İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İnkarın yüzyılı nasıl başladı?

100. yıla girerken… ERMENİ SOYKIRIMI 1. bölüm
Ragıp Zarakolu
Ankara Hükümeti, Batı’dan bir ülke ile ilk diplomatik anlaşmayı da 1921 yılı Haziran’ında Fransa ile yaptı. Fransa, soykırımdan sağ kalanları yurtlarına dönmeye çağırmış, şimdi ise onları yalnız bırakmıştı. İngilizlerin daha sonra Ermenilere ve Yunanlılara yapacağı gibi… 99 yıl sonra ilk kez bir Türkiye Başbakanı, 24 Nisan tarihinde resmi bir mesaj yayınlayarak Ermeni halkından, 1915 yılında yaşamını yitirenlerin daha sonraki kuşaklarının acılarından dolayı taziyelerini bildirdi. Bir özür söz konusu olmasa bile, en azından ilk kez bir Türkiyeli devlet adamı, hiç olmazsa insani bir davranışta bulunarak başsağlığı diliyordu. Ben bunu önemli bir başlangıç olarak görüyorum, arkası gelmese bile; aynen Dêrsim Kıyımı’ndan dolayı biçimsel de olsa özür dilemesi gibi.

24 Nisan anmaları, dünyanın önemli ritüellerinden biri haline gelmiş vaziyette. Türkiye de son yıllarda, anmaların yapılabileceği günleri gördü. Bunu başlatan İnsan Hakları Hareketine teşekkür borçluyuz.
Oysa dünyada ilk soykırım anması, 24 Nisan’da Ermeni aydınlarının toplu tevkifatıyla başlayan, aslında uygulamaları ve etkileri günümüze gelen “temizlik” hareketinin ilk anması, sürecin başladığı İstanbul kentinde düzenlenmişti. Mütareke sonrası soykırımdan sonra ilk kez bir araya gelen Ermeni toplumu, 1919 yılı Nisan ayında 3 ayrı kilisede kurbanlarını anma olanağına sahip olmuştu.
Bu anma sırasında soykırımdan sağ kurtulan Ermeni yazar ve yayıncı Teotig, “11 (24) Nisan Anıtı” başlıklı kitabını dağıtacaktı. Belki tarihte ilk toplu tevkifat, yargısız infaz ve kayıplar belgesi olarak insan hakları hareketi açısından da önem taşıyan bir kitapla, yitirilen Ermeni aydın, yazar, gazeteci, doktor, yayıncı, eczacı, iş adamı ve diğer meslekten toplum elit tebası mensubu kurbanların isimlerini ebedileştirmişti. Bu kitap da, Osmanlı başkentinden basılmıştı.
Başka şeyler de olmuştu başkentte. Talat Paşa’nın da mensubu olduğu Osmanlı Parlamentosu, kendi bünyesinde
en azından soykırıma ilişkin bir soruşturma komisyonu kurmuş, rapor hazırlamış, tartışmalar yapmıştı. Bunun da ötesinde, askeri mahkemelerde Ermeni Tehciri’nin kimi sorumluları yargılanmaya başlanmış, mahkum olmuş, hatta cezaları infaz edilmişti. Bu arada asıl politik sorumlular olan İttihat ve Terakki Fırkası Hükümeti mensupları gıyaplarında yargılanmış ve Talat, Enver ve Cemal Paşalar, idam cezası almıştı. Daha geniş miktarda soykırım zanlısı ise tutuklanarak cezaevine konulmuş; bu kişiler daha sonra güvenlik nedeniyle Malta Adası’na aktarılmışlardı.
Ancak bu “Türk Baharı” kısa sürecekti.
Soykırım sonrası yeni dünya düzeni
Son anayasal İstanbul Hükümeti, 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan Hükümetleri gibi İttifak Ülkeleri ile önce ateşkes anlaşması yaptı; sonra ise savaş sonrası yeni uluslararası sistemi belirleyecek olan 1919 Paris Barış Antlaşması’nın görüşmelerine katıldı. Sonunda Sevr Anlaşması’nın ağır cezalandırıcı koşullarını kabul etti. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın kabul ettiği ağır koşullu barış antlaşmaları gibi. Maddeler arasında, bir Ermenistan ve Kürdistan’ın kurulması da vardı. (Ancak o sırada Müttefikler İstanbul’u işgal edip Parlamento’yu kapattığı için bunu onaylayacak bir Meclis yoktu. Yeni Meclis işgalden bir ay sonra Ankara’da açıldı ve bu antlaşmayı onaylamadığını bildirdi. Yani Sevr, daha doğduğunda kadük kalmış bir anlaşma idi.)
O dönemin uluslararası camiada en gözde kavramlarından biri olan “kendi kaderini tayin hakkını“ özellikle ABD Başkanı Wilson öne çıkarmıştı. Bu kavrama Sovyet Devrimi de sahip çıkmış, bu ilke çerçevesinde farklı milliyetleri kendi etrafında toplamıştı. Bunun anayasal bir hüküm olması, 90’lı yıllarda Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerini kolaylaştırmıştı. Wilson, Ermenilerin ve Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına gönülden sahip çıkmıştı. Hatta Kemalistler de, 1919 yılında ilk çıkışlarını yaparken Wilson’un bu ilkesine dayanarak kendi meşruluklarını sağlamaya çalışmışlardı. Ama Wilson Avrupa’dan gönlü kırık ayrıldı. İngiliz ve Fransızların paylaşım hırsları karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Bir süre sonra siyasal olarak da tasfiye oldu ve ABD de ne haliniz varsa görün diyerek izolasyonist bir politikaya yöneldi. Wilson Ermenistan’ı manda sistemi altında güvence altına almak istiyordu ama o zamanın ABD siyaset alemi 1. Dünya Savaşı’ndan sonra hiçbir yeni yük almaya istekli değildi. Armen Garo’nun başlattığı Chaster projesi de, bu kez Kemalistlerle hayata geçirilmeye çalışıldı ama İngilizlerin Musul’u kimseye koklatmayacağı anlaşılınca tozlu raflara terk edildi.
Ancak bu ilkenin benimsenmesine karşın Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları mirası üzerinde ulus devletlerin yükselmesi, çok can yakıcı “azınlıklar” sorununu gündemin en başına yerleştirecekti. Çöken Rus Çarlığı’ndan sonra ise halkları eşitlik temelinde bir arada tutan, Sovyet Cumhuriyetleri projesi olacaktı.
Osmanlı İmparatorluğu mirası üstünde yükselen yeni Türkiye Cumhuriyeti de, kendi uluslararası meşruiyetini Wilson’un da, Lenin’in de savunduğu “kendi kaderini tayin hakkına” dayandıracak, Türklerin de kendi kaderini tayin hakkı olduğunu, Türklerin de İmparatorluğun mazlum halkları arasında olduğunu savunacaktı. Hatta bir adım daha ileri giderek Kürt halkının da temsilcisi olduklarını, bir özerklik planına sahip olduklarını açıklayacaklar, bu sayede savaş sonrası Ermeni Soykırımı nedeniyle cezalandırılma endişesi altında olan Kürt egemenlerinin büyük çoğunluğunun desteğini alacaklardı.
Yerli halklar ‘azınlıklaştırıldı’
Dolayısıyla daha ilk kuruluş anlarında, “Türklerin kendi kaderini tayin hakkını” savunan Ankara Hükümeti, sıra çökmüş olan çok uluslu imparatorluğun eski tebası olan otantik yerel halkların bu haklarını talep etmesine geldiğinde, onların “azınlık” olduğunu, kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olmayacaklarını belirtecekti. Aynı coğrafi mekan üstünde hak talebinde bulunan halklar arasında kanlı bir savaşım yaşanacak; Türkiye Cumhuriyeti, bunun külleri üstünde yükselecekti.
Ankara Hükümeti, “anti-emperyalist” bir savaş yürüttüğü teziyle Sovyet desteği sağlamayı da başardı. Bir yandan da usta bir diplomasiyle Sovyetler Birliği ile İngiltere ve Fransa sömürge imparatorlukları arasında bir bariyer, tampon ülke olacakları vaadini de, Londra ve Paris’e iletmeyi başardı.
Antalya’ya çıkan İtalyan birliklerine, Anadolu’nun çeşitli yerlerine zaman zaman çıkan İngiliz birliklerine ya da Çanakkale Boğazı çevresi ve İstanbul’u askeri kontrol altına alan çok uluslu askeri birliklere söylemde “anti-emperyalist” Kemalistlerce tek kurşun sıkılmadı. Ancak Fransa’nın soykırımdan sağ kalan Ermenilere yurtlarına dönmeleri için garanti vermesi, Lejyonlarında Ermeniler yanında Afrikalıların yer alması, “ulusal onurun” ayaklanmasına neden oldu. Benzeri duygu, “eski teba” Yunanistan’ın İzmir’e çıkması ve Ege’den kovulan Rumları geri çağırması nedeniyle de isyan duygularının yaşanmasına neden oldu. Türk eliti, o zamanın “moda” uygulaması olan bir Amerikan mandası altında yaşamayı kabullenmişti. Güvenlik nedeniyle Rus İmparatorluğu topraklarında yeni kurulmuş Ermenistan Cumhuriyeti de, bir Amerikan mandasına gönüllü idi.
Sonuç olarak Sovyet Devrimi’nin 1922 yılında iç savaştan başarı ile çıkması, Ankara Hükümeti’ne son taarruz için ciddi bir destek sağlamasına neden oldu. İngiltere, ABD ve Fransa’nın 1919 yılında Sovyet Devrimi’ne müdahale girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Bir yandan da bizzat kendi ülkelerinde sisteme karşı başkaldırılarla yüz yüze kaldılar.
Bütün savaş sonrası Avrupa, genel grevler ve kısmi ayaklanmalarla çalkalanıyordu. 1. Dünya Savaşı yorgunluğu nedeniyle, kamuoyu yeni savaş maceralarına karşı idi. Fransa, Suriye’de Arap isyanları batağına saplanmıştı; İngiltere’de Irak’ta aynı sorunlarla cebelleşiyordu.
Halklar kimsenin umrunda olmadı
Kısacası kimsenin “Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın binlerce yıllık otantik halklarının kaderi ve geleceği ne olacak” diye bir endişesi yoktu. Kimyevi silahların savaş cephelerinde acımasızca kullanılması, Rusya’daki iç savaş ve açlığın yıkımları, Batı’yı Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Nasturilerin, Keldanilerin yaşadığı trajediyi görmezden gelmeye itecek; Ankara Hükümeti’nin soykırım ve etnik arındırma politikalarını fütursuzca uygulaması karşısında kayıtsız bir ruh hali içine sokacaktı. Oysa onlar artık, katliamlar karşısında güven içinde yaşayabilecekleri bir “yurt” sağlanması beklentisi içindeydiler sadece. Oysa hepsinin en fazla sağlayabildikleri ise göçmen kotalarının arttırılması oldu, Batı ülkelerinden. Zaten erkek nüfus kaybı nedeniyle emek gücüne de ihtiyaç vardı. (Soykırımdan sonra sağ kalanlar, Ankara Hükümeti altında ikinci kez kırıma uğradılar ve tehcir edildiler. Bunun sonucunda boy gösteren göç dalgası için ek alternatif, Kuzey Amerika ve Avrupa kotaları dolduğu için artık sadece Latin Amerika ve Avustralya kalmıştı).
1919 yılında “kendi kaderini tayin romantizmi” içinde Paris’e gelen Başkan Wilson, oradan büyük bir hayal kırıklığı ile dönecekti. Paris Barış Konferansı’na heyetler yollayan, o kargaşada çeşitli devletlerin delegasyonlarına dert anlatmaya çalışan Ermeniler, Kürtler, Süryani/Asuriler, sağır kulaklara seslenmeye çalıştılar. Oysa İngilizlerin ve Fransızların, Almanları ve Macarları ağır biçimde cezalandırmak ve yağmadan paylarını düşenleri kollamak dışında bir kaygısı yoktu.
“Kendi kaderini tayin hakkı ilkesine” aldırmadan, yeni sınırlar, Macarlar, Arnavutlar aleyhine, Romanya’yı ve Yugoslavya’yı suni biçimde şişirmek üzere çizilmiş, bu yeni ülkeler anında yoğun “azınlık hakları” sorunlarına boğulmuştu. Yeni ulusal devletlerde anti-semitizm başını almış gitmişti.
İlk ‘zafer’ Doğu ve Güney’de
Müttefikler, Osmanlı’nın tek düzenli ordusunun Doğu’da dağıtılmadan üslenmesini üstü kapalı biçimde onaylamıştı. Çünkü orada Sovyet Devrimi’nin yayılma tehlikesine karşı bir güçe ihtiyaç vardı.
General Kazım Karabekir’in düzenli birlikleri, daha sonra Ankara Hükümeti’nin elindeki tek düzenli ordu olacağı gibi yeni kurulan Ermenistan Cumhuriyeti’ni yenilgiye uğratmayı başaracak ve onu 1920 Aralık’ında ağır barış koşullarına razı edecekti. Zaten bir gün sonra da orası Sovyet Cumhuriyeti olacak ve Ankara Hükümeti ile Sovyetler’in imzaladığı 1921 Moskova Anlaşması, bunun onayından ibaret olacaktı. Moskova daha Mart 1918 Brest-Litovsk Anlaşması ile Rus Çarlığı vilayetleri olan, nüfusunun %49’u Ermeni Kars ve Ardahan’ı Türkiye’ye çoktan bırakmıştı bile. Bu ise Anadolu’daki soykırımın Kafkasya’ya taşınmasından başka bir anlam taşımıyordu. Sovyet Hükümeti, 2. Dünya Savaşı sonrasında, devrimin zor günlerinde Polonya, Romanya, Çekoslovakya ve Finlandiya’ya verdiği ekstra alanların hepsini geri alan bir restorasyonu başarıyla sağlarken Brest-Litovsk ile Türkiye’ye vermeyi kabul ettiği Kars-Ardahan’ı, Ermeni ve Gürcü Cumhuriyetleri adına geri almayı başaramayacaktı. Türkiye alelacele “Sovyet tehditi” bahanesiyle Yunanistan ile birlikte Batı’nın koruma şemsiyesine alındığı için.
1921 yılında “Ermeni tehditi” bertaraf edildiği gibi yeni kurulmuş olan TKP’nin liderleri, Ermeni kıyımının geçmişteki aktörleri tarafından Karabekir-Ankara işbirliğiyle katledilecek, Meclis’teki az sayıdaki sosyalist mebus tutuklanacak, sol eğilimli “Yeşil Ordu” adlı milis/çete karışımı güç tasfiye edilecekti. Ankara Hükümeti, aynı yıl Londra’da İngiltere’yle başlayacakları pazarlıklara, herhangi bir “sol” imajı olmadan gitmek istiyordu. Bu arada Fransa da 1921 Ekim’de Ankara Antlaşması ile Ankara’yı, Arap isyanına desteğini kesmesi koşuluyla resmen tanıyan ilk Avrupa ülkesi oluyordu.
1921 aynı zamanda Rumlara ve sağ kalmış Ermenilere yönelik tehcir uygulamasının yeniden başlatıldığı yıl olacaktı. 1919 yılı başında Mustafa Kemal, Ermeni kırımı karşısında eleştirel bir tavır alırken aynı yılın Mayıs ayında “Rumların” güvenlik sorunlarını çözme görevi ile yollandığı Samsun’a çıkmasından sonra yaptığı ilk iş, şahsi güvenliğini sağlamak üzere Topal Osman paramiliter güçlerini muhafız olarak atamak olacaktı. Ermeni kırımında rol üstlenen Topal Osman o sıralarda esas olarak Rum köylerini basmak, katletmek ve göçe zorlamakla uğraşıyordu.
1921 yılında ise Merkez Ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşa ile birlikte Pontos ve Koçgiri bölgesinde Rum ve Alevi Kürtlere yönelik “mezalimde” rol alacaktı. Bu mezalim, Ankara Meclisi’nde bile tepki ile karşılaşacaktı.
Fransız lejyonerleri ise Maraş, Urfa, Klikya ve Antep’te, düzensiz teşkilat-ı mahsusa birimlerinin saldırıları karşısında zorlanıyordu. Çünkü Arap isyanları nedeniyle arka cepheleri de güvende değildi.
Ankara Hükümeti, Batı’dan bir ülke ile ilk diplomatik anlaşmayı da 1921 yılı Haziran’ında Fransa ile yaptı. Fransa, soykırımdan sağ kalanları yurtlarına dönmeye çağırmış, şimdi ise onları yalnız bırakmıştı. İngilizlerin daha sonra Ermenilere ve Yunanlılara yapacağı gibi…
Paris Konferansı sonrası İngiltere, 13 Nisan 1919’da Kars’a asker yolladı ve kenti Ermenistan Cumhuriyeti kuvvetlerine teslim etti. İngiltere, Yunan ordusunun 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmasını destekledi, hatta talep etti. İstanbul’daki İngiliz makamları, bir yandan da General Mustafa Kemal’in Sultan Vahdettin tarafından “arta kalmış Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin zulmü altında” şikayet dilekçesi yollayan “Rum olan ya da olmayan ahalinin sorunlarının çözümünü ve asayişi sağlamakla görevli” olarak Doğu Karadeniz bölgesine yollanmasını onaylıyorlardı. Daha sonra Paşa’nın Samsun’a çıktığı 19 Mayıs, tarihi resmi bir bayram olarak ilan edilirken, aynı tarih, Pontos Rumları tarafından ise bir matem ve Pontos Soykırımı Anma Günü olarak ilan edilecekti.
1921 yılında İngiltere ile ilk diplomatik görüşmelerin başlaması, Moskova Anlaşması, Fransızlarla anlaşma, kağıt üstünde büyük bir Ermenistan ve küçük bir Kürdistan yaratan 1920 Sevr Antlaşması’nın bir yıl geçmeden çöp sepetine atılması anlamına geliyordu.
1919 çılgın yılında Ankara’da moda, kalpak giymek ve üstüne kızıl bir tepelik yaptırmaktı. Rusya’da Sovyet Devrimi’nin iç savaşta çar generallerine ve yabancı müdahalelere karşı direnmesi büyük bir umuttu. 2.Dünya
Savaşı’nda Stalingrad savaşının bütün Avrupa’da umudu canlandırması gibi. Ama 1921’de Kızıl Ordu ile ortak sınırı paylaşmak, ülke içinde Bolşevizm’in yarattığı sempati, bir “tehdit”ti. Ankara için direksiyonu Batı’ya yöneltmenin vakti gelmişti. Ama 1922 yılında, Yunan ordusunu İzmir’in sivil halkı ile birlikte Ege’ye, müttefik donanmasının kayıtsız gözleri önünde döküp İzmir’i yakarken arkasına Sovyet desteğini almayı da ihmal etmeden.
Sonuç olarak Türkiye açısından 1. Dünya Savaşı, 1918 değil, 1922 yılında bitti. 1923 Lozan Antlaşması‘yla ise bu, imza altına alındı. Türkiye sonuç olarak 1. Savaş’ın kazananları arasında yer aldı. Ermenistan ve Yunanistan ise savaştan galip çıkan müttefiklerle birlikte davrandıkları halde kaybetmiş olarak çıktılar. Bu bir bakıma Polonyalıların 2. Dünya Savaşı sonrası kaderine benzetilebilir. 2. Dünya Savaşı, “Polonya’yı kurtarmak” için başlatıldı. Ama sonuç olarak “Polonya’nın kaybı” ile bitti. Kimse Polonyalılara ne istediklerini sormadı. Tıpkı Yunanistan ile Türkiye arasında esir gibi takas edilen Anadolu Hristiyanlarına ve Balkan/Girit Müslümanlarına, vatanlarını terk etmeyi isteyip istemediklerinin sorulmayışı gibi. Ya da Doğu Prusya veya Bohemya Almanlarına nerede yaşamak istediklerinin sorulmayışı gibi…
http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=37197
Yüzleşme de yok, adalet de! Yüzleşme de yok, adalet de! Yüzleşme de yok, adalet de! Yüzleşme de yok, adalet de! Yüzleşme de yok, adalet de! Yüzleşme de yok, adalet de!
Ragıp Zarakolu
Ermeni Soykırımı, modern çağın, 20. yüzyılın ilk soykırımı oldu. Modern çağın telgraf ve tren gibi olanakları, bunun uygulanmasında yoğun olarak kullanıldı; 1. Dünya Savaşı’nın kitle imha silahlarının yoğun biçimde kullanılışının ilk örneği olması gibi…
100. yıla girerken… ERMENİ SOYKIRIMI 2. bölüm
Osmanlı İmparatorluğu Hükümeti, daha 1916 yılında Fransızca olarak yaptığı açıklamayla Batı Ermenistan ya da Doğu’da yaşanan insanlık trajedisini dolaylı olarak kabul etmekle birlikte bütün olanlardan Ermeni “devrimcileri” sorumlu tuttu. O dönemin imparatorluklar ve soylular dünyasındaki “devrimci”, bugünün her yana çekilebilen “terörist” kavramına denk düşmekteydi.
Osmanlı Hükümeti’ne göre sosyal demokrat ya da Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) üyesi Ermeni devrimciler başta olmak üzere sivil halk, cephe gerisinde yürüttükleri faaliyetler nedeniyle topyekün zorunlu göçe yani tehcire tabi tutulmuşlardı. Ama hükümete göre, savaş ve iklim koşulları, salgın hastalıklar, bölgedeki asayişsizlik, sivil halkın kırımının asıl nedeniydi! Tehcirin sorumlusu ise tehciri zorunlu kılan Ermeni devrimci hareketiydi!
En azından Türk devletinin söylemi bugünküne oranla daha diplomatikti. Sorumluluk Ermenilere değil devrimcilere yıkılıyordu. Ancak resmi tarih daha sonra topyekün Ermenileri hain ilan edecek ve “Bu kıyımı hak ettiler” demeye getirilecekti.
Ermeni devrimcilerin pozisyonu
Peki Ermeni devrimcilerin pozisyonu ne idi? EDF, 1914 yılına kadar iktidar partisi İttihat ve Terakki Fırkası (İTF) ile seçimlerde ittifak halindeydi. 1914’te Rusya ve Almanya’nın şemsiyesi altında imzalanan Ermeni Reformu’nun görüşmeleri, esas olarak iki parti arasında yürütülmüştü. Ancak iki parti arasında ilk gerginlik ve restleşme de bu süreç içinde yaşanmıştı. Daha sonra İTF, EDF’nin Erzurum’da 1914 Eylül’ünde toplanan genel kongresine temsilcilerini yollayarak Kafkaslar’da yürütülecek savaşta Rusya Ermenileri’nin ayaklanmasını sağlamalarını, daha sonra kendilerine otonomi tanıyacaklarını vaat etti. EDF, sınırın iki yanında örgütlü parti
olarak zor durumdaydı. Yöneticileri Rusya’da, 1905 Devrimi’ndeki faaliyetlerinden dolayı hapisteydi. Ermeni Kilisesi, Çarlığın korkunç baskısı altında idi. Savaşın tarihi Ermenistan üzerinde geçeceği kesindi. Taşnaklar, İTF’yi savaşa katılmama konusunda ikna etmeye çalıştılar. Daha sonra da üyesi oldukları Sosyalist Enternasyonal’in genel politikasını uygulamayı seçtiler. Herkes yurttaşlık görevini yaparak askere gidecekti. Dolayısıyla Ermeni Patrikhanesi ile birlikte Ermeni Osmanlı yurttaşlarını askerlik görevini yerine getirmeye çağırdılar. O sırada ise Çarlık yönetimi, Ermeni aydınlarına yönelik bir af çıkarmıştı.
İTF, Balkan savaşları sonrası Osmanlı’nın zor anında, genç Balkan devletlerinin oluşumunu model alan Ermenilerin, bu reform planını özerklik ve daha sonra bağımsızlık için kendilerine dayattığını düşünüyordu. Artık legalleşmiş açık bir parti olan EDF’nin gücünden korkuyordu.
Hınçak Sosyal Demokrat Ermeniler ise İTF’ye karşı özerklik yanlısı Osmanlı liberal muhalefeti ve küçük sosyalist parti ile ittifak halindeydi. Hatta bu muhalefet bloğu ünlü Hınçak devrimci Paramaz ve arkadaşlarını, hükümet darbesi ile iktidarı ele geçiren İTF (bugünkü deyimiyle cunta) yönetimine karşı “komplo” düzenlemek üzere sürgündeki muhalif Kürt Paşası Şerif’in de desteğiyle Paris üzerinden İstanbul’a yollamıştı. Ama iyi istihbarat ağına sahip olan Teşkilat-ı Mahsusa, onları İstanbul’a iner inmez tutuklamıştı. Normalde fiil gerçekleşmediği için 5 yıl kadar ceza alacak olan bu ekip, Anadolu’dan yoğun kitlesel tehcirin başladığı 1915 Haziran’ında toplu olarak İstanbul’un ünlü Hürriyet (Beyazıt) Meydanı’nda idam edilecekti. Haziran ayı aynı zamanda İstanbul’da 24 Nisan’da toplu olarak gözaltına alınan ve Ankara yakınlarında sürgüne yollanan Ermeni aydınlarının küçük gruplar halinde sözde Diyarbakır’daki askeri mahkeme tarafından “ihanet” suçlaması ile yargılanmak üzere yola çıkarılarak, farklı farklı yerlerde, Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tarafından katledildikleri aydı.
‘Mahkemeye götürüyoruz’ deyip yol üstünde infaz ettiler
24 Nisan’da tutuklanmayan, Ermeni toplumunun siyasal önderi kabul edilen milletvekili, yazar ve aynı zamanda Osmanlı reform yasalarının hazırlayıcılarından Talat Paşa ile aynı Mason locasına üye, hatta onun tavla arkadaşı olan akademisyen Zohrab da bu süreçte, kendisi gibi mebus olan Vartkes ile birlikte tutuklanacak ve Diyarbakır’a sözde yargılanmak üzere götürülürken Urfa yakınlarında, 1912 yılında ünlü bir Türk gazetecinin vurulmasından sorumlu, Binbaşı Çerkes Ahmet diye tanınan bir komutanın güdümündeki Teşkilat-ı Mahsusa çetesi tarafından vahşi biçimde katledilecekti. Bu olay Osmanlı Parlamentosu’nda da yankı bulacak, Talat Paşa Parlamento’da bunu protesto eden Senato Başkanı ve İTF’nin entelektüel kurucusu Krikor Zohrab için saygı duruşunda bulunulmasını isteyen Ahmet Rıza Bey’i tokatlayacaktı. Bu badireden sağ kurtulan sadece, Bağdat’a sürgüne yollanan, dini önderlik kurumu iptal edilen Ermeni Patriği Zaven olacaktı. Başka bir kurtulan ise Almanya’da teoloji doktorası yapmış olan Krikor Balakian olacaktı. Bu da istendiği zaman cinayetlerin pekala engellenebileceğinin bir kanıtı olarak görülebilir. Çünkü onlar hakkında verilmiş “şifreli” bir infaz kararı yoktu.
Çanakkale Savaşları ise İstanbul’da paranoyayı hat safhaya çıkardı. Başkentte bir Ermeni ayaklanmasının olmasından korkuluyordu. Müttefik donanmasının İstanbul’a girme tehdidine karşı bakanlıklar ve kimi kurumlar Konya’ya taşınmaya başlanmıştı bile. 18 Mart’ta müttefik donanmalarının yenilgisiyle Ermeni aydınlarının toplu tevkifat ile İstanbul’dan uzaklaştırılması için hiçbir engel olmadığı kanısına varılacaktı. Çanakkale Savaşları bu kez karada sürerken Anadolu’da da Ermeni tehciri hızla devam ediyordu. İstanbul’dakine benzer toplu tevkifatlar, Anadolu’nun her yerinde, aydınlara ve toplumun siyasi ve dini önderlerine yönelik olarak yapıldı. Van’da Ermeni önderlerine yönelik komplo başarılı oldu ama bu oradaki direnişi tutuşturdu. Sınır kenti olmak, soykırımdan daha çok insanın kurtulmasına olanak sağladı. Ama sınırdan uzak olanların direnme şansı azdı. Ve Şebinkarahisar ile Urfa’daki direnişler de -bazen Alman komutanların yönetimindeki- ordu birlikleri tarafından ezildi. Musa Dağlılar ise denize yakın olmaları sayesinde Fransız gemileri tarafından tahliye edilebildi.
20. yüzyılın ilk soykırımı
Ermeni Soykırımı, modern çağın, 20. yüzyılın ilk soykırımı oldu. Modern çağın telgraf ve tren gibi olanakları, bunun uygulanmasında yoğun olarak kullanıldı; 1. Dünya Savaşı’nın kitle imha silahlarının yoğun biçimde kullanılışının ilk örneği olması gibi… Dolayısıyla, modern zamanların “ruhunun” bir biçimde yansımalarından biriydi; ama kötülüğün, kötü ruhun. Militarizm ile nasyonalizmin modern teknoloji ile buluşmasının sonuçları, insanlık için çok ağır oldu.
Ancak modernizmin sağladığı hızlı kitle iletişimi olanağı, Ermeni Soykırımı’nı görünür kıldı.
Ermeni Soykırımı, aynı adım adım gelişen Holocaust gibi, aslında bütün dünya tarafından gecikmeksizin izlenebildi. Ama dünyanın farklı grupları, ‘görmedim duymadım’ı oynadı ve konuşmadı. Ermeni Soykırımı hakkında New York Times’ta 300’e yakın haber çıktı. O zamanlar insan hakları ağı yoktu ama aynı zamanda insani bir yanı olan misyoner ağı, yaşanan insanlık trajedisini sağır kulaklara duyurmaya çalıştı. Vicdanlı tanıklar, o zaman tarafsız olan ABD konsolosluklarına aktardı ve yalvardı, birileri müdahale etsin diye. Alman papazı Dr. Lepsius’un çağrıları karşısında Berlin sağırdı. Daha sonra Hitler’in arkadaşı olacak olan Nazi hareketinin ilk büyük “şehit”i Scheubner bile Erzurum’daki vahşeti aktarmaya çalışıyor ve Berlin’in buna dur demesini bekliyordu. Berlin tek müdahaleyi Filistin’den tehcir edilecek Yahudiler için yaptı. Çünkü militer açıdan onlar da Doğu Anadolu’nun “boşaltılmasını” istiyorlardı. Hem kimbilir bir gün Berlin-Bağdat demiryolu çevresinde neden bir Alman kolonizasyonu olmasındı? Ruslar da 1916 yılında bu toprakların boşalmış olmasından hoşnut kalıp bölgede Volga Kazaklarının kolonizasyonuna başlamamıştı. Sonunda bir kolonizasyon oldu; ama böyle değil. Balkanlardan kovulan Türk kökenli olan ya da olmayan Balkan Müslümanlarının kolonizasyonu, asimilasyonu ve onların üzerinde Türk ulusunun ve ulus devletinin inşası gerçekleşti. Bu inşaatta tam olarak eritilemeyen ise bölgenin Ermeniler gibi yerli halkı olan Kürtler oldu. Bu ise Türk ulus devletinin sürekli kanayan yarası olacak ve potansiyel bir yeni jenosit alanı yaratacaktı.
‘Medeni’ dünyanın tavrı
Bu kadar dünya çapında izlenebilen ilk “soykırım” örneği karşısında “medeni” dünyanın tavrı ne oldu? Önce dehşet, sonra da bunun iyi bir savaş propagandası olanağı sağlayacağı pragmatizmi… Gerçekten de Ermeni jenosidinin yarattığı dehşetin, Avrupa’da kitle imha silahlarının kullanılmaya başlamasının, Alman militarizminin yarattığı tehdidin denizaltı saldırıları ile daha somut hissedilir hale gelmesinin, ABD’nin 1. Savaş’a katılması kararının bileşen etkenleri olduğu söylenebilir. Elbette Rusya’daki Şubat devriminin doğu cephesini zayıflatmasının da…
1915 yılında bu yaşanmakta olan ve yeni bir olgu olan proto-jenosidin nasıl tanımlanması gerektiği tartışılırken önce bunun “Hristiyanlığa karşı işlenmiş” bir suç olarak tanımlanması önerilirken, sömürge imparatorlukları ahalisinin önemli bir oranının Müslüman olması nedeniyle bundan vazgeçildi. Almanların da Osmanlı Hükümeti’nden bu sömürge halklarını isyana teşvik için cihat ilan etmesini istediği, bu ayaklanmalara önderlik etmek için Alman gizli servisinin Teşkilat-ı Mahsusa ile ortak çalışma yürüttüğü bilinir. Propaganda olarak II. Wilhelm’in fesli resimlerinin dağıtıldığı, hatta kendilerinin “gizli Müslüman” olduğu rivayetlerinin yayıldığı da… Laik İTF’nin dini alet olarak kullanması, Ermeni Soykırımı’nın daha şiddetli olmasına neden oldu ve olay sadece Ermenileri değil, Süryanileri, Keldanileri, Nasturileri, hatta yer yer Hristiyan Arapları, Kürdistani Yezidi ve Yahudileri de kapsadı.
Güç odaklarının halk düşmanlığı yarışı
İTF, Alman militarizmi ile birlikte İslam dinini bir “silah” olarak kullanmaya kalkınca, İngilizler daha iyisini becerdi; Hz. Muhammed’in soyundan gelen Mekke Emirini isyana teşvik etti. Mekke Emiri aynı zamanda bu cihat fetvasını iptal eden bir fetva yayınladı, ayrıca Ermeni Soykırımı’nı İslam dini adına kınadı.
Sonuç olarak Müttefikler, Ermenilere karşı başlatılan kitlesel imha politikasını, herhangi bir grup ya da dine karşı değil, genel olarak “insanlığa karşı işlenmiş bir suç” olarak tanımladı ve bunların sorumlularının savaş
sonrası yargılanacaklarını taahhüt etti.
Bu, insanlığın geleceği açısından son derece önemli bir açıklama idi, ama ne yazık ki asla gerçekleşmedi. Bu konuda son meşru Osmanlı Hükümeti, üstüne düşeni yaptı. Toplanan tanık ifadeleri ve Patrikhane’nin verdiği sorumlular listesi temelinde tutuklamalar yaptı ve bunları uluslararası bir mahkemede yargılayacağını açıklayan, İstanbul’daki Müttefik ordularını temsilen İngiliz ordusuna teslim etti. Bunu sağlayan İçişleri Bakanı Ali Kemal, İzmir fatihi Sakallı Nurettin Paşa tarafından 1922 Kasım’ında Teşkilat-ı Mahsusa çetesince İstanbul’da bir berber dükkanından kaçırıldıktan sonra İzmit’te bir güruha linç ettirildi. Paşa hazretleri benzer bir linci İzmir Metropoliti Hrisostomos’a uyguladığı gibi İzmir’in Hristiyan mahallelerini ateşe verdirmiş, sivil halka karşı Pontos Rumlarına ve Koçgiri Alevilerine uyguladığı zulmü katbekat fazlasıyla yinelemişti.
Bu cesareti veren, “suç işleme özgürlüğü” ve “cezasızlık” (impunity) idi. Ve uluslararası yargılanma tehdidinin de ortadan kalkmış olması… Malta’da “insanlığa karşı suç işleme” zanlısı olarak tutuklananlar, çoktan Ankara’ya ulaşmış, “Kürt ve azınlık karşıtı” raporlarını hazırlamaya başlamıştı. İstanbul Hükümeti, artan İttihatçı tehditleri karşısında Ali Kemal’in ayrılmasından sonra, kısıtlı da olsa sorumluları soruşturma işini iyice savsaklamaya başlamıştı.
Temmuz 1920’de İstanbul Yüksek Komiserliği’nde görevli memur Harry H. Lamb, durumu raporunda şöyle özetliyordu: “1) Merkezi Hükümet veya valilik yetkilileri tarafından bu konuda çıkarılan emir veya talimatlarla ilgili herhangi bir Türk dökümanı sağlamak imkansız gibi, 2) Müttefik hükümetleri katliam zanlılarının yargılanmalarına katılmakta duraksamış vaziyette, 3) Ortadoğu’daki yetkililer tam bir kayıtsızlık içinde, 4) Vilayetlerde yetişkin erkek Ermeni nüfusun büyük kısmı ve neredeyse bütün entelektüeller katledilmiş vaziyette, 5) Ortaya çıkıp kanıt sunabilecek kişilerin cezalandırılmasını önleyecek kamu güvenliği yok ve Müttefiklerin buna ilişkin niyetlerine ise güven duyulmuyor, 6) Malta’daki tutukluların sonunda İngiliz Hükümeti tarafından rehinelere karşılık salıverileceği ihtimali.” (FO 371/6500, w.2178, appendix A; dosya 385-118, 386-119)
Malta’daki yargı mekanizması sonunda, elinde Ermeni Soykırımına ilişkin ciddi bir arşiv olanlar ABD’ye başvurdu. Ancak Amerikalıların da Kemalist Ankara’yla çatışmaya niyeti yoktu. O sıralarda Musul’un Türklerde kalma ihtimaline binaen, Chester Demiryolu Projesi çerçevesinde Musul petrollerine sarkma olanağını harcamak istemiyordu Washington. Zaten Ermenilerin hamisi olan, eski Başkan Wilson’un da itibarı kalmamıştı oralarda.
Sonuç olarak Malta mahkemesinin fiyaskosu ile ilk Nürnberg türü uluslararası insanlığa karşı işlenen suçları kovuşturacak mahkeme şansı kaçırılmış oldu.
Kemalistlerin İngilizlerle ilk teması sırasında Bekir Sami Bey, Londra’da 16 Mart 1921’de bir takas antlaşması imzalamıştı. Antlaşmaya göre Malta’dan salıverilecek kişiler, aynen Alman savaş suçlularının Leipzig’de yargılanması gibi Ankara’da yargılanacaklardı. Ancak Ankara’dan izin almadan antlaşma imzaladığı gerekçesiyle Bekir Sami Bey, Dışişleri Bakanlığı’ndan alındı. Sonunda 31 Ekim 1921 günü Türk tutuklular ile İngiliz esirler takas edildi. İngilizlerin bakışı şöyleydi: “Parlamento üyeleri arasındaki güçlü inanç, bir tek İngiliz esirin bir gemi dolusu Türk’e değeceği yönündeydi. Takas bu yüzden yapıldı.”
Ermenilere ne olduğunu ise artık kimse hatırlamak istemiyordu. Ki Hitler, Polonya saldırısı sırasında yaptığı gizli bir toplantıda bunu dillendirecekti: “Ermenileri kim hatırlıyor?” Hitler, arkadaşı Scheubner’den çok dinlemişti, Ermenilerin başına ne geldiğini. Ve dünyanın amnezyadan malul olduğunu da çok iyi biliyordu…
http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=37230
Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi Suçlu travması: İnkar sanayisi
Ragıp Zarakolu
Ermenice deyimle “Medz Yeghern” (Büyük suç travması) aşılamadı. Aşmak bir yana bir çeşit suçluluk duygusu, 1965 yılından beri Ermeni Soykırımı’nın insanlıkça anılır olması ve amnezyanın sis perdelerinden çıkması, Ankara’yı özür ve telafiye yöneltmek yerine agresif bir inkar politikasına itti.
100. yıla girerken… ERMENİ SOYKIRIMI 3. Bölüm
Modern zamanların başka bir moda ideolojisi ise “ulus devlet”ti. Ulus olmadan, ulus devlet olmadan, modernizm asla mümkün değildi. Bu yaklaşımın bir başka uzantısı ise, büyük güçlerin çıkarlarına göre çekiştirilen “kendi kaderini tayin hakkı” oldu. Bu fikrin şampiyonu Wilson’dı. Ama Lenin de yabancısı değildi. Bir anlamda, dağılan Rus İmparatorluğu -her ne kadar Rus merkezli olsa da- toparlanmayı ve meşruluğunu bu ilke çerçevesinde sağladı. 1936 yılında Bukharin tarafından kaleme alınan Sovyet Anayasası ile birlikte bu ilke temel bir ilke haline geldi ve Sovyet İmparatorluğu’nun görece barışçıl biçimde dağılmasına olanak sağladı. Bu proje özerklikler alt yapısı ile küçük milliyetlere de bir şekilde varlıklarını sürdürme olanağı sunmuştu; coğrafyanın lingua frankası olan Rusça’nın hegemonyası altında olsa bile.
Balkan travmasının bedeli Ermenilere…
Avusturya-Macaristan ve Osmanlı mirası üstünden ise devasa “azınlıklar” sorunu ile ulus devletler yükseldi. Türkiye aslında bu dizinin sonuncusu oldu. Ermeniler ulus devletlerini Türkiye parçasında kuramadılar çünkü
1915’in bir amacı da, Ermenilerin kendi kaderini tayin hakkını kullanarak Balkan örneği kendi ulus devletlerini kurmalarını engellemekti. Ermenistan ancak Sovyet devrimine biat ettikten sonra Doğu parçasında, bir anlamda tarihsel Ermenistan’dan tecrit olmuş bir “homeland” olarak yükseldi. Sonuç, Balkan yenilgisi ile bir travma yaşayan doğmakta olan Türk milliyetçiliği, yeni ulus devletlerce Balkanlardan kovulmuş olmanın travmasının bedelini Ermeni halkına ödetmiş oldu. Doğu’da bir “yeni Bulgaristan” yükselmesinin önüne geçildi. Ama ne pahasına: Nazım’ın deyimiyle, “alna sürülmüş olan bir leke” pahasına. Bilinç altı suçluluk duygusu ise, daha da zalim olunmasına, zalimliğin süreklilik kazanmasına neden oldu. Balkanlardan sonra Anadolu’dan atılma korkusu, kazandıkları halde aşılamadı. Batının topyekün Ermenilere ihaneti, bir anlamda, onları yani Kemalistleri Batı karşısında da bazen paranoyik bir özellik taşıyan korkuya itti.
Gerçekten de, mucize kabilinden bir beceriyle, 1917 Ekim Devrimi’nin getirdiği yeni dünya dengesini kullanarak, sadece savaş ile değil aynı zamanda diplomasi ile küller arasından yeni bir Türkiye yükselmesini Kemalistler sağladı. Talat Paşa’nın ve diğer İTF önderlerinin maceracılıklarının ürünü Pantürkizm politikasıyla oluşan soykırımlar, cephe savaşları, salgınlar ve açlık nedeniyle, sadece 1 milyonu aşkın Ermeni’nin, 1 milyonu bulan Anadolu Hristiyanlarının değil, aynı zamanda Kürt ya da Türk veya diğer soydan milyonu aşkın Anadolu Müslümanının, Alevisinin, Êzidisinin de ölümünden sorumlu oldukları unutuluyor. Türkiye’nin resmi tezi hala Ermeni Soykırımı’nın olağan bir savaş kaybı olduğunu savunmak! Ve insanlığa karşı suç işlemiş, milyonlarca ölü ile bir imparatorluğu batırmış kişiler oldukları halde İTF otoritesinin anıt mezarları, üstelik Hürriyet adlı bir tepeye dikilebiliyor.
‘Meds Yeghern’ aşılamadı
Sonuç olarak belki “Balkan travması” aşıldı ama Ermenice deyimle “Meds Yeghern” (Büyük felaket) aşılamadı. Aşmak bir yana bir çeşit suçluluk duygusu, 1965 yılından beri Ermeni Soykırımı’nın insanlıkça anılır olması ve amnezyanın sis perdelerinden çıkması, Ankara’yı özür ve telafiye yöneltmek yerine agresif bir inkar politikasına itti. İnkar bir yana, bir çeşit inkar sanayisi kuruldu. Genç kuşaklara yalanlar üretilerek zehir verildi. Suskunluk genç kuşaklar açısından daha az tehlikeliydi. Hiç olmazsa eski kuşaklar, onaylasalar da onaylamasalar da, bir insanlık trajedisinin yaşandığını biliyorlardı. 2000 yılından itibaren milliyetçi Ecevit/Bahçeli Hükümeti’yle daha agresif inkar politikası başlatıldı ve dünyadaki Türk diasporaları Ankara tarafından ajite edildi. Nefret söylemi hem ülkede hem dünyada körüklendi. Bu bir çeşit kriminal lobiciliğe dönüştü. Anıtlar bombalandı. Anma toplantıları saygısızca taciz edildi. Türk toplumunun bizzat konsolosluklar tarafından ajite edildiği de bir gerçek. Öte yandan bazı yayınlarda Alman devleti gizli servisinin, bu konuda araştırmalar yapan Tessa Hoffmann ve Taner Akçam gibi araştırmacıları desteklediği ileri sürüldü. En sert kampanyanın Almanya’da yapılmasının nedeni ise Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı ve soykırım sırasında müttefik olmasıydı. Almanya’nın kabul ve özrü, inkarın devamını olanaksız kılacaktı.
Resmi inkarcılık, aynı zamanda İngiliz ve Amerikan Parlamentolarını son derece önemsiyordu. Bunun önlenmesi için inanılmaz lobi çalışmaları yürütüldü. Oysa İngilizler için buna gerek yoktu. Onlar daha Malta’da vazgeçmişti bundan. Buna rağmen Erdoğan dahil 550 milletvekili, İngiliz Parlamentosu’na ortak bir mektup yollayarak 1915’te olan kıyımların ilk belge ve tanıklık derlemesi olan Mavi Kitap’ın bir “savaş propagandası“ materyali olarak iptalini talep etti. Bunu örgütleyen emekli diplomat milletvekili Şükrü Elekdağ bunu başaramadı ama Mavi Kitap’ın Türkçe’sini yayınlayan Muzaffer Erdoğdu’yu “kendisine hakaret edildiği” gerekçesiyle ağır bir para cezası ödemeye mahkum etmeyi başardı.
Aynı mekanizma, o dönemde Türkiye’de de aslında son derece marjinal bir kesim olan misyonerlere karşı linç kampanyası sürdürüyordu. Ve buna sayısız resmi inkarcı tezi savunan makale ve kitaplar, inkarcı seminer ve konferanslar, taciz eylemleri eşlik ediyordu. Bunun şahikası ise Hrant Dink cinayeti ile misyoner ve Katolik din adamlarının cinayetleri olacaktı. Artık soykırım inkarı, TC’nin milli güvenlik siyasetinin en önemli unsurlarından biri haline gelmişti. Soykırımı kabul etmek, incelemek, ülkenin ulusal güvenliğine yönelik bir tehditti. Peki bütün bunların arkasındaki Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu (ASİMKK) neydi?
İnkarın koordinatörü: ASİMKK
Süreç, 2000 yılında Fransız Senatosu çatısı altında yapılan mütevazı bir Ermeni-Türk aydınlar diyalog toplantısına reaksiyon olarak başlamıştı. Bu toplantıda sunulan tebliğler, Türk üniversitelerine yollanan “gizli” antetli yazıya iliştirilerek bunlara karşı tezler üretilmesi istenmişti.
Daha sonra Başbakanlık, 29 Mayıs 2001’de “B.02.0.PPG.0.12.320-8312-2” sayı numarasıyla bir genelge yayınladı. Burada, “Yurtdışında ülkemiz aleyhine sonuçlar elde etmeye yönelik sürekli gündeme getirilen soykırım iddialarıyla ilgili çabaların bertaraf edilmesini sağlamak, bu konuda bilinçli kamuoyu yaratmak ve daha kapsamlı mücadele edebilmenin” amaçlandığı söyleniyordu. Genelgeye göre Başbakan Yardımcısı’nın başkanlık ettiği ASİMKK bünyesinde Milli Savunma, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıkları ile Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarlığı, Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanlığı, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile Başbakanlık Tanıtma Fonu Genel Sekreterliği temsilcileri yer alacaktı. Genelgede kurulun görevleri, “Kamuoyu oluşturma planını uygulamak, sivil toplum örgütlerinin kamuoyu planı kapsamında bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi konularında çalışmalar yapmak ve Ermenilerin yanı sıra ‘Yunan-Pontos ve Süryani iddialarıyla’ ilgili gelişmeleri takip edip alınacak tedbirleri tespit etmek” olarak belirtilmişti. Kurulun ilk toplantısında şu karar alınıyordu: “Türk toplumunu öğrencilik yıllarından başlayacak şekilde soykırım iddiaları konusunda bilgilendirmek ve bilinçlendirmek amacıyla MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı koordinatörlüğünde ASİMKK Milli Eğitim Çalışma Grubu oluşturulması kararlaştırılmıştır.”
Devlet okullarında inkar
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, söz konusu dönemde devlet yanlısı tarih yorumunun hegemonyasını koruma amaçlı bir tamim gönderecekti: “Ortaokul ve lise öğretmenleri Ermeni, Pontus Rum’u ve Ortodoks Süryanilerin asılsız iddialarını derslerinde işlemeli ve yarışmalar düzenlemelidir. Müfredat ve kitaplar buna uygun olarak düzenlenmelidir.”
Aynı dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı, misyonerlere karşı müminleri uyaran vaazında şöyle diyordu: “Gençlerimizden İslam’ı çalmaya yeltenen modern bir haçlı seferinin varlığını kimse inkar edemez!”
Din işlerinden sorumlu devlet bakanı ise, “öğretmen, doktor ve hemşire kisvesi altında Hristiyan misyonerlerin kötü emelleri doğrultusunda çalıştıkları” uyarısında bulundu. Rahşan Ecevit ise, “Türk topraklarının 272,5 kilometre karesi 2007 Nisan’ından beri yabancılara satıldı. Bunun arkasında Ermeni ve Yunan lobisi vardır” diyordu. (13.06.2006 tarihli basın toplantısı) Yoksa Bayan Ecevit miydi asıl, “lobicilik” yapan birileri adına?
20.09.2006 tarihli TSK raporunda ise misyonerler şöyle hedef gösteriliyordu: “Hristiyan misyonerliği devlete zarar verir. AKP, Hristiyanlığın daha fazla yayılmaması için yasa çıkarmalıdır. Misyonerler, jeopolitik durumun değişmesiyle de ilgilidirler.” Rapora göre 2020 yılında Türkiye’nin %10’u, özellikle de Kürt ve Aleviler, Hristiyan olacaktır. Ev kiliselerinde beyin yıkanmaktadır.
24.04.(!)2006 tarihli MİT raporunda ise şunlar söyleniyordu: “Misyonerler 19. yüzyıldandan beri ülkenin bölünmesinde aktiftirler. Bugün Ermeniler, Avrupa Kiliseleri, Ortodoks Alyansı ve Dünya Kilise Örgütü ile birlikte çalışmaktadır. Türk bölgeleri Yezidi, Keldani, Hrıstiyan Kürt, Ermeni, Pontus ve hatta Batı Kıyısı, kadim Hristiyan olarak adlandırılmaktadır.” Raporda, ayrıca 1998-2001 arası sekiz milyon İncil dağıtıldığı iddia edilmektedir.
Başlatılan sistematik çalışma ile sadece ilk ve orta öğrenimde değil, son 10 yıl içinde üniversitelerin,
bürokrasinin, diplomasinin ve askeriyenin çeşitli kademelerinde, sayısız inkarcı seminer yapıldı. Din işleri çalışanları ve turist rehberlerinin bile bu seminerden geçmesi ihmal edilmedi. Üniversitelerde sayısız inkarcı “akademik” konferans düzenlendi.
Anti-Soykırım Cihatı’nda canla başla savaşan militan çevre ise, İP ve Aydınlık çevresi oldu. Onların öncülüğünde bir Talat Paşa Komitesi oluşturuldu. İsviçre’de, Berlin’de, Lyon’da provokatif eylemler yapıldı. Bu çevrenin hazırladığı inkarcı kitapların çeşitli dillerdeki çevirileri, Ankara (Ergenekon sanığı olan başkanı şimdi CHP milletvekili, İstanbul’daki ise rüşvet ithamı ile yargılanıyor) ve İstanbul Ticaret ve Sanayi odalarınca dağıtıldı.
Yurttaşların “yanlış” fikirlerden etkilenmesini önlemek için yüzlerce kitap yazdırıldı ve büyük kitabevlerinde “Ermeni” seksiyonları oluşturuldu.
Ecevit-Bahçeli hükümeti ile başlayan çalışmalar, Erdoğan hükümetince de devam ettirildi. ASİMKK’in, 15 Mart 2007 tarihinde Abdullah Gül başkanlığında yaptığı 17. toplantısında, “Ermeni çetelerinin 1915 öncesinde Türk köylerini basarak insanları öldürdüğü, köyleri yaktığı, işkence yaptığı” tezini işleyen “Sarı Gelin” adlı belgeseli Türkiye’ye “izlettirme” kararı aldığını öğreniyoruz. Kararın alındığı tarih de ilginçti! Karar, darbe hazırlıklarının hummalı bir biçimde sürdüğü, Hrant suikastinin gerçekleştirildiği bir dönemde alınmış; kısa bir süre sonra Malatya katliamının yapılmış; daha sonra da ünlü 28 Nisan İnternet Muhtırası ile Türkiye’nin erken bir seçime sürüklendiği bir dönem yaşanmıştı. Özellikle de Hrant Dink suikastının ardından bu işin yapılması daha da acıydı. Kararda şunların altı çiziliyordu: “İç kamuoyunu bilgilendirme maksatlı olarak kullanılmak üzere “Sarı Gelin-Ermeni Sorunu’nun İç Yüzü” belgeselinin DVD’leri yapımcı firmadan satın alınarak Genelkurmay Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı ile ihtiyaç duyacak kurumlara gönderilecektir.” Sonuç olarak, yurttaşlar için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar vermekle görevlendirilen tutucu asker ve bürokratların oluşturduğu ve şu sıralarda mizah dergilerini hedef alan ve en son “Harakiri” mizah dergisine kestiği ağır ceza ile bu enfes mizah dergisini harakiri yapmaya zorlayan Muzır Kurulu gibi MGK’nin bir alt kurulu olan ASİMKK, yurttaşlara yönelik bir “vesayet kurulu” olarak işlev görüyor. Bu kurula hep “ilginç” kişilikler başkanlık etti. Kurucu Başkan Devlet Bahçeli’den sonra, AKP içindeki Truva atlarından ve “e-muhtıranın” işbirlikçilerinden Erkan Mumcu başkan oldu. Sonra ise görevi, Dışişleri Bakanı sıfatıyla Abdullah Gül devraldı, diaspora ile başa çıksın diye… Ondan sonra, bildiğim kadarıyla genel olarak başkanlık dışişleri bakanlarında kaldı. Ama bu konuda ilginç bir karartma var. Bütün valiliklerde vali yardımcılarından birinin görevi, bulunduğu ildeki ASİMKK çalışmalarını koordine etmek. Ayrıca “sivil toplum” bağlamında, bu mücadeleyi iş edinmiş bir dernek bile var.
O zaman böyle bir kurul pasif varlığını sürdürürken Ermeni ve Türk tarihçilerden oluşacak “ortak bir kurul” nasıl gerçeği ortaya çıkarıp 1915’in soykırım olup olmadığına karar verecek? Bizimle alay mı ediyorsunuz?

http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=37276

Yorumlar kapatıldı.