İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915’in gölgesinde ‘Öfkenin Şenliği’

Jaklin Çelik’in romanı, 1915’in ardından hayata tutunmaya çalışanların öyküsünü anlatıyor… Edebiyatçı Jaklin Çelik’in Ermeni Soykırımı’nın gölgesinde yaşayan birkaç karakterin hayat hikâyesini anlattığı Öfkenin Şenliği adlı romanı, ABD’de yayın yapan The Armenian Weekly gazetesinde yayımlanan bir makaleyle ele alındı. İletişim Yayınevi tarafından 2011 yılında yayımlanan ve edebiyat çevrelerinde övgüyle karşılanan roman, Türkçe yayımlanmasının ardından Kürtçeye de çevrilmişti. Edebiyat alanında altıncı kitabını yayımlamaya hazırlanan Çelik’in romanı hakkında, The Armenian Weekly gazetesinde 26 Kasım 2014’te yayımlanan Aziz Gökdemir’in makalesini, İngilizce aslından Mehmet Ali Bahıt’ın çevirisiyle sunuyoruz:

Jaklin Çelik’in romanı ‘Öfkenin Şenliği’ üzerine bir inceleme
Aziz Gökdemir
Bugün Türkiye’de herhangi bir yerleşimde gezintiye çıksanız kısa bir süre sonra bir avuç, belki bir mahalle oluşturacak sayıda eve denk gelirsiniz. Farklı harabelik aşamalarında bulunan bu evlerin bir kısmının kentsel dönüşüm faaliyeti dahilinde bir “yeniden doğuş” yaşamakta olduğuna da tanık olursunuz elbette. Genel olarak Osmanlı ya da “eski Türk” evleri olarak anılan bu binaların yalnızca dirençli canlılıkları ile değil, sindirilmiş bir tasarım anlayışını yansıttıkları için göze çarptığı söylenebilir. Bu özellikler, sadece birkaç sokak ötede göğe doğru yarışan beton kulelerde insanın içini acıtacak derecede eksiktir; orada merhum Romen diktatör Çavuşesku’nun kentsel yenilenme estetiği –belki biraz daha zevkli iç tasarımlar ve son model beyaz eşyalar ile– yeniden yaratılıyor.
Gelip geçenlerden mimari tarihe ilgi duyan bazıları, eski evlerin çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan tebaası (bölgesine göre Rumlar, Ermeniler, Süryaniler) tarafından inşa edildiğini bilir. Haftasonu şehir kâşifliği yaparken pejmürde şıklık örnekleriyle samimiyet kurmak için kamerasını çıkarıverenler belki bir an durup, mesela “kentsel doku” ya da “mekan hissi”nin yitirilmesi üzerine kafa yorabilirler. İnsanlar sözkonusu oldu mu – neticede bu ustalar canlı bir kültür barındıran cemaatlerin birer parçasıydılar ve onların da bir yerlerde, belki de şimdi resmi çekilen bu evlerde, yaşamaya ihtiyacı vardı– zihinlerde dipnot düzeyinden terfi ettirilince oturtuldukları yer genelde çoğunluk bağlamıdır: Onları kaybettik; toplumumuza renk katıyorlardı ve artık burada değiller.
Burada, “Kaybınız için üzgünüz kardeşim, peki ya onlar?” diye bir soru akla gelebilir. Ama belki de böyle bir muhabbete girmek için sokak pek uygun bir mekan değil. Neticede insanların hepsi gitmiş de değil. Bir tanesi, yaşlı, telek gibi bükülmüş bir kadın, Ramela, birçok şehir sakininin aceleyle önünden geçtiği bu yavaş yavaş yıkılan evlerden birinde yaşamakta – Jaklin Çelik’in Ermeni Soykırımı’nın gölgesinde yaşayan birkaç kadının hikayesini anlattığı ince, güçlü romanı Öfkenin Şenliği’nin sayfaları arasında. Türkiye’nin önde gelen yayınevlerinden İletişim tarafından 2011 yılında yayınlanan ve övgüyle karşılanan roman, dünyanın geri kalanında neredeyse tanınmıyor. (Kitap, Türkçe dışında sadece Kürtçede yayımlandı.)
Tabuların çok zor öldüğü ve çoğu zaman ölürken kurban aldığı Türkiye’de Ermeni bir yazar olmasanız bile, bir soykırımı edebi tema olarak ele almak, seçtiğiniz olayın ve kişisel tarihinizle ne kadar örtüştüğünden bağımsız olarak belirli bir risk taşıyor (William Styron’a Sophie’nin Seçimi yüzünden yöneltilen tepkileri hatırlayın). Bunların hiçbirinden çekinmeyen Çelik, sadece birkaç karaktere odaklanarak ve hikayelerini özüne indirgeyip kısa bölümler, sahneler ve parçalarla anlatarak zoru aşıyor. Atlama tekniğine kafayı takmış bir yönetmen hilesi olmaktan çok uzak bu tarz, anlatının rahatsız edici tonuna ve karakterlerin hepsini bekleyen belirsizliğe tam olarak uyuyor – ve Ermeni deneyimi üzerine daha fazla ilgiyi hak eden bir başka eseri, Peter Najarian’ın Belleğin Kızları romanını hatırlatıyor.
Çelik’in sık örülü anlatısı 100 sayfanın biraz üzerinde ama bu uzunluk sizi yanıltmasın; metaforlar ve göndermelerle dolu, çok katmanlı metin beş yılda yazılmış. Yazar soykırımın ana hatları ve özellikle “kurtarılmış” kızlar olgusu konusunda bilgi sahibi olunduğunu varsayıyor. Bu nedenle kitap, Türk ve Ermeni tarihine yabancı olan okurlar için zahmetsiz bir rota sunmuyor; Türkiyeli okuyuculara gelince, resmi inkâr politikalarıyla büyümüş olanların bile kitabın çerçevesini anlamakta sorun yaşamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Bu, Ermeni Diasporası’ndaki potansiyel okuyucular ve yakın tarihte Bosna, Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelerde yaşanan olayları kabaca bilenler için de geçerli.
Sözkonusu çerçeve şöyle özetlenebilir: Romanın çeşitli sahnelerinde bazen büyük ve cazgır bir ekibin parçası olarak karşılaştığımız –nefret edilen, kuşatılan, şekli belirsiz bir sürü haline getirilip kovalanan bir insan topluluğunu temsil ettiği anlaşılan– bir sıçanın neredeyse mahvettiği bir Paskalya ayinini betimleyen giriş bölümünden sonra kitabın anlatıcısını Hindistan, Kanada ve Avrupa’da seyahatle geçen uzun bir dönem sonrası İstanbul’a vardığında görürüz. Yukarıda bahsettiğimiz gibi inşaat makinelerinin “tırnaklarını geçirdiği” bu şehirle güçlü bir bağlantı hissetmediğini söyleyen kadın, kalışını mümkün olduğunca kısa tutmaya niyetli olduğunu açıklar. (Çelik, anlatıcısının cinsiyetini asla açıklamıyor ama yazar ile anlatıcı arasında olduğu öne sürülen koşutluklar ve seçim yapmak zorunda olmam nedeniyle –Türkçede üçüncü şahıs cinsiyetsiz olarak ifade edilebilir ama İngilizcede bu mümkün değil– yazının kalanında zamir kullanmak gerektiğinde anlatıcıyı kadın olarak anacağım). Çocukluğunu geçirdiği ve şimdi ona miras kalmış viraneyi (evi yıkıp bir restorana çevirmeyi planlayan, kentsel dönüşüm kurdu bir müteahhitin alım-satım işlerini yürüten bir emlakçıya) satar satmaz çekip gitmek niyetindedir.
Ne var ki ev deyip geçmemeli; Nicole Krauss’un Büyük Ev kitabını okuyanlar bunu iyi bilir. İsimsiz anlatıcı, bir süre sonra odaları dolduran anıların, geçmişin görülmemiş hesaplarının yüküyle ezilir ve evi emlakçıya her gezdirişinde boğulacak gibi olur.
Bu dört katlı ahşap ev, kitabın ilk 10 sayfasında aile tarihini yavaş yavaş göz önüne sermeye başlar. Ölülerin görüntüleri, evde yalnız yaşayan, kimsesiz kalmış bir aile büyüğü diye tanımlayabileceğimiz Ramela’nın huzursuz hafızasında parçalar halinde canlanır. Ramela takıntılı bir şekilde ölüler için yemek pişirmekte ve bunları sıçanların yemesi için ortalığa bırakmaktadır. Bu bölümler anlatıcının zihninde çocukluk anıları ile, kendi ailesiyle bu evde oturduğu büyüme dönemi ile ve daha sonra bir şekilde bu evde yaşamaya başlamış Ramela’yı ziyareti ile çarpışır. Anlatıcı için ev (belki de annesi ile babası arasındaki soğuk savaştan kaçmak için) saklambaç oynadığı ve (şüphesiz Ramela’nın zaman zaman anlattığı gerçek hikayelerin esin verdiği) hayali iblisler yarattığı bir yerdir. Anlatıcı, şimdi yıllar sonra bu iblisleri gömmeye çalışacaktır; bunda pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz.
Bunların dışında bir de anlatıcıya Toronto’da teslim edilmiş bir saç buklesi meselesi vardır can sıkan. Anlatıcı, bukleyi Harput’ta gömerek, yaklaşık bir asır önce izi kaybedilmiş ve bir daha görülmemiş dört yaşında bir kızla tekrar bir araya getirmeye söz vermiştir. Gergin, sürekli Xanax yutan anlatıcımız evle başa çıkmaya çalışırken iki bölümde bir Ramela’ya geri döner ve mahallenin 18. yüzyılda inşa edilmiş kilisesindeki unutulmaz Paskalya ayinini takip eden gecenin hikayesine kaldığımız yerden devam ederiz. Ramela’nın kiliseden eve getirdiği bir mumun ışığında duvarda yavaş yavaş üç fotoğraf belirir. Ramela’nın gözleri resimlere kilitlenir ve fotoğraflar eşliğinde hikayenin özü ortaya çıkar; önce kaba hatlarıyla, daha sonraki bölümlerde gitgide belirginleşerek önümüze konan anlatı, ancak kalanını okuyucunun hayal etmesine yetecek kadar detay içermektedir.
Çelik, okuyucusuna yardım etmek için uzun, betimleyici pasajlar, uzatılmış diyalog ya da doğrusal bir anlatım kullanan bir yazar değil. Okurun karakterlerin iç seslerini duymasını ve noktaları birleştirerek neler olduğunu kendisinin çözmesini tercih ediyor – ve bu noktalar genellikle yan yana değil, aralarında birkaç (kısa) bölüm var. Ankara’da bir düğüne katılmak için İstanbul’un görece güvenli ortamından uzaklaşıp 1915’teki karmaşanın içine düşen Ramela, süregelen ölüm yürüyüşü boyunca kızlarını korumak için elinden geldiğince yaratıcı çözümler üretir. Küçük kızı Şake’yi Halep yakınlarında bir grup yabancıya teslim eder. Daha sonra Suriye’nin içlerinde kendisi ve büyük kızı Mari için güvenli bir yer bulur. Bu sığınağı onlara sunan, kendi ailesini bırakıp 15 yaşındaki Mari’yi gelin alan Ramela yaşındaki Raşit Efendi adlı bir Araptır. Ne var ki duvardaki resimlerden birinde görülen yeni yaşamları başlangıçtan itibaren zehirlenmiştir, Mari’nin ölü doğan çocuğuyla simgelendiği gibi… Çöküş, kısa bir aradan sonra devam eder.
Olay örgüsü bu noktada geri plana itiliyor ve Çelik, felaketi ele alan en uzun soluklu edebi eserlerin bazılarını hatırlatan bir yoğunluk içeren zengin bir ızdırap ve yas tablosu çizmeye başlıyor. Kısa patlamalarla oluşturulan metnin yanında örneğin Musa Dağ’da Kırk Gün’ün kalınlığı düşünüldüğünde, buna Ölüm Fügü’nün düzyazı hali denebilir.
Romanın ölçülü tonu, yürüyüşler sırasında geçen bazı bölümlerde sınırı zorluyor (Ararat filminde Atom Egoyan’ın kontrollü iç mekanlarının birden açılıp çölde yürüyen binlerce insanı gösterdiği sahneyi hatırlayın) ama o zaman bile kitabın dili bağırtısız ve dolambaçlı. Metin, yaşanan zulümleri ölüm sahneleri kullanmadan aktarıyor. Parlayan kılıçlar yok, sıyırıp geçen kurşunlar yok, ölülerin yüzünde donmuş acıyı sırıtarak karşılayan ağızlar yok. Suçluların işini edebi simgeler üstleniyor: Vücutlar (hem felaketin kuvvetini simgeleyen, hem de ruh arındırıcı olan) su dalgalarıyla yutulup tükürülüyor, suyun üzerinde Son Yemek’ten yeni çıkmış İsa yürüyerek geliyor ve kana bulanmış toprağa dokunarak ölülerin ruhlarını kutsayıp ufukta kayboluyor.
Zaman, katı ve insafsız, düşman olarak ortaya çıkıyor; hayatta kalanlarla oynuyor, onları tartaklıyor ve öldüklerinde duruyor. Kumandanlarının içten içe çürüdüğünü (mecazi değil, gerçek anlamda) gördüğümüz askerler geri çekiliyor, yapacaklarını yapmış oldukları için.
Kadim ırmaklar Fırat, Dicle ve Zap Suyu, yürüyen insan kitlesinden akan kanları alıp götürüyor. “Gökyüzü bir aynaydı,” diyor Çelik. “Azalıyorlardı. Yetimler, gözü boşlukta deliler, ağıtını yutmuş kadınlar, gözü toprakta erkeklerdi geride kalanlar. Şake bir taşın kenarına ilişmiş yalvarır gözlerle bakıyordu annesine, onu bırakmaması için. Tanımadığı üç-beş adamla bilmediği bir kurtuluşa doğru yürüyordu. Yol aldıkça siliniyordu aynadan görüntüsü, yeryüzünden silueti.”
Sürekli kullanılsa böyle albenili bir anlatım asıl olanları gölgeleyebilir, ama kitabın başka bölümlerinde Çelik yaşanan felaketleri hiçbir simgeye başvurmadan anlatıyor. Ölü çocuklar gömülüyor, hayatta kalanlar onların minik ellerini, ayaklarını, göğe çevrilmiş yüzlerini bir an önce örtmek için mümkün olduğunca hızlı toprak atıyor; açlık, suda bekletilip yumuşatılmış tahta parçaları çiğnenerek zar zor zaptediliyor.
Öfkenin Şenliği’nin pek çok isimsiz kurbanı var, hepsinin kaderi belli; ama ana karakterler sözkonusu olduğunda Çelik ayrıntıya girmekten kaçınıyor. Bir an dikkatiniz dağılsa Ramela’ya kiler merdiveninin başında ne olduğunu kaçırabilirsiniz. Sık sık küçük çocuk Şake’ye geri dönüyoruz ama Mari neredeyse hiç görünmüyor. Mari’nin başına gelenler, şüpheye yer bırakmayacak bir kesinlikle ama aynı zamanda mümkün olduğunca az kelimeyle anlatılıyor.
Şake’ye gelince, onun sırrı kitap boyunca açıklanmıyor. Onu son görüşünün üzerinden yıllar geçtikten sonra Ramela, “Şake acaba ölmeyi becerebilmiş miydi?” diye düşünür. Ramela’nın kurtuluş ümidiyle Şake’yi yabancılara emanet etmesinden sonra onu kaçarken görürüz. Daha sonra Ayşe olarak karşımıza çıkar, çocuk gelin olarak ilk gecesini yaşar ve sonra yeni ailesi tarafından kovulur (Ayşe, çocukken peygamber ile evlenen ünlü Arap şahsiyet Aisha’dan türetilmiş çok yaygın bir Türk ismidir). Nihayet, papazı belki kanlı bir şekilde öldürülmüş, belki de öldürülmemiş olan bir manastırın topraklarında dolaştıktan sonra onu öldürmeye niyetli bir grubun elinden kaçar Şake, ve son olarak bir grup askerin sığındığı bir mağarada saklanırken görülür. Stan Brakhage’ın deneysel filmlerindeki vinyetler gibi birbirine eklenmiş sanrısal karşılaşmalar ve vücut terk etme deneyimlerini anlatan pek çok sahnede (burada tarz yine bir türlü bitmeyen, anlatılması imkansız bir cinnet döneminin egemenliğiyle örtüşüyor), ailesinin ölmüş, ölmemiş, hatta asla doğmamış üyeleriyle ve şimdiki vücudunun içinde hapsolmuş eski, endişeli benliğiyle konuşur Şake. Mağara, ana rahmi gibi sıcak ve huzurlu, Şake’nin hikayesinin çemberini tamamlar ama bize net bir bitiş sunmaz. Tıpkı Ayşe’nin Şake’yi artık sonsuza dek saklaması gibi mağara onu sarmalamaktadır.
Yukarıda değindiğim saç buklesine gelince, nasıl olup da küçük sahibinden ayrı düştüğünü ve yolculuğunu nasıl tamamladığını merak edebilirsiniz. Hikayenin başlangıcı, saçın sarılı olduğu gazete kağıdına çiziktirilmiş birkaç satırda ortaya çıkar. “Bu çocuğun adı Şirag’dır,” diye yazar bir anne. “Soyadı Asaduryan, Harputlu. Şirag benim oğlumdur. Bu saçlar kızım Naro’ya ait. Naro’nun saçını sağ kulağının arkasından, dipten kalın bir tutam olarak kestim. Ola ki, Tanrı esirgesin, Şirag sizi Naro’nun bulunduğu yere götüremezse ya da gittiğinizde onu bıraktığım yerde bulamazsanız etrafta göreceğiniz sağ kulağının arkasından saçı olmayan, dört yaşındaki kız çocuğu benim kızımdır. Şirag ve Naro’yu yazdığım adrese bırakın. Ya babaları ya da ben, birbirimizi kaybetmeden önce anlaştığımız gibi onları almaya gideceğiz. Umuyorum…”
Bir tutam saçın hikayesinin nasıl sonlandığına dair söyleyeceklerimse şunlar: 1) Onu boşverin siz ve 2) bu olağanüstü, rahat çalıcı, sırlarını kolay teslim etmeyen kitapta yer alan diğer her şey, buklenin akıbetiyle tam bir uyum içinde.
AZİZ GÖKDEMİR HAKKINDA
Türkiye’de yayımlanan iki öykü kitabı bulunuyor Aziz Gökdemir, 2008’de William Saroyan’ın 100. yaşı kutlamaları öncesine denk gelen, sekiz yıl boyunca İstanbul’daki Aras Yayıncılık’ın yayımladığı William Saroyan dizisini yönetti. Simgeleşmişlerden “Sen Bir Ermeni, Ben Bir Ermeni” az bilinenlere “Van Gölü’ne” uzanan geniş bir yelpazeden seçilen eserlerin bazılarını çevirdi, kitapların sunuş yazılarını yazdı. Ermeni edebiyatı ve tarihi hakkındaki yazıları, haftalık Agos gazetesinde ve başka yayınlarda yer aldı. Gökdemir, hayatını 1990’lı yıllardan beri Washington’da editör olarak sürdürüyor.

Yorumlar kapatıldı.