İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yol Uzun

Çağdaş Günerbüyük / @gulenbiyik / cagdas@evrensel.net
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti yenilenler arasında yer alınca, Suriye ve Lübnan Fransız yönetiminde kalır. Halep’ten Türkler kovulur. Şehrin ana caddesinde, aralarında askerler, tüccarlar, kadın ve çocukların da olduğu sıraya dizilenlere, yol kenarındaki Halepliler tükürür, taş atar, tepki gösterir. Kalanların çoğu Araplar ve Ermenilerdir. Türkler tarafından ailesi öldürülmüş, evinden sürülmüş, boğazı kesilmiş, sesini kaybetmiş Nazaret, yanda durup taş atanların arasındadır. O da eline bir taş alır. Tam atacakken bir taşın küçük bir çocuğun kafasını kanattığını görür. Çocuğuna sarılan annesiyle göz göze gelir. Taşı atamaz.Kesik, işte o göz göze gelmenin filmi. Taşı atan olmanın da, yiyen olmanın da ne olduğunu bilmenin bilgeliğini yansıtmış.

Soykırımı başından sonuna falan anlatmıyor, sonuçları içinde, bu düşmanlığın insana neler ettiğine dair bir örnek veriyor sadece. Konusu nedeniyle daha vizyona girmeden tartışma yaratan bir film oldu zaten. Filmi Ermenice değil İngilizce çekilmiş olması gibi tartışma başlıklarının ise epey ayrıntıya dair olduğu izler izlemez anlaşılıyor. Soykırım hakkında böyle epik bir film çekmenin hedef haline gelmeyi çok kolaylaştırdığını Fatih Akın da başından beri biliyordu. Tehditler, provokasyonlar filmin umulduğu gibi büyük kitlelerle buluşmasını engelleyebilir. Çünkü Kesik, Mardin’den Amerika’nın kuzeyine uzun bir yolculuğu konu alıyor olabilir ama tarihi gerçekler ve ulusal mesele tartışmalarının katetmesi gereken yol o kadar uzun ki, bu yine de onun küçük bir parçası.

SESİNİ KAYBEDEN ERMENİ KAHRAMAN
Filmin başı, Nazaret, ailesi, Mardin ve giderek dönemin Anadolu halklarının hayatı konusunda kısa zamanda epey bütünlüklü bir resim çizmeye çalışıyor. Nazaret, derdi Türklerle değil zenginlerle olan, Mardinli bir demirci ustası. Kalabalık ailesiyle oturdukları sofrada savaşın yanı sıra, Ermeni erkekleri topladıkları dedikoduları da konuşuluyor. Ama o gece askerler gelip de mahallenin diğer erkekleriyle birlikte Nazaret’i de zorla askere alıp götürünceye kadar felaketi henüz uzaktan izliyorlarmış meğer. Nazaret’in uzun süre haber alamayacağı ailesi de, karısı, ikiz kızları, kızkardeşi başka bir zorunlu yolculuğa çıkıyorlar. Askerlik adı altında bir çeşit mahkumiyet yaşayan Ermeni bölüğündeki Nazaret, tehcir nedeniyle yollara düşen insanlara, onlara saldıranlara, tecavüz edenlere de rastlıyor. Tam gittiler derken daha beteri oluyor, sıraya dizip boğazları kesiliyor, Nazaret şans eseri kurtuluyor. Nazaret’in boğazını kesmesi için kafasına silah dayanan Mehmet’le böyle tanışıyoruz. Mehmet bıçağı sokuyor. Nazaret’in ölmediğini fark edince ona yardım etmeye karar veriyor. O günden sonra konuşamıyor Nazaret ama Mehmet’le bir süre birlikte kaçıyorlar, asker kaçaklarıyla yolları kesişiyor. Ama Nazaret Mardin’den aldığı ilk haberle önce Resulayn’a doğru yola çıkıyor, sonra hemen hemen tamamen yalnız yolculuk ediyor. Mezopotamya’da yalınayak, gemiyle Küba’ya, oradan Birleşik Devletler’e doğru…
Fatih Akın’ın filmindeki karakterlere dair “her yerde iyiler de var, kötüler de var” (Altyazı’nın Aralık sayısındaki röportajından) sözleri, daha Venedik’teki gösteriminde babasının yaklaşımından yola çıkarak Ermenilerin de kötüleri, Türklerin de iyileri olabileceği ve dolayısıyla filmin önyargılı, tek taraflı bir film olmadığı vurguları, aslında Kesik’e biraz haksızlık. Söylemeye çalıştıkları şeyin bir yanı, filmin dengeli olduğu, kışkırtmaya değil anlamaya, kucaklamaya dönük insani üslubu olmalı, ki bu doğru ama bu iyilik-kötülükle, tarafsızlıkla ilgili değil, bütünlüklü, politik, toplumsal ve doğası itibariyle, “tek taraflı” bir mesele, çünkü halklardan biri soykırıma uğradı. Film de zaten bunu tarafları eşitlemeye çalışmadan, ama düşmanlaştırmadan da, anlatmaya çalışıyor. Fakat Nazaret’in hikayesinin, filmin yarıdan çoğunu kaplayan kısmı, bir babanın kızlarını aramasıyla geçiyor, sebebinden söz bile etmeden. Dolayısıyla, bir aile dramı havası daha fazla egemen oluyor. Siyasi yanını bastırmadığı sürece, duygunun kolayca seyirciye geçmesi filmin bir başarısı yine de.
ÖNDER ÇAKAR GÜLÜMSEMESİ!
Kobanê’de yaralanan Önder Çakar’ın filmdeki küçük rolü de pek anlamlı. Bildik gözlüğü ve sakalıyla at üstünde, asimilasyoncunun önde gideni, Ermenileri Müslüman olursa affedeceğini söyleyen valinin temsilcisini oynuyor. Kendisini halkların kurtuluşuna adamış bir sinema insanını ırkçı bir rolde pis pis gülerken görmek insanı gülümsetiyor. Bir an önce “Nerde kalmıştık?” diye doğrulacağına kuşku yok. Acil şifa bulsun.
Kesik, 1915’i cesaretle ele almaya çalışması bakımından ayakta alkışlanacak bir film. Arka Sokaklar ve Kızgın Boğa gibi Scorsese filmlerinin senaristi Mardik Martin’in kalemi, popüler sinema gözüyle Ermeni hafızasını birleştiriyor. Fatih Akın dokunuşları da cabası, duygusal bir anda patlattığı esprileri, doğal oyunculuğu, yolculukla muhteşem uyumlu müziğiyle. İngilizce diyaloglar tartışıldı, tartışılacak, kimi replikler kaba, kimi ayrıntılar yavan, hikaye yetersiz, bulunabilir elbette. Ama bunlar filmin esasını değiştiren sıkıntılar olmaz yine de. Bazı insanlar için yepyeni şeyler söylerken, bazılarına klişe gelmesi, meseleyi tartışma düzeyimizle ilgili olmalı.
Bu topraklarda Türk olmayanlar tarafından başlatılan sinemanın inatla “Türk” olanının, bir askerin şaibeli filmiyle başlatılan 100 yılı patırtısı sona yaklaştı. Bu yüz yılın neyi biriktirdiği daha da tartışılır ama inkarın, dışlamanın 100 yılı bittiyse, bu başka bir yüz yılın, kardeşliğin yüzyılının da ilk filmidir belki. Karadenizli bir ailenin Almanya’da yetişmiş oğlu, kendini Mehmet’in yerine koyup da hikayesini anlatıyor. Ayakkaplarını Nazaret’e veriyor.

Yorumlar kapatıldı.