İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

The Cut: Gerçek 1 de Olsa Gerçek, 1000 de Olsa!

Talin Büyükkürkçiyan
Filmin İngilizce olması bana göre filmden fazla bir şey eksiltmiyor. Filmi başından böyle kabul edip öyle izliyoruz. Hatta bir Ermeni olarak beni, bir yere kadar kendimi bu konumdan dışsallaştırıp filmi öyle izlememe olanak sağlıyor. Bir katliam, insanlığa dair işlenen bir suç ya da insanı insanlığından çıkaran her ne ise bu yaşanmışlığı tekrar göstermek yani bunu bir sanat yoluyla gözler önüne sermek gerçeği olduğu gibi anlatmaktan çok daha zordur. Yaşanan en acı olayı dahi gerçekten yaşanmış hissini verdirerek seyirciye anlatmak zaten zor çünkü ne olursa olsun gerçek değil, yani o anda seyrettiğimiz gerçek değil.

Oyunculuk neden var? Evet, bu gerçekliği bize anlatabilmek için. O olayı daha önce yaşayan kişinin duygularını oyuncunun tekrar hissedip seyirciye aynı gerçekliğiyle aktarabilmek için… Ama sanat sanattır gerçek değil. Sinema özelindeyse, sinemaya bir filmi seyretmeye gelmiş bir insan için anlatmak istediğin konuyu nasıl anlatacağındır önemli olan yani seyirciye o seyrettiğinin gerçek olduğunu, tarihsel bir konuysa, bu konunun gerçeğe dayandığını, gerçekten daha önceleri olmuş olduğunu nasıl hissettireceksin?
Özellikle soykırım gibi çok insanın yaşamış olduğu, kendi içinde zaten kalabalık olan bir konuyu bir sanat eserine nasıl dönüştürürsün? İşte sanat o nasılla başlar ve o nasılla biter. Gerçekten vaz geçmeyen ve işini iyi yapan insanlarla çalışırsan bu olur. Fatih Akın da bunu başarmış. En başından Mardik Martin’le çalışıp senaryoya fazlalık koymamış. Ermenilerin başına gelenleri sembolik olarak anlatmış yani evet yürütülmüşler, evet çalıştırılmışlar, evet evlerinden gece yarısı çıkartılıp yola döktürülmüşler, evet tecavüz edilmişler evet öldürülmüşler, evet öldürülüp kuyulara atılmışlar. Bunları birer örnekle vermiş. Bir gerçeği defalarca göstermek onu daha fazla gerçek yapmaz, yerinde gösterilmediğinde ajitasyona mahal verir sadece. Gerçek 1 de olsa gerçek 1000 de.
Fatih Akın’a kimse bravo yapmışsın demiyor da “Neden filmi Ermenice yapmamışsın” diyor. Ermenice yapamamış da ondan. Bir koreograf için hangi dansçıyla çalıştığı çok önemli. Ona derdini anlatabileceği, ondan istediği verimi alabileceği bir dansçı olması gerek. Bir yönetmen için de aynı şey söz konusu. O kimin o rolün hakkını daha iyi vereceğini düşünüyorsa onunla çalışmalı, yani içi kimi çekiyorsa. Bu, bir bilgi – his karışık bir duygudur ve genellikle kararı verecek kişi için doğrudur. Martin Scorsese ile çalışmış olan Mardik Martin olmasaydı bu film o film olmazdı ve başroldeki Tahar Rahim. Fatih Akın, Tahar Rahim’le çalışmak istemiş. Bu rolü onun kotaracağını hissetmiş ve filmi İngilizce yapmış. Filmin İngilizce olması bana göre filmden fazla bir şey eksiltmiyor. Filmi başından böyle kabul edip öyle izliyoruz. Hatta bir Ermeni olarak beni, bir yere kadar kendimi bu konumdan dışsallaştırıp filmi öyle izlememe olanak sağlıyor.
Film’in uzun soluklu şiddet sahnelerini içermemesi de filmi izlenilir kılıyor. Her acıdan bir örnek vererek başlayan film, filmin yarısına yakın bir arayışa dönüşüyor. Sevdiklerini bulmak için hayatta kalmak ve gitmek, durmadan ilerlemek. Bir Western bir yol filmi evet hayatta kalmak, bir ümit uğruna zorluklarla mücadele etmek ve her seferinde tekrar ayağa kalkmak. Nazaret’in yolculuğunun başlamasına mahal verecek olan sahnede Bartu Küçükçağlayan’ın oyunculuğu seyirciyi zaten o andan itibaren rahatlatmaya başlıyor ayrıca.
Bu filmi ne kadar gösterimde kaldığına ve hakkında nefret üretmeyen ne kadar yorum yapıldığına bağlı olarak Ermeni, Türk ve Kürt toplumunu tedavi edecek, en azından bunu yapmaya başlayacak bir film olacak. (TB/HK)
* Talin Büyükkürkçiyan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü Öğretim Görevlisi/ Koreograf

Yorumlar kapatıldı.