgili. Bu eleştirilere ne yanıt verirsiniz?
Eleştiri her taraftan gelebilir. Geniş yelpazeli bir toplum bu. Ermenilerden başlarsak, bir çok tebrik de geldi. Muhtemelen bir çok olumsuz değerlendirme mevcuttur. Ama çok ilgilendiğimi söyleyemem. Çok bilmiyorum ama kulağıma gelenler, çalınanlardan basmakalıp olduğunu söyleyebileceğim bir eleştiri, hükümetin 1915’in 100. yılına giderken Ermeni kimlikli birisini danışman yapması. Ama tabi bu bir yakıştırma. Şu ana kadar Başbakanla epey uzun bir süre geçirdim. Hiç Ermeni meselesi konu olmadı mesela.Yolsuzluklar meselesini de sordun. Bu, şu anda Türkiye’de gündemin siyaseten anlamlı kıldığı bir olay. Şöyle diyeyim yolsuzluklar tartışması geçmişte oldu, yapıldı. Ben bu konuda 4-5 defa yazı yazdım. Zaman Gazetesi’nde yazdığım zamanlarda yazdım. Söylediğim “toplumun yüzde 70’i, Ak Parti’ye oy verenlerin %50’si yolsuzluk olduğunu düşünüyor” lafı, zaten anketlerden, saha çalışmasından çıkan bir sonuç.Şu anda bunun yeniden öne çıkmasının nedeni, muhtemelen, seçimlere. Muhalefet bir kaldıraç bulmaya çalışıyor kendisine ve çok da fazla eleştirecek bir şey bulamıyor aslında. Benim üzerimden de Başbakan’ı yıpratır mıyız diye düşünüyor olabilirler.Tabii AK Parti içinden de belki bazı insanları rahatsız etmiş olabilir. Onlar dışarıdan yapıldığı zaman daha rahat karşılıyorlar bazı eleştirileri; ama içeride, yüksek sesle konuşulduğunda rahatsız olabilirler. Bu da bir kültür meselesi. Bunu da ben normal karşıladım. Biz genel olarak çok özeleştiriye açık bir toplum değiliz. Özeleştiri yaptığımızda da bunun olabildiliğince kapalı kapılar ardında kalmasını istiyoruz. Bu tür alışkanlıklar belki yadırgattı. Ama benim açımdan olay geçmişte söylediğim şeyin sorulduğunda tekrar söylenmesinden ibaretti. Yoksa onun ötesinde bir şey değil.
-Robert Kolej’den mezun olup, lisans eğitiminizi Boğaziçi Üniversitesi’nde aldınız. Boğaziçi’nin entelektüel kimliğinizdeki yeri nedir?
Açıkça söylemek gerekirse Robert’inki daha fazla. Lise, daha kendi iç tutarlılığı olan bir ekoldü. Biz tam geçiş döneminde olduk. Eski, Boğaziçi olmadan, o zamanki adıyla Robert Kolej üniversitenin de adıydı tabi. O zaman çok daha az insanlı, daha kendine has bir yapısı vardı üniversitenin. Biz ilk Boğaziçi mezunlarıyız. O dönemde yavaş yavaş bir genişleme oldu. Ama yine de eski ve yeninin bir karışımı bir hali vardı. Yani şu var: Boğaziçi diye düşündüğüm zaman akademik yönü açısından çok üstün bir şey hatırlamıyorum. Benim üzerimde iz bırakan şey akademik tarafı değil. O eskiden aldığı geleneğin epeyce özgün bir ortamda harmanlanması, bunun insanların kişiliklerini geliştirmelerine izin verecek şekilde sunulması. Bu, lise kısmının da en önemli özelliğiydi. Şu anda da aklımda kalan, “benim üzerimde ne iz bırakmış” diye düşündüğüm zaman bu özelliği daha ön planda.
-Biraz da şimdisine gelelim. Yusuf Kaplan’ın bir yazısı oldu bu konuda: “Erdoğan’a 20 öneri” yazısında Boğaziçi, ODTÜ gibi okulların kapatılmasını önermişti. Son dönemde iktidara yakın çevrelerden bu yönlü eleştiriler var. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Hükümetin bu tür eleştirileri ya da önerileri ciddiye aldığına hiç tanık olmadım. Bu tür fikirler var ama bu fikir Boğaziçi’yle ODTÜ’yle alakalı bir fikir değil. Bu fikir, şu anda İslami dünyada yeni bir benlik arayışının sonucu olarak ortaya çıkmış olan bir fikir. Yani “Biz kimiz? Biz nasıl biz olabiliriz? Dolayısıyla bize benzemeyen öğelerden sıyrılmamız lazım mı değil mi?” Buradan giderek de “Yabancı okullar bize benzemeyen öğelerin bir kısmı mıdır? Yabancı okulların değişmesi ya da bir şekilde dönüştürülmesi Türkiye’yi bir şekilde daha kendi kültürü üzerine kurulu bir ülke yapar mı?” Buna benzer şeyler tartışılıyor. Sadece üniversite kavramına oturtulan bir eleştiri değil bu. Yani Boğaziçi Üniversitesi hala en iyi üniversitelerden birisi. Sonuç olarak kaybedilmemesi gereken bir imkan Türkiye açısından.
-Türkiye AK Parti’yle beraber büyük bir değişim yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Nedir bu değişim? Bu değişimi, sadece Ak Parti’nin 2023 hedeflerinden, “Yeni Türkiye” olarak adını koyduğu siyasi icraatlerden mi ibaret, yoksa bunu aşan daha farklı bir değişim mi var? Siz nasıl tanımlarsınız?
Bir kere bir sosyolojik değişim var. Sosyolojik değişim bütün grupları etkiledi. Eski Ülkücüler, eski Ülkücüler gibi değil. Yani en azından çoğulculaştılar. Kendi içlerinde parçalandılar. Mesela bazıları Kürt Meselesi’yle ilgili çözümü destekleyebilir. Halbuki, ideolojik olarak böyle bir şey olmaması lazım. Aynı şekilde laik kesimde, bir yeni demokratik arayış ortaya çıktı son on yılda. AK Parti’nin önemi şu: En büyük değişim İslami kesimde yaşandı ve de o yaşanan değişimin siyasi bir karşılığı oldu. Aynı siyasi karşılık laik kesimde olsaydı, CHP dönüşseydi, biz belki bugün CHP’yi konuşuyor olacaktık, Türkiye’nin taşıyıcısı olarak. AK Parti, gerçekten çok radikal sayılabilecek bir sosyolojik dönüşümün üzerine oturdu. Sörf yapan bir sörfçünün nasıl büyük bir dalgayı yakalaması gibi AK Parti de İslami kesimdeki o büyük dönüşüm dalgasını yakalayıp kendini onun üzerinden bir sonraki dalgaya attı. Bunu yaparken de bilinçli yaptı. Belki de kritik şeylerden birisi de buydu. Çünkü bazen tarih önünüze bir şey çıkartır, yaparsınız sonra dönüp baktığınızda bu imkanı ne kadar kullandığınızı sorgulamanız gerekebilir. AK Parti işin başında zaten kendisinin niçin var olduğunu biliyordu. Liderlik kadrosu buna çok vakıftı. Hala öyle. Bu da AK Parti’yi sürekli olarak alternatif kılıyor. Hatta şu sıralar tek alternatif kılmaya başladı. Öyle gözüküyor ki misyonunu tamamlayana kadar hem parti olarak hem de dönüşüm anlamında bir rakip çıkmayacak. Dolayısıyla buna baktığımız zaman bu sadece AK Parti’nin başarısı gibi değil, bu bir tarihsel moment. Bu tarihsel momentte İslami kesim bir atak yaptı, laik kesim buna gerekli cevabı veremedi. Böyle olunca da bir asimetri oldu. Yani muhalefetin bir gelecek tahayyülü yok Türkiye’de. Esas problem o. O yüzden insanlar ya oy vermiyorlar ya da AK Parti’yi sevmedikleri için oy veriyorlar. Bu da iyi bir siyasi parti yapmıyor onları.Bu gelecek tahayyüllerinin olmamasının nedenlerinden biri de bizzat laik kesimdeki sıkışma. Laik kesim birden bire bir şokla karşılaştı. Çok fazla fark edilmemiş imtiyazlara alışmıştı laik kesim. Yani birtakım imtiyazları kullanıyorsunuz ama onların imtiyaz olduğunu anlamıyorsunuz, onlar size normal, doğal hayatın parçası gibi geliyor. Sonra birden kamusal alan genişliyor. Yepyeni insanlar giriyor, artık siz o eski imtiyazlarınızı kullanamıyorsunuz. Bu da psikolojik sıkıntı yaratıyor. Psikolojik olduğu için buna siyasi bir cevap vermekte zorlanıyorsunuz. Böyle olunca AK Parti’nin eli çok rahatladı aslında. AK Parti zaman zaman eksik de yapsa zaman zaman yanlış da yapsa ana tabloda başarılı olmaya devam etti, o kadar geniş kitlelere yeni imkanlar sundu ki o geniş kitleler bunu elinden kaçırmak istemiyor. Dolayısıyla da AK Parti’yi desteklemeye devam ediyor. Bu başarı hikayesi var ama bu başarı 3-5 kişinin kişisel olayından kaynaklanmıyor. Hem bir büyük dönüşüm, hem de bu büyük dönüşümde bazı kesimlerin yetersiz kalması.
-Al Jazeera Türk’e verdiğiniz bir röportajda muhafazakar kesimde özellikle gençlik üzerinden değişim ve siyasetle kurulan ilişkiden bahsetmiştiniz. Bir de seküler kesime bakalım. Yani seküler kesimin, özellikle gençlerin, yeni gelen kuşakların, siyasetle olan ilişkisini nasıl tanımlanacak? Nasıl bir değişim içerisinde? Daha politize mi yoksa daha küskün mü?  
Laik kesimde şöyle bir sıkıntı var. Toplumu tanımıyor. Toplumla çok iç içe değiliz ve kompartmanlar halinde fazla uzun süre yaşamış durumdayız. Ve de bize benzemeyenin kültürünü, yaşam biçimini, alışkanlıklarını, halini, tavrını, selam verme biçimini, oturup kalkmasından tutun da her şeyini yadırgatıcı bir tavır olarak algılıyoruz. Bu kesimin çocukları da doğal olarak bunu ailelerinden alıyorlar. Siyasete müdahil olmayı zorlaştıran bir durum bu. Çünkü siyaset demokratikleştikçe, çoğulculaştıkça size benzemeyen, burada laik-muhafazakar kesimlerin sosyolojisine baktığınızda sadece size benzemeyen değil, sizin hor gördüğünüz insanlarla berabersiniz. Bu da öyle kolay olacak bir şey gibi gözükmüyor bir çok insan için. Dolayısıyla bir içe kapanma yaşanıyor. Şimdi bu içe kapanma Türkiye bağlamında yaşanıyor ama küresel olarak gençler şimdi bütün dünyayla muhataplar. Kendi odalarına girdiklerinde dünyaya açılabiliyorlar. Sokağa çıktığında içine kapanan eve girdiğinde dünyaya açılan bir insandan bahsediyoruz. Tabi herkes böyle durumlarda daha kendine uyan, kolay yolları seçer. Gördüğüm kadarıyla da laik kesimin genç insanları şu anda küresel dünya vatandaşı olmaya doğru bir eğilim taşıyorlar kendi içlerinde, ama aynı zamanda da Türkiye’ye yabancılaşma riski taşıyorlar. Bu ikilem şöyle çözülür, böyle çözülür demek mümkün değil, bunu yaşayarak göreceğiz. Şu anda benim gördüğüm kadarıyla bu tür ikilemler yaşayan ama tek tek baktığımız zaman giderek daha iyi eğitimli, ufku açık bir çok insan var. Şöyle bir eleştiri yapmak mümkün: Laik kesim, biraz kategorik söylersem vurucu olması adına, siyasetten hiç anlamıyor. Bunu öğrenmesi gerekiyor. Bu, tabii kendi kendine oturup öğrenilecek bir şey değil, bu grup halinde eylem içinde konuşarak vs. olabilecek bir şey. Zamana yayılarak olabilecek bir şey. Ben o yüzden bir sonraki neslin, 10 yıl içinde gelecek olan laik kesim neslinin parçalı olacağını düşünüyorum. Bir bölümünün tamamen apolitik, bir diğer bölümünün de şu anda olmadığı kadar siyasetin içinde olacağını düşünüyorum.
-Türkiye’de bir kutuplaşma da var aynı zamanda değişimlerin ve politikaya farklı duruşların da yarattığı. Bunun kaynağı nedir? Toplum ikiye mi bölünmüş, yoksa medya, siyaset ve sivil toplum alanlarından ibaret bir kavga mı?
Bu kutuplaşmanın çok temel bir nedeni AK Parti’nin hazmedilememesi. AK Parti hazmedilemediği için 2002’de geldiğinden beri devamlı Ergenekon, Balyoz, kapatma davası, 367 kararı, 27 Nisan…Koyduğunuz zaman ardarda, on sene içinde bu kadar çok engelleme girişimi, herhalde, başka hiçbir zaman hiçbir yerde olmamıştır. AK Parti de buna karşı kavga etti. Kutuplaşma dediğimiz şey haliyle ortaya çıkıyor. İki taraf var, ikisi de birbirinin bel altından vurmaya çalışıyor, yani ikisi de ayakta durmaya çalışıyor. Özellikle AK Parti için hayat memat meselesiydi bu. Fakat bu kutuplaşma AK Parti’nin kendi tabanında çok mevcut değil. Yani AK Parti tabanı kendini kutup gibi hissetmiyor. Laik kesim öyle hissediyor. Kendisini kutup hisseden kutuplaşıyor aslında. Sosyolojik olarak AK Parti rahatlamış durumda, bugün Türkiye’de kendilerini normal görüyorlar. Ve “herkes olsun, hani herkes gelsin, çoğulculuk olsun” diyorlar. Ama Parti öyle davranmadı ve Parti kendini savunmak ihtiyacı hissetti. Ve bu da doğal olarak medyaya yansıdı çünkü medya çok fazla siyasete sıkışmış Türkiye’de. Toplumda ne olup bittiğiyle ilgili bir medya değil, hiçbir zaman da olmadı zaten. Hatta siyaset bile dememek lazım, bazı siyasi aktörler ne diyor, sırf bunun üzerinden, üç beş kişinin demeçleri üzerinden gündem yaratmaya çok alışık bir medya. O öyle yapınca da Tayyip Erdoğan bunu kullandı. Bu sayede de gerilimi ayakta tuttu. Bu gerilim Türkiye’nin geneline AK Parti tehdit altında mesajını verdi. Bu mesajla da AK Parti’ye olan oylar arttı. O yüzden yani AK Parti açısından bakıldığı zaman çok rasyonel bir durum bu. Hele bu son üç seçime doğru giderken daha da anlaşılır bir durum. Hele bu son üç seçime giderken Gezi’nin başka bir olaya doğru dönüştürülmesi, sonra 17-25 Aralık süreci ve hatta şu aralar Anayasa Mahkemesi’nin baraj tartişması vs. bütün bunlar tabanda AK Partiyi daha da korumamız lazım duygusu uyandırıyor. Öyle olunca da ister adına kutuplaşma diyin, ister başka bir şey diyelim, bu bölünme AK Partiye yarıyor ve AK Parti’nin de buna bir itirazı olmadığı sürece de devam ediyor. Medya ve sivil toplum ise zaten gerçekte siyasetle haşır neşir olmadığı için, hem alışkanlıklar böyle olduğu için, hem de kendisini siyasi aktör sandığı için bu tür bir çizgi izliyor ve o zaman da bu noktaya geliyoruz.
-Geleceğini nasıl görüyorsunuz bunun?
Seçimden sonra ben bunun radikal bir biçimde değişebileceğini düşünüyorum. Birden bire olmaz ama önümüzdeki seçim AK Parti aynı şekilde kazanırsa, bir iki yıl içinde, önce iş dünyasının önemli bir karar vereceğini düşünüyorum. İş dünyası biraz ortada kaldı, özellikle merkez iş dünyası diyelim, büyük holdingler vs. Çünkü onlara sürekli AK Parti’nin gidici olduğu söylendi. Onlar da tam bilemediler ama onlar bilemeyince yeni iş adamları geldi, alana girdi ve daha başarılı olmaya yürüdüler. Eğer AK Parti bu seçimleri de böyle kazanırsa merkez iş dünyasının “AK Parti’yle beraber yaşamayı artık kabul edelim, ona uygun davranalım” diyeceğini sanıyorum. Zaten ufak ufak bunun adımlarını da görüyoruz. Mesela Koç grubu hükümete, bir sene öncesine göre, epeyce daha yakın davranıyor . Bütün büyük gruplar öyle. Geçen gün başbakan Koç grubunun fabrikasının açılışına gitti. Orada bu değişiklik olduğunda, ben medyanın da değişeceğini düşünüyorum. Medya birebir bağlı sermaye yapısına. O yüzden de medyanın hem dil olarak hem insan malzemesi olarak kendini buna adapte edeceğini düşünüyorum. Muhtemelen, Davutoğlu dönemiyle beraber zaten dili yumuşatacaktır. O yüzden de şu anda bu kutuplaşmanın bitmesi dediğimiz şey bir tür çoğulculaşma olacak bence. Gene tabii çok radikal uçlar olacak Türkiye’de, onlar ayrı.
-Çözüm süreci halkta bir umut yarattı ama şu anda bir muğlaklık var. İnsanlar çözüm sürecini destekliyor, fakat içeriğini, ne olacağını, ne gibi reformlar geleceğini ne istikamette gideceğini bilmiyor. Çözüm süreciyle ilgili önümüzdeki günlerde ne beklemeliyiz ve neler yapılıyor?
Çözüm Süreci’nin çok önemli bir başarısı var. Toplumu buna psikolojik olarak hazırladı, toplum buna sahip çıktı. Toplum eski günlere dönmek istemiyor, bu çok önemli bir teminat. Siyasi aktörleri halk zorluyor. Yani “düşün, anlaş, iyi bir şey yap” diyor. Buna bağlı olarak da şiddet tamamen kaybetmiş durumda. Bunu da bu 6-8 Ekim Olayı’ndan sonraki saha çalışmalarında görüyoruz . Daha ağustosta yüzde on almıştı Demirtaş, birden bire tekrar yüzde altıya indi oy. Yani toplum böyle bir şey istemiyor, toplum bu tür kendini kandırılmış hissediyor bu tür olaylar olduğu zaman. Sorumluluk sahibi gibi davranmalarını istiyor. O sorumluluğu taşımalarını istiyor aktörlerden. Tabii bu işler deneyimle oluyor. Dünyanın her yerinde de böyle oldu, İrlanda’ya baktığın zaman tamamen anlaşıp bittikten sonra savaştılar, bir iki kere böyle yaptılar.Türkiye’nin oraya döneceğini ben artık düşünmüyorum. Eninde sonunda anlaşmak zorunda olduğunuz duygusuyla yaşanacak olan bir süreç olarak görünüyor önümüzdeki süreç. Tabii esas kritik ve şu anda da problem yaratan nokta örgütün ne olacağı. Çünkü sonuçta temel haklar verilecek zaten, Türkiye o eşiği geçti. Hükümetin de öyle bir bariyeri yok fikren. Türkiye daha demokratik bir toplum olacak. Ama daha demokratik bir toplum demek daha çoğulcu olmak demek. Herkesin siyasete girdiği, herkesin kendi değişik fikriyle kamusal alana çıktığı bir yer. Ve demokrasi belirsizliği de getiriyor. Demokrat bir düzen bir sonraki adımın ne olacağını bilmediğimiz bir düzendir. Çünkü insanların ne talep edeceklerini bilmiyoruz, nasıl tartışacaklarını bilmiyoruz, nasıl anlaşmaya varacaklarını bilmiyoruz. Oysa demokrasi belirsizliğe razı olmak, o kadar güçlü hissedebilmektir. Burada da aktörlerden biri, örgüt, belirsizliğe hazır değil. Çünkü o hep örgüt olarak davranmış; yani örgüt karar vermiş halkın ne istediğine, toplum için neyin iyi olduğuna vs, şimdi bu tür bir ortam geldiği zaman seçimlere girecek. Başka partiler çıkacak birini alacak, birini alamayacak… Hatta belki de pkk-hdp çizgisi içinde ayrışmalar olacak. Her siyasi partide olduğu gibi çatlak sesler çıkacak. Buna psikolojik olarak hazır değiller. Bunu daha da komplike hale getiren şey Orta Doğu. Rojava ortaya çıkınca bağımsız bir Kürt devleti daha olabilir mi sorusu ortaya çıkıyor, deneniyor bu. Ondan sonra kaybetme riskiyle büyük bir psikolojik travma yaşanıyor. Şunu da belki görmek lazım. Bugün kendisine Kürt liderleri diyen insanlar şu soruyu muhtemelen soruyorlar kendilerine: “eğer biz bugün bağımsız bir Kürt devletini reddedip tamamen Türkiye’ye entegre olan bir yeni düzen yaratırsak, 20 sene sonra bazıları bizi sizin elinize fırsat geçmişti kullanmadınız” diye suçlarlar ise cevabımız ne olabilir. Şimdi bu psikolojik bir baskı ve muhtemelen bunu düşünen insanlar var bu yapının içinde. O yüzden de kendi içlerinde öyle kolay bir şekilde barışa yürümek mümkün olmayabiliyor. Güven sorunu da zaten tam olarak halledilmese bile artık sorun değil. Çünkü toplum zaten bunu sahipleniyor. O yüzden de çözüm sürecinin nereye gideceği belli. Engellenebilir mi? Engellenebilir, kolay da engellemek çünkü böyle şeyleri. Hani durdurabilirsiniz bir süre ama sadece bir süre. O süre geçtiği zaman daha da büyük bir ivmeyle çözüme doğru gider yani olay. O yüzden evet, çözüme gideceği kesin bence.
-Yol haritasında reform olarak planlar var mı? Ana dil talepleri gibi?
Temel insan hakları bağlamında olan şeyler var. Onlarda bir soru işareti olabileceğini sanmıyorum. Eninde sonunda o seviyede bir demokratik düzene zaten geçilecek ve geçilmek de isteniyor. Daha ziyade örgüt ve liderlik kadrosu ne olacak, bu yapı ne olacak, nasıl çalışacak gibi sorular bir pazarlık konusu olabilir ve ucu açık konular. Burada da iki taraf anlaşacak, dışarıdan üçüncü bir şahsın gelip “siz yanlış anlaştınız” demesinin bir mantığı yok.
-Son zamanlarda Edirne Valisi’nin Dursun Şahin’in Edirne Sinagog’uyla ilgili ifadeleri tepki çekti. Bir yandan 1915’in 100. yılı yaklaşıyor. Türkiye’de Devlet’in azınlıklarla ilişkisinin normalleşmesi adına ne yapılmalı, hükümetten ne beklemeliyiz?
Tabi bu 100 yılın, 150 yılın meselesi. İşin arka tarafında bir zihniyet darlığı var, bu zihniyet darlığı bürokrasi üzerinden devlete sinmiş. Bu devlet bayağı tutucu bir devlet. Siyaset, o devleti öyle kolay kolay, birdenbire dönüştüremiyor ama şu anda onun sancıları çekiliyor. Yani şunu söyleyebiliriz, Türkiye yeni bir döneme hazırlanıyor. Yani bu “Yeni Türkiye” diye çıkarılan söz bir hayali ifade ediyor. Bu hayali veri aldığımız zamanda Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde bu tür haklar, bu tür olaylara devletin bakışı ne olması gerekiyorsa Türkiye muhtemelen önümüzdeki 10 yıl içinde, hemen hemen her alanda, her kimliğe karşı bu mesafeye geçecek. Dolayısıyla bu tür problemler bitmiş olacak. Bu bugünkü yaşayan insanlar için. Tabi 1915 meselesi sadece tarihsel bir mesele değil. 1915 meselesi bugün yaşamakta olan insanları da ilgilendiriyor, tazminat gibi şeyler var. Aynı zamanda devletlerarası da bir meseleye dönüşmüş. O yüzden de bunların çözümü bir etik, ahlaki norm üzerinden olmuyor. Bunların çözümü güç ilişkileri, pazarlıklar vs. üzerinden oluyor. Sadece bir Türkiye’nin tarihsel ayakbağlarından bahsediyor değiliz.

-Peki kendi bünyemizdeki azınlıklarla ilgili olarak bir normalleşme için siz bir yüzleşmeden bahsediyordunuz. Bu bir tramva yaratır mı? Nasıl bir yüzleşme lazım? Neler olacak ilerleyen günlerde?
Bence o tramva noktasını geçtik. En tramvatik olabilecek olanı, bir açıdan bakıldığında Ermeni meselesiydi, bir açıdan bakıldığında Alevi meselesi olabilir, tabanda. Ama şu anda görülen şey Türkiye toplumunun ufku açılıyor hızla. İnsanlar, başka insanlarında kendileri gibi yaşamasının, aynı haklarda yararlanmasının en doğal şey olduğu kanaatine doğru hızla geliyorlar. Dolayısıyla ben problem olacağını sanmıyorum, aksine tabandan büyük bir teşvik de gelebilir. Çünkü sevinen insan sayısı, üzülenden çok daha fazla olmaya doğru gidiyor böyle şeylerde. Bu sevinen insanların sesini duyma şansımız da artıyor. En basitinden Ermeni meselesi etrafında baktığımız zaman restore edilen kiliseler, Anadolu’daki insanın hali tavrı, kendi akrabalarının Ermeni olduğunu keşfeden insanların bunu açıkça söyleyebilmeleri falan gibi faktörlere baktığımız zaman yani böyle bir tarihsel olarak bakıldığında beklenmedik bir rahatlama olduğunu anlıyoruz.
-Son on iki yılda AK Parti hükumetlerinin ekonomi politikaları bazen övgü, bazen de çok sert eleştiriler aldı, özellikle son zamanlarda. İnşaat ve maden sektöründe son zamanlarda yoğun eleştirilere hedef oluyor. Onun dışında katma değerli, rekabetçi, inovatif bir ekonomi de talep ediliyor, yapısal bir değişime ihtiyaç var deniyor. Hükumetin nasıl bir vizyonu var, neler öngörüyorsunuz?
Şu anda hükumet sıkı bir biçimde çalışıyor. Ali Babacan geçen günlerde bir basın toplantısı yaptı. Daha önce de Başbakan, geniş bir dönüşüm programı açıklamıştı. Bunlar birbirine bağlı şeyler. Muhtemelen bunun devamı da olacak. Çok dar alana inecek kadar sektörlerin alt sektörlerine inecek kadar hazırlanmış bir makro planla seçim sonrası döneme hazırlanıyor şu an hükümet. Dolayısıyla sorunların farkındalar. Türkiye’nin dünyadaki bu depresyon durumundan etkilenmesi nedeniyle de farklı bir atılım yapması gerektiğinin de bilincindeler. Türkiye gördüğüm kadarıyla şu anda kendisinin lehine kullanabileceği bir avantaj yakaladı küresel dünyada. Bunun peşini bırakma niyetinde değil. Buradan tutup kendini daha yukarı çekmek isteyecek. Ekonomi yönetimi bu anlamda belki de tüm AK Parti performansına baktığımız zaman en tutarlı, en fazla tecrübe biriktiren ve bunun üzerinden politika üreten bir kaç daldan biri oldu. Hala aynı kadro yönetiyor. Dolayısıyla bu bilincin orada olduğunu söyleyebilirim. Yolsuzluklar ve ihmallerle de ilgili zaten Ali Babacan’ın söylediği şeyde vardı. Bir dizi yeni kural getiriliyor.Yolsuzluk olayı AK Parti yönetiminde yapıldığı için, ya da hangi yönetim olursa olsun, o yönetimi sorumlu tutmak normaldir. Ama bu yolsuzluk olayları varsa bile, ki irili ufaklı olarak gazetelerin yazdığı kadarıyla bile bir sürü var görüyoruz, bunlar AK Parti’nin yaptığı yolsuzluklardan ziyade AK Parti suistimal edilerek yapılan yolsuzluklar, büyük kısmı. AK Parti bir yetki veriyor. Yetkiyi kullanan suistimal ediyor. Denetlemesi gereken bürokrasi ise görevini yapmıyor. Dolayısıyla bir süre sonra sizin hayal ettiğinizin çok ötesinde bir sonuç çıkıyor. Bu sonucu hükümet olarak taşımak zorunda kalıyorsunuz. AK Parti bunu yaşayarak öğrendi, bence bir kırmızı çizgi oraya çekilecektir.
-AK Parti’nin bir yandan seçimlerde olsun, bir yandan taban desteği gibi konularda olsun; bu yolsuzluklara müsamahası olmuştur diyebilir miyiz?
Bu sosyolojik bir olay. AK Parti hükümete gelirken büyük bir yığın da Türkiye’nin sosyal, ekonomik, politik kamusal alanına doğru yürüdü ve orada kontrol etmeniz çok zor olan yeni bir dünya ortaya çıktı. Tabiri caizse bu insanlar geçmiş engellenmişliklerinden ötürü bir miktar, “aç” olarak kamusal alana geldiler. Siyasete aç, siyasi güce, fonksiyonlara aç, kültürel alanda kendi sesini duyurmaya aç ve ekonomik aktörler de ekonomik olarak aç. Onlar da mesela kendilerini yeterli hissetmelerine rağmen yıllarca ihale alamamışlardı. Şimdi birden bire bu genişlemeyle beraber bu imkana sahip oldular. Artı milli gelir üç misline çıktı, pasta üç misline çıktı. Anormal bir yatırım hamlesine girdi AK Parti. Dolayısıyla da müthiş bir imkan yaratıldı, bu yeni sermayedar sınıfa. Öyle baktığımızda, belki de, zaman yolsuzluklar göreceli olarak çok az. Binlerce yeni girişimden bahsediyoruz. Onların içinden yüzde üçü beşi sapma yaşamışsa bunu da kontrol edemedi bir biçimde sistem. Bu sırf AK Parti sistemi değil, çünkü bütün bir bürokrasisiyle edemedi. Ama burada şunu da söylemek lazım, Türkiye’de siyaset ahlaki bir, özellikle yerelde, normun gerektiğine daha yeni yeni geliyor. Çünkü yıllarca öbür türlü olmuş. Yerelde siyasetçi denen adam yıllarca birine iş bulan, ötekine kapı açan adam olmuş. Siyasete de bu yüzden girmişler. Bu bir gelenek haline gelmiş. Böyle bakmayanlar da siyasetin dışında kalmışlar. Şimdi ancak yeni bir ruh, yeni bir sosyolojik tabanın daha ahlaki normlarla siyasete girmesi söz konusu. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk 10 yılının ben bir karışım olduğunu düşünüyorum dışarıdan baktığım zaman. Ahlaki olanla, eski siyasetçi kavramının yan yana gelip iç içe geçip melez bir şey üretmesi olarak görüyorum.
Cem Aksoy / cem.aksoy@buik.net
Merve Dumanlı / merve.dumanli@boun.edu.tr
Sinan Kırçova / sinan.kircova@boun.edu.tr

Yorumlar kapatıldı.