İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1937-38 Dersim Katliamında Ermeniler

Kazım Gündoğan
Biz, “Dersim ve Dersim’in Kayıp Kızları” kapsamındaki çalışmamızı genişletirken yalnız 1937-1938′in değil, 1915′in de mağdurları olan Ermenilerden yetim kalan, Alevileşen, Müslümanlaşan ve her biri ötekinden çileli yaşam süren insanlarımızın yaşam öykülerini topladık. Esas olarak onların öykülerini paylaşacağız. Burada tarihsel arka plana değinmek isterdik, ancak sınırlı zaman içinde mümkün olmayacak. Şunu söyleyebiliriz ki, çalışmamıza konu olan Dersim Ermenileri bugünlere ulaşan etnik grupların en eskisidirler. Dersimi kapsayan yukarı Fırat havzasında Urartu devletinin yıkılış aşamasından beri varlığı belirgin olan Ermeniler en az 2.600 yıllık geçmişe sahiptir. Hititlerle zamandaş ve komşu olan Kemah merkezli Hayasa uygarlığı Ermeniliğin eski yerleşik damarı olarak hesaba katılırsa bu geçmişin 3.500 yıldan daha uzun olduğu söylenebilir.

Dersim gibi müstesna engebeli bir coğrafya, direniş mevzisi ve özerk yaşam alanı hiçbir dönem homojen olmamıştır. Yakın yüzyıllarda ise Ermeniler, Kırmançlar-Zazalar, Kürtler ve Türkmenlerin ortak yurdudur diyebiliriz. İnanç bakımından da, tek tanrılı dinler öncesi ritüellerin etkin olduğu, ağırlıklı olarak Kızılbaşlığın, Hıristiyanlığın ve kısmen İslam’ın yan yana yaşadığı bir coğrafyadır.(Hovsep Hayreni, Dersimli Ermeniler: Çifte Damgalı Bir Kimliğin Yaşam Mücadelesi)
Osmanlı hâkimiyetinin başlarında (16. yüzyıl ilk yarısı) tutulan tahrir defterlerinden anlaşılıyor ki, Ermeni köylerinin sayısı ve nüfus yoğunlukları oldukça fazlaymış. Aşağı yukarı bugünkü Dersim il sınırlarıyla örtüşen o zamanın Çemişgezek Sancağı’nda toplam hane sayısının % 52 ila 57′si gayrimüslim görünüyor. Ki bunların ezici çoğunluğu “Cema’at-ı Eramine” diye kaydedilmiştir.(Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı) Az sayıda Rum ve Süryani hanelerin de bu oran içinde olduğunu düşünerek günümüzden 500 yıl önce bölgenin yarı yarıya Ermeni nüfustan oluştuğunu söyleyebiliriz.
16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarında Celali isyanları ile Osmanlı devletinin onu bastırma hareketleri Ermeni nüfusun birçok yerde azalmasına yol açan önemli faktörlerden biri olmuştur. Kemahlı Rahip Krikor Daranağtsi’nin elyazması kronolojisine göre, bu çatışma ortamında her iki taraftan talana uğrayan, kasaba ve köyleri harabeye çevrilen Ermeniler 1600′lerin başında Kemah, Erzincan, Eğin, Divriği çevrelerinden İstanbul ve Trakya’ya göç eder. Erzincan’da Cimin (Üzümlü) gibi bazı yörelerin Ermenileri, güvenlik kaygısıyla Müslümanlığa geçer ve Türkleşirler.
Aynı dönem Dersim’de bir kısım Ermenilerin de Aleviliğe meylettikleri ve bazı aşiretlere karışarak Alevileştikleri-Kürtleştikleri yolunda bir rivayet var. (Kevork Halaçyan’ın Dersim Etnografyası’nda bahsettiği Der Simon söylencesi). Fakat bunun belgesi olmadığı için gerçeklik payı bilinmiyor, doğru ise hangi çevrelerle ilgili ve ne boyutta olduğu kestirilemiyor.
O tarihten önceleri bazı dönüşümler yaşanmış olabilir. Ama daha yakın bir zamanda 1895-96 katliamları ile 1915 ve 1938 kırımları sonucu Müslüman ya da Alevi kimliğine bürünenlerin torunları çoğunlukla kendi kökenlerini biliyor.
Arsen Yarman, Palu-Harput 1878) (Aktaran H.Hayreni, Dersimli Ermeniler: Çifte Damgalı Bir Kimliğin Yaşam Mücadelesi):  1915 Ermeni soykırımı öncesi her ne kadar görülen baskılar ve dış göç nedeniyle nüfusları azalsa da Dersim, Ermeniler için yaşamlarını sürdürebilecekleri bir yurt olma özelliğini koruyordu. Bunu “Toros Ahpar Ermenistan Yolcusu” isimli eserinde, Karekin Sırvantsdyants yerinde tespit ediyor. (Arsen Yarman, Palu-Harput 1878) (Aktaran H.Hayreni, Dersimli Ermeniler: Çifte Damgalı Bir Kimliğin Yaşam Mücadelesi)
1915 sonrası Dersim’de yaşayan Ermenilerin soykırımdan kurtularak buraya sığınanlar olduğu sanılmaktadır. Kanaatimizce bu eksik bilgidir. Evet, soykırımda sığınarak kurtulanlar var. Ancak özet olarak verdiğimiz Dersim coğrafyasında yaşayan halklara dair bilgiler Ermenilerin çok eski tarihlerden beri burada yaşayan yerleşik halklardan biri olduğunu açıkça gösteriyor. Bu konuda çok değişik rakamlar verilse de kırımdan kurtulan Dersimli Ermenilerle beraber yaklaşık 10 bin civarında sığınmacının Dersimli Kızılbaş Kırmanç ve Kürt aşiretleri arasında korunma bulduğu ve bazı Dersim aşiretlerinin yardımıyla Erzincan’a geçerek ve Rusların savaştan çekilmesini takiben Kafkas bölgesine ulaştıkları tanıkların anlatımıyla doğrulanabilmektedir. (Hovsep Hayreni, Ermeni Kırımları ve Dersim) 
Anlatımlar ve belgelerden gerek 1895 kırımı, gerekse de 1915 soykırımında Dersim’de hem mülkiyetin el değiştirmesi, hem din değiştirme, hem de yer değiştirmelerin olduğunu yine tanık anlatımlarından görmekteyiz.  Dolayısıyla 1915 ‘e kadar kendi anayurtlarında ekonomik, sosyal, kültürel, inançsal ve tarihsel bütünlüğü içinde bir yaşam sürdüren Ermeni halkı bu bütünlüğünü giderek yitirir ve hızlı biçimde çözülme sürecine girer. Dersim Ermenileri yaşamını kurtarmıştır belki ama mülkiyetini, inancını ve sosyal statüsünü kaybetmiştir.  Bir tanığın ifadesiyle,  “Sahibi olduğumuz topraklarımızın marabası olduk.” Soykırımdan kurtulan Ermeniler Dersim de değişik aşiretlerin yanında var olma mücadelesi verirler.
Cumhuriyet Döneminde Dersim
1923 Lozan anlaşmasıyla sınırlarını (Misak-ı Milli) güvenceye alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iktidarını hangi ideolojik temeller üzerinde inşa edeceği ve kurtarılan vatan toprağı üzerinde hangi etnik unsurun egemen olacağı sorularına yanıt arıyordu.  Çoğunluğu İttihat ve Terakki üyelerinden oluşan kurucu kadrolar 1924 Anayasasıyla yasal çerçeveyi,  1925 Şark Islahat Planıyla siyasal ve toplumsal amaçlarını belirleyerek yola devam ettiler.  Amaç Başbakan İsmet İnönü tarafından şöyle formüle edilmişti; “Vatan toprağı üzerinde yaşayan herkesi Türk ve Türkçü yapacağız. Türk ve Türkçülüğü kabul etmeyenleri sistemli biçimde kesip atacağız.” (İsmet İnönü, Vakit Gazetesi,  27 Nisan 1925) Dili Türkçe, dini İslam ve ırkı Türk olarak belirlenen burjuva ulus devlet inşasına karşı çıkanlar “sistemli biçimde kesilip atılacak”tı.
1914 de Rumlar, 1915 de Ermeniler tasfiye edilmiş, mülklerine, sermayelerine el konulmuştu.  Sermeye Türkçü ve İslamcı egemen sınıfın eline geçmişti… Yeni burjuva Devlet, 1925’ten itibaren Kürtlerin Türkleştirilmesine yöneldi. 1925-30 yılları arasında pek çok katliam yapıldı. Ciddi direnişler gösterildi. Ancak sonuçta Kürt ulusal dinamikleri dağıtıldı ve denetim altına alındı. Dersim bu sürecin dışında tutularak en sona bırakıldı. Çünkü o daha köklü bir “sorun”du. Uzun bir hazırlık ve plan gerekliydi.  Ayrıca Dersim meselesi içinde birde Dersim Ermenileri meselesi vardı.
Devletin Dersim de Ermenileri iki farklı kategoride ele aldığını görüyoruz.  Birincisi; Alevileşen Ermeniler, ikincisi; Hıristiyan Ermeniler. 1938’e gelindiğinde Ermeni kimliği bilinse de; Nazimiye Hakis, Derovan,  Mazgirt Xozinkeğ, Danaburan, Sorpiyan, Şorda, Çuxur,  Hozatın bazı köyleri, Haydaran ve Demenan ve daha başka bölgelerdeki Ermeniler Kızılbaşlara tabi olmuşlardı. Bu bölgelerde ki Alevi Ermeniler katliamda Hıristiyan Ermenilerin yaşadıklarını yaşamadılar. Tabi oldukları aşiretlerin akıbetini yaşadılar. Dolayısıyla sadece bir Ermenilik sorunu değil, bir Hıristiyanlık sorunu olduğunu görüyoruz.
Tarihleri, kiliseleri, okulları yok edilmesine rağmen açık ve gizli olarak Hıristiyan Ermenilerin yoğun yaşadığı Halvori, Torut, Zımek, Ergan, Akrak, Sin, Mameki, Merxo (ki buralar 1915’de devletin ulaşamadığı bölgelerdir) gibi bölgelerde Ermeni halkı 1938’e kadar kendi inançlarına uygun, kurulu düzenleriyle yaşamaktaydılar. Ancak bu durum devleti ciddi olarak rahatsız ediyordu. Her ne kadar Kızılbaş düşmanlığı varsa da Hıristiyan Ermeni düşmanlığının bunun önüne geçmiş olduğunu tanık anlatımlarından ve bazı belgelerden öğreniyoruz. Sin bölgesinde Dersim katliamdan kurtulan bir tanığın şu ifadesi çok çarpıcı;
“Köyümüzde yaklaşık on hane Ermeni komşumuz vardı. Bizi toplayıp katletmeye götürdüklerinde onları bizden ayırıp bir dereye götürdüler.  Büyüklerimiz onları neden ayırdıklarını sordular. Yüzbaşı şöyle yanıt verdi: ‘Gavur kanı Müslüman kanına karışmasın’ dedi. Sonra onları da bizi de kırdılar…”
  Türk-İslam sentezci Cumhuriyet kadroları politikalarını yaşama geçirmek ve başarılı olmak için yeri geldiğinde İslam’ı, yeri geldiğinde Türkçülüğü çok ustaca kullanırlar. Hıristiyanlar söz konusu olduğunda ‘rafızî, katli vacip’ dedikleri Kızılbaşları ‘din kardeşi’liği şemsiyesi altına almaya çalışırlar. Hozat Mutasarrıfı’nın Kocan aşireti reisi İbrahim Ağa (İdare Ağa) ve aşiret reislerine gönderdiği resmi yazı buna çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.
 “Saygıdeğer Seyit Ağa ve Aşiret Reisleri; Niçin kurşundan ya da nikelden yapılmış haça inanır ve yanınızda bulunan 10 bin Ermeni’yi hükümete teslim etmekten kaçınırsınız? Biz ve siz aynı dine mensup olarak dostluk ve kardeşlik içinde hareket etmeliyiz…”
Pek çok aşiret reisinin katıldığı bir toplantı yapılır ve uzun tartışmalardan sonra devletin talebi ret edilir. Toplantının yapıldığı evin sahibi Beko’nun kardeşi Mehmet, elindeki değneği havaya kaldırıp misafirler içinde dikilir ve şu çağrıyı yapar: “Kardeşimin sözleriyle hemfikir olan bu değneği öperek Ermenileri teslim etmemeye yemin etsin. Bu Hazreti Hızır’ın değneğidir. Hızır’ı seven öpsün!” Bu çağrı üzerine bütün ağalar ayağa kalkar ve huşu içinde değneği öperek bir tek Ermeni bile teslim etmemek üzere yemin ederler. Bu yeminli kararlılığın haberi çabucak bütün Dersim’e yayılır. Ondan sonra hiç kimse büyük ağaların yeminine karşı bir iş yapmaya cesaret edemedi ve bir daha Ermeni teslim edilmedi Türklere.”  (H. Kasparyan’dan aktaran H. Hayreni, Ermeni Kırımları ve Dersim)
Devletin Dersim Hırıstiyan Ermenileri’nden rahatsızlığına bir başka örnek ise şöyledir: Sarkis Minasyan 1926-27 isyanında (Kocan Aşiretine yönelik tedip harekâtı-bn.) Dersimli Kürtlerle işbirliği yaptığı ve onlara cephane sağladığı iddiasıyla Akarak’tan alınıp Çemişgezek’e götürülür, işkence edilir ve tutuklanır. 1929 sonu ya da 1930 başlarında Çemişgezek polis müdürü Sarkis’i çağırır ve şöyle der: “Sarkis Ağa, Mastafa Kemal Paşa’dan emir gelmiş ki, Fırat ve Murat nehirleri kıyısında ve başka köyler içinde hiç bir Ermeni kalmasın. Hepsinin Çemişgezek içine toplanması gerekiyor. Bütün köylerin Ermenilerini toplaman için sana üç gün mühlet! ”… Yapılan uyarıyı dikkate alarak Sarkis yetişkinleri toplar. Göçme yönünde karar verirler. Olan olmayana yardım ederek önce İstanbul’a, oradan da Ermenistan’a veya isteyen Halep’e gitmek üzere… (H. Kasparyan’dan aktaran H. Hayreni, Ermeni Kırımları ve Dersim)
Bu örnekler, Cumhuriyet devleti için, ‘Dersim meselesi’ içinde özel ‘Dersim Hıristiyan Ermenileri meselesi’ olduğunu gösteriyor.
1938’e gelindiğinde Dersim’de Hıristiyan Ermeniliğin kurumsal olarak varlığını sürdürebildiği tek yer Halvori Köy’ü ve Halvori Aziz Garabed Manastırıydı. Yukarıda sözünü ettiğimiz köylerde Hıristiyan Ermeni halk yaşamasına rağmen oralarda kilise ve manastırlar yıkılmış ibadet merkezleri kalmamıştır. Ama yılda birkaç kez Halvori Aziz Garabed Manastırı’ndan din görevlileri bu köylere giderek, ya yıkılmış kilise kalıntıları arasında veya evlerde ayinlerini yaparlardı.
Hıristiyan Ermenilerinin yaşadığı köyler ve ibadet merkezleri 1937-38 katliamında özel hedef haline gelir. Özellikle onların inanç ve eğitim merkezleri olan kilise ve manastırların olduğu köyler ve köyün halkı ağır saldırılara uğrar. Halk katledilir, kilise ve manastırlar yıkılır. Dersim katliamında Hıristiyan Ermenilerin yaşadıklarını anlayabilmek için Halvori Aziz Garabed Manastır’ının akıbetine ve keşiş ailesinin yaşadıklarına bakmanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
Keşiş Ailesi
1915-16 yılları arası Dersim’e sığınmış ve belli gözlemlerde bulunmuş olan Xarpertli Levon Lüleciyan, o dönem Vank’a ait arazide Seyid Rıza’nın korumasıyla bir kaç Ermeni ailenin yaşadığını, zar zor Ermenice konuştuklarını, Vank’ın keşişinin ise okur-yazar olmayıp kilise ayinlerini ezberinden yürüttüğünü belirtiyor. Ancak yılda bir defa çevreden ziyarete gelenler için kapılarının açıldığını ekliyor.
Genel olarak Dersim Ermenileri, özel olarak da Keşiş ailesi, bu ailenin yaşadığı Halvori ve Vank ( Vank Ermenice de Manastır anlamına gelir. Yörede manastırın bulunduğu köy Vank adını almıştır)  köyleri ve Aziz Garabed Manastırı’na  (Surp Garabed Vank’ı: Kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte K. Hallacyan tarafından Ermenistan’da Hıristiyanlığın ilan edilmesiyle beraber ilk kilise ve manastırlar arasında sayılmaktadır.  Manastır’a ismini veren Halvori köyünün de çok eski bir yerleşim yeri olduğu belirtilmektedir.) dair 2010 yılından bu yana araştırma yapıyoruz. Buradaki amacımız Dersim Hıristiyanlığının tek kurumsal merkezi olarak 1938 katliamına kadar korunabilmiş bu merkezin neden ve nasıl tasfiye edildiğini, burada yaşayan halkın akıbetinin ne olduğunu bilinir kılmaktır.
Dersimliler, Halvori Aziz Garabed Manastırı’nın yöneticisine “keşiş” o köyde yaşayan Ermenilere de “keşişin ailesi” demektedirler. Katliamda Keşiş ve geniş ailesi katledilir, manastır bombalanarak yıkılır ve manastırın değerli eşyalarına el konulur. Devlet, el konulan eşyaları, Dersim isyan lideri olarak lanse ettikleri Seyit Rıza aleyhine kullanmayı da ihmal etmez. Bu eşyaların Seyit Rıza’nın çadırında ele geçirilmiş ve onun ‘’din hokkabazı’’ olduğunu söyleyerek dönemin gazetelerinde teşhir edilir.
Birer kara propaganda işlevi gören gazetelerde Vank’dan bahsedilmezken Seyit Rıza’nın yargılanmasında hazırlanan iddianamede hem eşyaların nereden elde edildiği itiraf edilir, hem de manastıra dair gerçek niyet açıkça ortaya konulur.
 Seyit Rıza’nın Sosan kalesine yakın Vank isminde bir köyü vardır. Bu köyün müstahkem kilisesinde alt tarafı gümüş savatlı, üst tarafı altın yaldızlı tahminen iki kilo sıkletinde bir haç vardır. Bu haçın ortasında muhaddep bir cam içinde fındık tanesi kadar bir nesne vardır. Bu nesne İmam Hüseyin’in başparmağının kemiğidir. Dersimli çapulcu başı sıkıştıkça bu haçtan istiane için kiliseye girer, huzur ve huşu ile haçı öper, hamlinde müşkülat çeken kadın, derdi devasız kalan hasta gene Vank’a gider, papaza yalvarır ve haçı öper. Seyit Rıza bile hastalandıkça bu kiliseyi ziyaret etmiştir. Bir köy papazı kim bilir ne vakitten beri bütün Dersim’e böylece haça tapmayı öğretmeye uğraşıyordu.” (7 Ekim 1937, Ulus Gazetesi)
   Manastır ve eşyalarının akıbeti hakkında bu kısa değiniden sonra Keşiş ailesinin akıbeti hakkında yaptığımız araştırmayı paylaşmak isteriz. Keşiş ailesinin katliamdan kurtulmuş üyelerini bulmak ve ulaşmak hiç kolay olmadı. Zira bu insanlar yurtlarından sürülmüş,  kökleri, tarihleri, inançlarıyla bağları koparılmış ve çoğunluğunun gerçek kimlikleri değiştirilmişti. Uzun araştırmalar sonrası ailenin bazı üyelerine ulaşabildik. Ancak yaşananların birinci derecede tanıklarıyla iletişim kurmak ve bunlardan bazılarının anlatımlarını kayıt altına almak olarak mümkün olamadı. Zira korkuyorlardı ve bu nedenle de konuşmak istemiyorlardı… Birinci ve ikinci derece tanık anlatımlarıyla araştırmamızı sürdürdük.
Gerek birinci derece, gerek ikinci derece tanıkların anlatımlarında “biz keşişin torunlarıyız” ve “kırk kaşıkmışız” tanımlaması önemli ortak yanlarıydı. “Keşiş torunu” tanımlaması Hıristiyan Ermeni kimliğiyle ilişkisinin, ‘’kırk kaşık’’ tanımlaması da ortak üreten ve ortak tüketen büyük bir aile olduğunun ifadesiydi. O dönem her ne kadar ailenin çoğunluğu ve dini temsilcileri Vank’da yaşasa da, Halvori, Zımek, Torut gibi başka köylerde de ailenin üyelerinin olduğunu öğrendik.
Tanıklar Vank Köyü ve Aziz Garabed Manastırı hakkında değişik ve sınırlı bilgilere sahipler. Dolayısıyla katliam öncesi Vank Köyünün ve Keşiş ailesinin nüfusunu tespit etmek mümkün olmadı. Katledilenlerin kesin sayısını da bilmiyoruz.  Ancak kurtulanlardan Türkleştirilmek ve Müslümanlaştırılmak üzere sürgüne gönderilenleri esas olarak tespit ettiğimizi söyleyebiliriz.
Keşiş ailesinden bulduğumuz ilk kişi, “Dersim’in Kayıp Ermeni kızı’’ Aslıhan Kiremitçiyan (Fatma Yavuz) oldu. Aslıhan birinci derece bir tanıktı. Onu Isparta’nın Şarkîkaraağaç ilçesinde bulduk. Uzun araştırmalar sonrası ailenin diğer üyelerine ulaştık.
Keşiş ailesinden tespit ettiklerimiz:  Agop Kiremitçiyan, oğlu ve kızları Aslıhan (5-6) ile Ziverta (7-8 ) katliamdan kurtulur. Agop, oğlu ve kızı Zıverta Bolu’ya, kızı Aslıhan ise Konya’ya sürgüne gönderilir. Aslıhan’ın halası Tığso biri yaralı üç çocuğu (Mişan, Abkar ve Murat) ile katliamdan kurtulur. Tığso, üç çocuğu ve Agop’un kızı Aslıhan’la birlikte Konya’ya sürgüne gönderilir. Garo’nun kızları Kühet (7-8), Sultan (9-10) ve yeğeni Varte (11-12) isminde üç kız kurtulur. Agop’la birlikte Bolu’ya sürgüne gönderilir. Ayrıca  Varte isminde bir kadın kurtulur. Dersim köylerinde saklanır sürgüne gönderilemez. Toros Vartabetyan (1923 doğumlu) katliamdan kurtulur. Denizli’ye sürgüne gönderilir.
Bolu’ya sürgün edilen Agop ve oğlu bir süre sonra Mengen’de yaşamını yitirirler. Agop’un kızlarından Ziverta’ya “Elif” adı verilir. Zıverta kendileri gibi sürgün Dersim Mazgirtli bir Aleviyle evlendirilir.  1947’de Dersim sürgünlerine af çıkınca eşiyle birlikte Dersim’e döner. Ermeni kimliğini hiç gizlemez. Ancak Alevi inancına göre yaşar. Yaşamını yitirmiş olan Zıverta’nın durumunu oğlu Ali Kaya şöyle anlatıyor;
“Annem Ermeni olmasına rağmen tamamen Alevi olmuştu. En koyu Alevi’den daha aleviydi. Teyzem (Aslıhan) ise Sünni olmuştu. Teyzem namazını kılan, orucunu tutan Sünni Müslüman, annem Xızır Orcu’nu, On İki İmam Orucu’nu tutan ve ziyaretlere giden bir Alevi… Bilmem ki ne demeli bu duruma?” (Dersim’in Kayıp Kızları-Tertele Çeneku, Nazahat Gündoğan, Kazım Gündoğan)
Konya’ya sürgün edilen Agop’un diğer kızı Aslıhan’ın adını  “Fatma” yaptıklarında 5-6 yaşlarında, kelime-i şahadet getirtilip Müslümanlaştırılarak evlendirildiğinde de sadece 13 yaşındaydı…
Aslıhan Kiremitçiyan’dan aktaralım: “Köyde büyük bir ceviz, etrafında yine ceviz ağaçları vardı. Bir tabur adam geçirdiler. Arkasında bütün silahlı insanlar. (…) Hepsini götürdüler orada sıraladılar. Takır takır vurdular ittiler, vurdular ittiler, vurdular ittiler. (…) Milleti öldürmeye başlayınca tek başına bir adam dağdan indi geldi.  Ermiş ekin var, ermiş ekinin içine beni aldı soktu, üstümü örttü ‘sus’ diye. Böyle kurtuldum. Ondan sonra beni köye getiren mi oldu, nasıl gitmişim ona aklım ermiyor. (…) Halam alıp götürüyor mağaralara,  kaçıyoruz ya… (…) Ondan sonra mağaralardan almışlar Türkiye’ye dağıtmışlar. Bunları hatırlıyorum.”
“Beyşehir’de beni önce bir albaya verdiler. Onun tayini çıkınca nüfus müdürünün yanına verildim.  Beni besleme olarak yanlarına alan “ailem” beni çok döverdi. Odunla yediğim dayak yüzünden parmaklarım kırıktır. Hiç bir doktora götürülmedim. Nüfus müdürünün evinde gördüğüm işkenceler yüzünden evden kaçtım. Daha sonra başka bir aile beni yanına aldı. Orada da çok işkenceye maruz kaldım. 35 yaşın da olan birisi ile beni evlendirdiler. Evlendirmeden önce kelime-i şahadet getirtip beni Müslüman yaptılar. Aç susuz, işkence dolu bir yaşantım oldu. Her şeyden önce çocuktum… Evsiz, sahipsiz, kimsesiz ve işsizdim. Sokaklarda kaldım. Çocuklarımı bu şartlarla büyüttüm.
 Ermeniliğimi tam olmasa da biliyordum ama gizledim. Çocuklarım 1995 yılında öğrendiler. Aileme ulaşmak için çok araştırma yaptık. Hiç bir sonuç alamadım. Kızım 2010 yılı soy ağacımı çıkarttı. İşte orada adım ve soyadımın değiştirildiğini öğrendim. Kimlikte adım Fatma, kızlık soyadım Kiremitçi idi. Adımın Aslıhan, soyadımın Kiremitçiyan olduğunu, nerede doğduğumu ve hangi köyden olduğumu öğrendim.  Sonra araştırıp ablamın (Ziverta-Elif) çocukları ve halamın(Tığso) çocuklarını bulduk. Ailemin geçmişi hakkında bilgi sahibi oldum…
Babam devletine bağlı bir Ermeni vatandaşmış… Halvori Vank’da keşişmiş. (Tanıkların hemen hepsi kendilerini “keşiş torunu” bildikleri için dedelerini veya babalarını da keşiş sanmaktadırlar. 1938 katliamı döneminde manastır’ın keşişinin Tığso’nun eşi, Alişan, Abkar ve M.nin babası Mağar olduğunu çok sonraları tespit edebildik. Aynı biçimde Tığso’ya da herkes yayam-nenem, halam demektedir-bn.) Oldukça varlıklı biriymiş. Babamın da Bolu Mengen’e sürgün edildiğini ve orada öldüğünü öğrendim.” (Dersim’in Kayıp Kızları-Tertele Çeneku, Nazahat Gündoğan, Kazım Gündoğan)
Konya’ya sürgüne gönderilen Aslıhan’ın halası Tığso ve üç çocuğunun (Mişan, Abkar ve M.)  hikâyesi Türkleştirme ve Müslümanlaştırma politikasının nasıl uygulandığını anlatan çarpıcı bir örnektir. Çocukların en büyüğü Mişan o zaman 12 yaşlarındadır. Katliamda ölülerin altında, vücudunda onlarca süngü yarasıyla kurtulur.  Askeri harekât bitince ormanda, mağarada saklananlar toplanıp sürgüne gönderilir. Onlar Konya’nın Beyşehir ilçesine gönderilirler. Ermeni kimlikleri bilindiği için kayıt edildikleri yerde ilkin isimleri değiştirilir. Ermeni Tığso, “Fatma” olur. Mişan’a “Alişan”, Abkar’a  A., M.’a M. adları verilir. Çocuklar zorla sünnet edilirler. Müslümanlaştırılan üç kardeş, evde annelerinden öğrendikleri Hıristiyan inancıyla büyürler. 1947’de çıkan “geriye dönüş affı”nda Dersim’e dönmezler/ dönemezler. Konya’nın … ilçesine yerleşirler. Orada Dersimli Alevi Kürtler yoğun olduğu için onlara tabi olmayı tercih ederler. Herkes onları Alevi Kürt olarak bilir. Ancak onlar, camiye gitmeyi, namaz kılmayı, oruç tutmayı kendileri için “yaşam güvencesi” görürler. Ermeniliğini gizlemek ve edindikleri Alevi Kürt statüsü onları kısmen rahatlatmıştır. Ancak Alevi Kürt kimliğiyle de orada rahat değildirler. Müslümanlık onların yaşamını rahatlatacak tek kimliktir.
Alişan, sonraki yıllarda İstanbul’a yerleşir. Ermeni kimliğini bilerek Alevi inancıyla yaşamaktadır. Tüm çabalarımıza rağmen bizimle görüşüp yaşadıklarını anlatmak istemedi. Onun yaşadıklarının çok az bir kısmını, yurt dışında yaşayan, Türk adını değiştirip Abkar adını alan oğlu anlattı. Sadece babasının değil, annesinin de benzer bir vahşet yaşadığını yine ondan öğreniyoruz; “Babam korkuyor, çok korkuyor. Babam bize anlatırdı, Büyük dedemin adı Andon’muş, Babamın babası da Mağar… Biz keşişin torunlarıyız. Fakat 1938’de hepsi katledilmiş. Babam da annem de yaralı kurtulmuşlar. Babamın sırtında, annemin kafasında hala süngü izleri var. Yayamla (Babaannemle) sürgüne gönderildikleri Konya’da neler yaşadıklarını öğrendiniz. Nasıl korkmasınlar, nasıl korkmayalım?  Buna rağmen babamın konuşmasını, size gerçekleri anlatmasını çok çok isterim, ama zorlayamam…”  (Görüşme: Abkar Kiremitçiyan, Kazım Gündoğan, İstanbul-Londra 2012)
Diğer kardeş Abkar evlenerek Bolu’ya yerleşir. Bolu’da Müslüman olarak yaşamaktadır. 2012 yılında onunla İstanbul’da görüştüğümüzde Ramazan Oruç’u tutuyordu. Aile içinde Ermeniliğini ret etmese de, dışarıya karşı bunu gizlemek için aşırı titiz davrandığına tanık olduk. Bize kendisinin, annesinin ve kardeşlerinin hayat hikâyesini anlatmasını istediğimizde; “Benden bunu istemeyin.  Bolu gibi bir yerde nasıl yaşarım o zaman? Ailem, düzenim var. Bütün her şeyimi elimden alırlar. Ayrıca yaşandı gitti onlar, yenisini yaşamak istemiyorum… ‘’ diyerek tüm kapıları kapattı. Onunda, yurt dışında yaşayan ve Türk adını değiştirerek Sarkis adını alan oğlu, “Bana kalırsa her şeyi anlatsınlar. Ama korkuyorlar ne yapayım. Bolu’dan ayrılırsak o zaman her şeyi anlatır babam ama şimdi anlatmaz, anlatamaz anlıyor musun”  diyerek yaşanan korkunun boyutuna dikkat çekti.
En küçük kardeş M. İse, 1970’lerde yurt dışına gider ve oraya yerleşir. Orada çocukları ve kendisi yeniden Hıristiyan olur. 2013 yılında Paris’teki evinde ziyaret ettiğimizde son derece sıcak karşıladı. Sohbetimizde annesi, babası, keşiş dedesinden bahsetti;
“Babam ’38 katliamı zamanında 50 yaşlarındaymış, bütün keşiş ailesi öldürülüyor Babamın adı Mağar, Dedem Andon… Keşiş benim babam. 1915’de bizim ailemize bir şey olmamış. Dedemler o zaman Amerika’ya gidip geliyorlarmış. Annemin adı Tığso. Konya’yı anlatamam…
1982 yılında manastırı, doğduğum toprakları görmek için annemle birlikte Dersim’e Vank’a gidip kurban kestim. Bir operasyon yapıldı, oradan apar topar ayrılmak zorunda kaldık. Kurbanımızı bile yapamadık. Nasıl hak arayalım, nasıl sahip çıkalım oralara? Biliyor musun annem Vank demezdi oraya. ‘Vanuş, Vanuş’ derdi, ölene kadar ‘Vanuş’ dedi. Annem Konya’da bir Alevi gibi yaşıyordu, Alevilerle iç içe yaşıyorduk; pirlerimiz gelirdi ve gerekli ibadet, hizmet yapılırdı. Ama Ermeniliğimizi hiç unutturmadı. Ermenice biliyordu. Annemi yitireli çok olmadı… O olsaydı size neler anlatırdı…’’
M. pek çok şey konuşmak istiyordu; dedesinin Bağdat’a gidişini, Hazreti Hüseyin’in parmağının hikâyesini, Seyit Rıza ile babasının dostluğunu, 1915 kırımını ve daha başka konuları…   Ancak büyük oğlu engelledi; “Konuşursan ne seni, ne bizi, hiç birimizi Türkiye’ye sokmazlar. Ayrıca memleketteki bütün mal varlığına el koyarlar.” Bu uyarıdan sonra M. geri çekildi, “Sana söz veriyorum, memleketteki mülklerimizi satalım, tüm ayrıntılarıyla konuşacağım. Bırak konuşmayı haykıracağım. Sen de istediğin televizyonda, gazetede yayınla, dünya duysun…” dedi. Devamında, “Korkuyoruz, korkuyorum. Bak Paris’te bile evin kapısına gerçek adımı yazmadım, biliyor musun? Korkudan insan kaçacak yer arıyor.” (Görüşme, Kazım Gündoğan, Paris 2013)
Korku… Yaşadıkları katliamın, köksüzlüğün, öksüzlüğün, açlığın, sürgünün, baskının toplamı olarak boyunlarında bir pranga gibi her zaman, her yerde onları hiç bırakmıyor.
Garo’ya, bir ayağı sakat olması nedeniyle Garo Leng (Topal Garo) denilirmiş.  Garo da ailesiyle birlikte öldürülür. Tesadüf eseri iki kızı ve bir yeğeni kurtulur. Kühet, Sultan ve Varte… Kızlar Bolu’ya sürgüne gönderilir. Orada Agop’un yanında büyürler. Bazılarının isimleri değiştirilir. Kühet “Emine” olur. Sultan’ın isimi problem olmaz. Varte’nin ismi konusunu öğrenemedik. Bolu’nun Mengen ilçesinde kendileri gibi sürgün Dersim Kızılbaşları ve Bolu’nun Türk Müslümanlarıyla iç içe yaşamaktadırlar… Küçük kızlar büyüyüp genç kız olduklarında, büyükleri, kızların Türk Müslümanlarla evlenebilecekleri korkusu alır… Dersim katliamı öncesi bir arada yaşayan Kızılbaşlar ve Ermeniler birbirlerinin inançlarına, yaşamlarına karşı saygılı davrandıklarını her iki toplumun anlatıcılarının ortak vurgusu. Bir başka ortak vurgu, inanç grupları arası evlilikler olmadığıdır. Aksi davranışlara karşı her iki tarafın son derece katı yaklaşımları vardır. Ancak sürgün koşullarında Ermeniler eski katı düşüncelerinden vazgeçerler. Kızılbaşlar açısından da bu konu fazla sorun olmaz. Bu nedenle Kühet, Sultan ve Varte Bolu’da Dersimli Kızılbaşlarla evlendirilir. Af çıktıktan sonra üçü de Dersim’e eşlerinin köylerine gider ve orada Alevi inancına göre yaşamlarını sürdürürler.
Sultan’ın Ermenice bir adı var mıydı bilmiyoruz ama “Ben hep Sultan’dım” diyor. Kühet’in kızı Cevahir; “Annem çok hüzünlü ve mutsuzdu. Ermeni olduğunu herkes bilirdi. Ama o Ermeniliği bilmezdi. Kimsesiz ve sahipsizdi. Düşünün ki teyzem Sultan, teyzem Varte de Dersim’de yaşıyorlarmış. Ama onları bile göremedi, görüşemedi. Kimsesiz olmasa böyle mi olurdu?  Toros (Kühet’in dayısı) dayım arayıp annemi bulmuştu. Konya’dan gelip annemi yanına götürmüştü. O zaman çok mutlu olmuştu…’’ (Görüşme; Cevahir Ak, Nezahat-Kazım Gündoğan, Dersim 2012)
Kühet’in torunu Ahmet ise; “Kahrediyorum, çok geç kaldık. Nasıl farkına varmadık bu durumun. Bolu’dan Dersim’e geldikten sonra bir daha birbirini göremiyorlar. Kız kardeşi ile buluşturamadan nenem öldü gitti. Şimdi Sultan teyzemle görüşüyorum. Ben bir Aleviyim, nenemin Ermeni olmasından gurur duyuyorum ama keşke ona karşı görevimizi yapabilseydik…”(Görüşme; Ahmet Ak, Nezahat-Kazım Gündoğan, Dersim 2012)
Dersimli bir Alevi dedesiyle evleniyor. Dersim’e dönüp bir Alevi olarak yaşamını sürdürüyor. Ermeni olduğunu biliyor, ancak kimliğinin farkında olmasına rağmen ön planda değil. 85’li yaşlarda olan Sultan 38 sürgününden sonra 1994’de tekrar yaşadıkları sürgün nedeniyle Elazığ’da iki kızıyla birlikte yaşıyor…
Sultan’la görüşmemiz Keşiş ailesi ve manastır hakkında son derece kapsamlı bilgilere ulaşmamızı sağladı. Vank Köyü, köydeki Ermeni ve Kırmanc nüfusu, ilişkileri, keşiş ailesinin ekonomik ve sosyal yaşamı hakkında çok şey öğrendik. Katliam sürecini doğrudan yaşayan, hatırlayan ve güçlü bir anlatımla aktaran son derece önemli bir tanık… Sadece ailesi değil, tüm keşiş ailesi ve köyde yaşayan Kırmanclar hakkında da önemli bilgiler aktardı. Ermeni ailesinin tarihi, kültürü ve inancının yok edilmesine Sultan’ın öfkesi hala çok taze…
Sultan Demir:  “Biz köyde, aşağıda tarladaydık. Arpa biçmiş, harman yapıyorduk. Asker bütün erkekleri toplamış alıp çayın (Munzur çayı-bn) kıyısına götürdü. Kardeşim de içlerinde. Hepsini katlettiler. Cesetlerin hepsini suya attılar. Aşağıdan gelen askerler bizi alıp köye götürdüler, ifadelerimizi aldılar. Bu seferde bizi götürüp katledecekler. Bizi, böyle bir yokuş var, oraya doğru götürdüler. Orası şöyle uçurum acayip bir yer. Baktık kadınların hepsini orada katletmişler. O kadar çok kadın cesedi vardı ki… O cesetlerin arasında çocuklar vardı. Artık erkek mi kız çocuğu mu bilmiyorum o cesetlerin arasında ağlıyorlar. A, derken bizi de taradılar… Ben öyle aşağı doğru kaçtım gittim. Benim yanımda bir kız kurtuldu. Baktım halam(Tığso) taşın dibinde saklanmış, üç tane oğlu yanında. Halam ağladı, ‘sen nereden geldin? Bu aşağıdan su geçiyor. Su kanlı akıyor. Üstü hep ceset dolu” dedi. Ben, “Hala bizimkileri hep öldürdüler suya attılar. Bunlar onlardır” dedim.
1938’de ben on yaşındaydım. (…) Vanke Karabas derlerdi bizim köye. Kilisesi vardı. Güzel evlerimiz vardı. O kilisenin çok değerli malları vardı. Onları götürüp evlerin altına, yerin altına sakladılar. Şikâyet üzerine dayımı (keşiş ailesinin kurtulan tüm bireyleri Toros’a dayımız derler–bn) Elazığ’dan atlarla alıp götürdüler, o değerli eşyaların hepsini çıkarıp el koydular. Dayımlar, kilisenin sahipleriydi. Evleri kilisedeydi. Bizim evler de biraz öte tarafta iki katlıydı.
İnsanlar çoktu. Yirmi otuz hane ev vardı. Kırmançların (Alevilerin) evleri ayrıydı, Ermenilerin ayrıydı. Ermeniler daha fazlaydı. Kırmançların evleri yukarıda kalıyordu. Bizim evler aşağıda kiliseye yakındı.
O kilise şöyle yüksekçe, büyük ve güzeldi. Pencereleri de bu camlar gibi değildi, büyük ve yuvarlaktı. Duvarlarındaki taşlar çok güzeldi, duvarları bambaşkaydı. Dersin hususi yapılmıştı. İçi böyle ışıklı ve güzeldi. Değerli eşyalar vardı. Hep böyle parlıyordu. Kıyamıyordun ki bakasın.
Kırmançlar kiliseye gelmiyorlardı. Neden gelsinler? Onlar Aleviydi. Biz Ermeni. Biz kurbanlarımızı kesip götürüp Kırmançlara veriyorduk. Onlarda bize getiriyordu. Komşuyduk. Ama Kırmançlar ile Ermeniler birbirleriyle katiyen evlenmezlerdi. Herkes kendi içinden…
Kırmançların her şeyi (adetleri, inançları –bn)  yine yerinde duruyor. Bozulmadı. Onlar dönmedi, değişmedi. Bizim ne adetlerimiz, törelerimiz, ne inancımız; arkada hiç bir şey kalmamış.  Devlet bizimkileri alt üst etmiş. Kâfir, Mervan, Yezit! Hıh! Sen söyle? Biz ne yaptık ki,  gençlerimizi, çoluk çocuğumuzu böyle katledip suya attılar?
On iki dayım vardı, kilisenin sahibi, babamı, kardeşimi, halamı, onun eşini ve oğullarını, artık diğer komşularımızın tamamını, hiç sorma… Kırmançları (Dersim Alevileri) bizim içimizden ayırdılar. Köyün arkasına götürüp gaz dökerek, yakarak katletmişler.
Babamın adı Garabed, Garo diyorlarmış. Benim annemin adı da Havva… Biz iki erkek, iki de kız kardeş idik. Bir erkek kardeşim daha asker gelmeden öldü. Asker gelince diğer kardeşimi ve babamı Vank’ta öldürdüler.” (Görüşme; Sultan Demir, Nezahat-Kazım Gündoğan, Elazığ 2012)
Keşiş ailesinden kurtulup sürgüne gitmeyen tek kişi Varte’dir. Eşini ve çocuklarını katliamda kaybeden Varte uzun zaman mağaralarda, ormanlarda saklanır. Sürgüne gönderilmeyen bir kaç Dersim köyünden biri olan Tilek Köyünde, Kızılbaş dostlarına sığınır. Dersim’de olmasına rağmen 1947’de af çıkınca ancak Vank’a geri dönebilir. Fakat Vank’ta manastırın yıkılmış duvarlarından başka geriye hiç bir şey kalmamıştır. Geri dönen sürgün Kızılbaşlar köyü yeniden inşa ederken ona da küçük bir ev yaparlar. Manastırı ve arazisini sahiplenme çabası başarılı olmaz. Manastırın arazileri Halvori köylüleri tarafından aralarında paylaşılır.
Varte, yaşamını Manastırın yıkık duvarlarını korumaya adar. Ermeni kimliği ve Hıristiyan inancıyla… Belli zamanlar orada mumlar eşliğinde ibadetini yapar.  Hiçbir kimse ona karışmaz. Tam tersine ona ve yıkık Manastıra saygı gösterilir, yardım edilir. Zaten Kızılbaşlar da Vank manastırını bir kutsal mekan olarak öteden beri sahiplenirler. Dersim’in değişik bölgelerinde yaşayan Alevi Ermeniler zaman zaman Varte’yi ve manastırı ziyaret ederler. Yaşamını manastıra adayan Varte 1976’da ölür. 1938’den sonra Manastırın yanında ki Ermeni mezarlığına gömülebilen tek kişi de Varte olur.
Yıkık manastır sahipsiz kalır. Devlet desteğini (resmi kazı izni) alan “define arayıcıları” tarafından 2003- 2004 yıllarında büyük iş makineleriyle kazılır, tamamen tahrip edilir. (Görüşme, Haydar Şahin, Nezahat- Kazım Gündoğan, Vank 2012)
Denizli’ye sürgüne gönderilen Toros Vartabetyan katliam zamanında 15-16 yaşlarında bir gençtir. Keşiş ailesinden görüştüğümüz hemen herkesin ondan bahsetmesinin nedenleri vardı. Birincisi; Keşiş ailesinin ve kardeşlerinin katledilmesini gören, yaşayan ve aktaran kişidir. İkincisi; manastırın değerli eşyalarının yerini bildiği gerekçesiyle işkence gördüğü ve eşyaların yerinin ondan öğrenildiği söylenilir. Üçüncüsü;  sürgünde, geride kalan keşiş ailesinin üyelerini, akrabalarını arayıp bulan ve onlara sahip çıkan kişidir. Dördüncüsü; erken yıllarda İstanbul’a gelip Ermeni kimliğiyle yeniden ilişki kurar. Güçlü bir kişilik olması nedeniyle saygın bir yeri vardır.
Toros’un Denizli ve Konya’da ki adı Mehmet Balcı’dır. İstanbul’da ise, Toros Vartabetyan olur. Toros’un çocukları da babasının yolunu takip ederek Türk Müslüman isimleri bırakıp Ermeni isimleri alırlar. Toros Vartabetyan’ın kızı Meryem, babasından kendisine kalan “acı anıları” şöyle anlattı; “Babam ‘Dersim vakası’ derdi. ‘Dersim olaylarında kardeşlerimi gözümün önünde öldürdüler. Ben ormanlık bir alandaydım, ormanlık alanda saklanarak kendimi korudum, iki asker gördü, üstüme ateş açtı, ben kaçtım. Sağımdan solumdan kurşunlar sekiyordu ama kurtaran Allah kurtardı… Kurtuldum…’ diyordu. Anne babasını çok anlatmazdı. Ama kardeşlerini unutamıyordu. Kardeşlerinin dördünü kurşuna dizerek öldürmüşler. Çoğu zaman anlatır, ağlardı. Hatta vefat edeceği zaman bile başını taşla ezdikleri kardeşinin ismini sayıklayarak… (ağlıyor) Hatta onu karşımda görüyorum… Nefesini verirken ayağa kalktı böyle. ‘Baba ne oldu?’ dedim, dedi ki, ‘Harut’u gördüm, karşıda duruyor.’ Çünkü ondan çok etkilenmişti. ‘Allah kimseye o günleri yaşatmasın, çok acı, çok kötü şeyler…’ Hep böyle söylerdi bizlere. Yani çok detaylara girmek istemezdi çünkü bizi aşılamak (etkilemek –bn) da istemiyordu, sadece ‘İnsan, insandır. Biz o dönemleri yaşadık, kimsenin de yaşamasını istemiyoruz’ diyordu.”
Konya’dan İstanbul’a gelene kadar babamın Ermeni olduğunu bilmiyordum. Kardeşlerim de bilmiyordu. İstanbul’a geldikten sonra babam söyledi. İstanbul’da Toros olduktan sonra yaşamında çok şey değişti. Mezar taşını da Toros olarak yazdırdı. Komşularına ‘ben Ermeni’yim diyebiliyordu, kiliseye gidip duasını yapabiliyordu. En azından burada inancı doğrultusunda daha özgürdü, daha rahattı. Konya’da komşularımız bizi Alevi olarak biliyorlardı. Çünkü Alevi insanını Ermenilerden daha hoş karşılıyorlardı. İkincisi annem zaten Alevi… Bizi de Alevi biliyorlardı… Konya’da 5-6 hane Alevi’ydi.  Birbirlerine sahip çıkıyorlardı…
Babam orada oruç tutardı ama buraya geldikten sonra kendi şeyini (orucunu-bn.) tutmaya başladı. Orada 12 İmamlarda da, Ramazanda da oruç tutuyordu, ama  ‘Allah Kalbimi, yüreğimi biliyor, tuttuğum oruç, ettiğim dua istediğim yönde gidiyor’ derdi.                                                                                                                             ‘’Camide namazını kıldıktan sonra evde ayrıca dua ederdi, ondan sonra da hacını çıkarırdı. Öyle dua ettiğini bilirim. Nenemi de (Tığso nene -bn) bilirim. Oda öyle dua ederdi.  Elinde tespih, tespihin ucuna da hac takmıştı,  öyle dua ederdi…’’
Kendi hikâyesini de anlattı Meryem. Aslında onun hikâyesi ikinci kuşak Dersim Ermenilerinin ortak hikâyesidir…
“17 yaşımdayken İstanbul’a geldik ve Ermeni olduğumu öğrendim. Tabii ister istemez kiliseye gidiyorsun, kiliseyi yadırgıyorsun. Yani öyle bir şey ki, nasıl dua edeceğini, nasıl haç çıkaracağını bilmiyorsun… Yani o topluma da uzak oluyorsun. Onlara da uyum sağlayamıyorsun… Nasıl diyeyim sana… Yolunu, inancını, şeylerini bilmiyorsun. Ama geçmişte öğrendiğin dualarla dua ediyorsun. Yani Alevi olarak…  Kiliseye ilk gittiğimde, El hamdülillayı okuyorum, Sübhaneke’yi okuyorum, Fatiha’yı okuyorum… Mesela Haymer’i sorsalar bilmiyordum. Diyorum ya, Ermenilerin içine giriyorsun, kendini onlara yakın hissedemiyorsun. Gine en yakın hissettiğin Alevilerle oluyordu. Onlarla birçok şeyi paylaşıyorduk. Kardeşlerim de öyle, ben de öyle… İki kültürün hatta 2-3 kültürün, inancın arasında geçti bizim çocukluğumuz…’’ ( Görüşme; Meryem O.  Nezahat- Kazım Gündoğan, Istanbul-2013)
Sonuç olarak;  Dersimlilerin “Terteleo veren” dedikleri 1915 soykırımı ile “Terteleo peyen” dedikleri 1938 kırımı hem Dersim Kırmançları, Kürtleri, Alevi Ermenileri açısından, hem de Hıristiyan Ermeniler acısından ortak bir acı ve ortak bir travma olarak kuşaklara arası taşınmaktadır.
Devletin,  Osmanlıdan beri “sökülüp atılması gereken bir çıban” olarak değerlendirdiği Dersim meselesi içinde bir Hıristiyan Ermeni meselesi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Manastırın yıkılması ve tüm inanç sembollerine devlet tarafından el konulması, bunların gazetelerde teşhir edilmesi, iddianamede işlenmesi biçimi;
Devletin Dersim Ağalarından Ermenileri istemesi;
Sürgüne gönderilen Ermenilerin isimlerinin ve dinin değiştirilmesi (zorla sünnet vb), gibi düşünce ve fiilleri bu görüşü destekler nitelikte olduğu görülmektedir.
Dersim Hıristiyan Ermenileri açısından yaşamsal öneme sahip olan manastır ve keşiş ailesine yönelik saldırı ve sonuçları incelediğimizde;
Katliamdan kutulan “keşiş ailesi”nin parçalanarak değişik il ve ilçelere sürgün edilmeleri tamamen asimilasyon amaçlıdır.
Gönderildikleri yerlerde ilkin Ermeni adları değiştirilerek etnik köklerinden koparılır.
Dini kurumlarından yoksun bırakıldıkları için din değiştirilmeye mecbur bırakılır. Kültürleri ve inançları için olmazsa olmaz olan dilleri yasaklanır.
Bu süreç o kadar ağır yaşanır ki;  1947 de geriye dönüş için “af” çıktığında neredeyse kimse köklerine dönemez.
Yaşayabilmek için bulundukları koşullara uyum sağlamak zorunda kalsalar da Ermeni kimlikleri gizliden gizliye korunur ve taşınır.
Ermeni etnik kimliğini koruma konusunda daha güçlü bir gizli bağ olmasına karşın, Hıristiyan inanç kimliğin korunmasında çözülmenin daha boyutlu olduğunu görüyoruz.
Buna rağmen koşulları oluştuğunda hem etnik, hem de inançsal olarak bu insanların kökleriyle buluşmak için arayış içinde oldukları ve buluştukları da söylenebilir.
Manastırları olmasa da, değişik inançlara sahip olsalar da, farklı kültürler arasında kalsalar da   “Keşiş Ailesi”nin yaşayan üyeleri hala “biz keşiş torunuyuz” diyebiliyor…  22 Ekim 2013
Saygılarımızla.
Nezahat Gündoğan (Yönetmen-Mimar)
Kazım Gündoğan (Yapımcı-Araştırmacı)
Sevgili Hovsep Hayreni’ye çalışmaları ve katkılarından ötürü teşekkür ederiz.
Akunq.net

Yorumlar kapatıldı.