İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Arsen Yarman ile 19.Yüzyılda Ermeniler ve Bozulan İlişkiler Üzerine

 “Tek bir kelime bile tarihe ışık tutabilir… ”
 Toplum ve Kuram Dergisi: Arsen Bey, sizi, Ermeni toplumunun unutulan ve unutturulan geçmişi ile ilgili kapsamlı araştırmalarınızdan tanıyoruz. Son araştırmanız ‘Palu, Harput 1878: Adalet Arayışı” (1. Cilt) ve ‘Palu, Harput 1878: Raporlar” (2. Cilt) kitapları nasıl ortaya çıktı?

Arsen Yarman: Bildiğiniz gibi Sivas 1877 kitabını, Rahip Natanyan’ın raporundan yola çıkarak hazırlamıştık. Kitapta, Ermenice kaynaklardan ve Osmanlı arşiv belgelerinden elde ettiğimiz bilgiler dahilinde Natanyan’ın hayat hikayesini oluşturabildiğimiz kadarıyla okurlarımıza sunmuştuk. Ancak Natanyan’ın hayatı ve yürüttüğü zorlu mücadele bizi öy­lesine etkiledi ki, kendimizi, Sivas 1877 kitabını yayımladıktan sonra da Natanyan üzerinde çalışmaya devam etmek zorunda hissettik. Bu kitap­ların oluşumunu, bu duyguya borçluyuz. Natanyan’ın dikkatli ve eleşti­rel gözlemleri, sorumluluk anlayışı ve eğitim yoluyla aydınlanmaya duy­duğu sarsılmaz inanç, Palu raporunu da incelememizi sağladı. Rahibin çalışmalarından, o dönemin Ermeni dergilerinden ve yeni yayımlanan bazı kitapların satır aralarından güçlükle derlenen bu bilgiler, onun hak­sızlıklara karşı mücadeleyle geçen hayatı üzerindeki sis perdesini biraz daha inceltirse kendimizi mutlu hissedeceğiz.
TKD: Bu kitabın omurgasını Natanyan oluşturduğuna göre, rahip, 19. yüzyıldan bize yol göstermeye devam ediyor, öyle mi?
AY: Ardosr Hayasdani gam Değegakir Palua, Kharpertu, Çarsancaki, Cabağçuri yev Erzngayu, Haveluadz ısd Khntranatz Azkasiratz, Khizan Kavar (Ermenistan’ın Gözyaşı veya Palu, Harput, Çarsancak, Çapakçur ve Er­zincan Hakkında Rapor, Milletperverlerin Arzına Binaen Hizan Bölgesi İla­vesiyle) adını taşıyan ve Ermenice’den tercümesini yaptığımız bu kitap, Boğos Natanyan’ın beşinci ve son eseridir. Kitap, yazarın, Patrik Nerses Varjabedyan’ın genelgesini, Patrikhane Karma Meclisi’nin kararını, rahibin Osmanlı împaratorluğu’nun bilgi ve onayıyla 1878 yılının Mayıs ayında ru­hani önderlik kaymakamlığı göreviyle yola çıktığı Palu’daki izlenimlerini, şehrin ve civarının iktisadi ve sosyal yapısını, savaşın ve zorbalığın pen­çesinde inleyen yoksul Ermeni köylülerinin durumunu bütün ayrıntılarıy­la aktarıyor. Rahibin hayatının trajik bir şekilde sona ermesinin bu kitap­la bağlantılı olması da “Adalet Arayışı”ın önemini bir kat daha arttırıyor.
Bu son rapor birçok açıdan önemlidir. Natanyan’ın diğer raporlarında da olduğu gibi incelenen bölgeler son derece sistematik ve ayrıntılı olarak resmediliyor. Bu niteliğiyle bölgenin diğer halklarının tarihini de ilgilen­diren bir yönü var. Diğer yandan, rahibin, görev yerinin patrikhaneden uzaklaşmasıyla birlikte düşünce olarak da patrikhaneye mesafe koyduğu­nu görüyoruz. Natanyan’ın ilk raporları naifçe hazırlanmıştı, Sivas rapo­runda kızgınlık vardı. Son raporunda ise oklar patrikhaneye, devlete ve egemenlere yöneltiliyor. Son olarak, bu raporun Natanyan’ın sonunu ha­zırlayan rapor olması bakımından da ayrı bir önemi var. Natanyan’ın yargılanması sırasında bu raporun, Palu hakkındaki çalışmanın, adı geçmek­tedir. Hatta bütün yargılama bu kitap üzerine kuruluyor. Öyle görünüyor ki Osmanlı Devleti bu kitabı “risale-i muzırra”dan saymakta ve önsözü­nün Osmanlıca çevirisini mahkemeye kanıt olarak sunmaktadır.
TKD: Natanyan’ın raporu ile birlikte bu iki ciltlik kitapta, aym dönem­de ve yine Osmanlı İmparatorluğu’nun bilgi ve onayıyla Patrikhane ta­rafından görevlendirilerek bölgeye gönderilen, Ermeni taşrasını gözlem­leyerek raporlar hazırlayan Karakin Sirvantsdyants ile Vahan Bardizaksti Der Minasyan’ın raporlarına da yer verilmiş. Bunların aynı dö­nemde, aynı bölgeye gönderilmesi özel bir duruma mı ilişkin?
AY: Bilindiği gibi 1878 yılı, Osmanlı-Rus Savaşı’nın bittiği ve barış şartla­rının görüşüldüğü yıla denk geliyor. Bu açıdan, her üç rahibin de savaş sırasında ve hemen akabinde, Anadolu şehirlerindeki Ermenilerin siyasal ve sosyal durumlarını tespit etmek için seyahate çıkmaları bir tesadüf de­ğil. Zira Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından, 3 Mart 1878 tarihinde, Rusya ile imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’nın 16. maddesi, Osmanlı împaratorluğu’nun, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapmasını ve Ermenileri, Çerkezlerle Kürtlere karşı korumasını öngörmektedir. Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde de aynı hükümler tekrar edilmektedir. Bu antlaşmalarda, “Ermenilerin yaşadıkları vilayetler”den söz edilmesi, bura­larda “ıslahat” yapılacağının ve Kürtlerle Çerkezlere karşı Ermenilerin em­niyetinin taahhüt edileceğinin belirtilmesi, Patrikhane ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki durumu incelemesini zorunlu kılmış, ve raporla­rına yer verdiğimiz rahipler bölgeye gönderilmişlerdir.
TKD: Raporların, bu coğrafyanın diğer halklarını ve olgularını ilgilen­dirmesini önemli başka bir özellik olarak belirtmiştiniz…
AY: Yazarlar, öncelikle Ermeni cemaatinin durumu hakkında ayrıntılı bil­gilere sahip olmak istemişler, ancak seyahatleri boyunca diğer halklar hakkındaki izlenimlerini de dile getirmişlerdir: Türkler, Kürtler, Kızılbaşlar, Yezidiler ve Süryaniler hakkında ilginç gözlemlerde bulunmuşlardır. İncelemeye konu olan, Samsun, Çarşamba, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Khağdik, Hemşin, Sürmene, Artvin, Ardahan, Ardanuç, Ardaşin, Erzurum, İspir, Hınıs, Pasin, Mamahatun, Varzıhan, Gisgim, Erzincan, Tortum, Tercan, Kemah, Eğin, Camurgap, Caruşla, Abuçch, Narver, Khodorçur, Kelkit, Dersim, Kuzucan, Khozat, Çemişgezek, Çarsancak, Çapakçur, Pertek, Perin, Gasma, Divrik, Pinga, Malatya, Arapgir, Yazıhan, Hısnı Mansur, Kahta, Behesni, Bayezid, Eleşgirt, Ahlat, Palu, Havav, Hizan, Hemran, Vırtanis, Pazents, Şirinits, Terjg, Elazığ, Harput, Mezre, Hazar, Gahan-Maden, Ergani, Çermuk, Çüngüş, Kiğı gibi yerleşimler geniş bir Anadolu coğ­rafyasını kapsamaktadır Raporlarda, Osmanlı Ermenileri’nin yanı sıra, Rusya Ermenileri, İran Ermenileri, Müslümanlaşan Ermeniler, Türkler, Keldaniler, Nasturiler, Ermenileşen Rumlar, Rumlaşan Ermeniler, Ermenice konuşan Müslümanlar, Lazlar, Hemşinliler, Rumlar, Kürt Ermeniler, Kürtler, Ermenice konuşan Kürtler, Kürt­çe konuşan Ermeniler, Zazalar, Zazaca konuşan Ermeniler, Sürya­niler, Yezidiler, Yahudiler, Poşalar, Karapapaklar, Acemler, Tatar­lar, Çerkezler, güneşe tapanlar, Arevortikler, Sevortiler, Aleviler, Kızılbaşlar, Dimililer, Gesgesler, Hıristiyanlar, Mollalar, Şeyhler, Melikler, Seyyidler, Sirteler, Aşiretler, Beyler, Ağalar, Çeteler, Pa­pazlar, Ruhaniler gibi çok çeşitli toplulukların tarihine ışık tutulmakta­dır. Okuyucuların, buradaki bazı yer isimlerine baktığında yabancılaşma­yı, tarihiyle bağının koparılmışlığını derinden hissedeceği açıktır. Kitap­ta, yerleşimlerle ilgili geniş açıklamalar vererek, bu sorunu ortadan kal­dırmaya özen gösterdik. Lakin Sırvantsdyants’ın yıllar öncesinden gelen şu önemli uyarısının altını önemle çizmek istiyoruz: “Yazarlarımız çok dikkatli olmalı ve yer isimlerini değiştirme gibi bir hatada bulunmama­lıdırlar. Zira tek bir kelime bile tarihe ışık tutabilir.”
TKD: Çalışmanızın oldukça yoğun görsellerle zenginleştirilmiş oluşu da ayrı bir özellik…
AY: Ermenilerin bugün yaşamadığı geniş bir toprak parçasında, geride bı­raktığı ve kimse tarafından sahiplenilmeyen, mutlak unutuluşa terk edilen çok değerli kültürel izlere dikkat çektik. Kitaplarda yer verdiğimiz yaklaşık 300’ü aşkın fotoğraf ve kartpostallarla Ermenilerin, yaşadıkları coğrafyanın kültürüne yaptıkları devasa katkıyı gözler önüne serdiğimizi düşünüyorum.
“Soydaşlarımız, sıkılmadan ve hiçbir şeyden korkmadan şikayetleri­ni komiserlere bildirip durumlarının iyileşmesi için gerekenin yapıl­masını açıkça talep etmelidirler. Bunda çekimser kalırlar ise sonra­dan acısını çekecekler…”
TKD: Osmanlı 1774 yılındaki Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1922’ye kadar çeşitli aralıklarla Hıristiyan vatandaşlarını koruyacağına dair yir­mi bir tane kapsamlı uluslararası anlaşma imzalamasına rağmen ne ya­zık ki söz konusu yüz elli senelik zaman zarfında, bu coğrafyanın kadim halklarının gittikçe artan baskıların ve haksızlıkların odağında olduğu bir resim görmekteyiz. Berlin Antlaşması bu yirmi bir antlaşmanın bir parça­sı; bu antlaşma ile Ermeni meselesi uluslararası bir niteliğe ulaşmış mıdır?
AY: Berlin Antlaşması’na giden yolun üzerinde Kırım Savaşı’ndan sonra düzenlenen Paris Konferansı (1856) bulunmaktadır, ve Osmanlı Devleti, Avrupa’nın desteğini alabilmek için Hıristiyan nüfusa yönelik bir reform hamlesini başlatma sözü vermiştir. 1856 yılında ilan edilen Islahat Ferma­nı bu sürecin ürünüdür, ve Berlin Kongresi’nin sonuçları, Osmanlı Devleti’nin söz verdiği reformları gerçekleştirmediği anlamına da gelmekte­dir. Berlin Antlaşması, genel olarak Ayastefanos Antlaşması’nın hüküm­lerini yumuşatmakla birlikte Osmanlı împaratorluğu’nun Balkanlardaki ağır yenilgisini onaylamaktadır. Ermeni meselesi hakkında ise çok farklı bir çözüm söz konusu değildir; Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi, Ayas­tefanos Antlaşması’nın 16. maddesinden çok farklı düzenlemeler getir­memektedir, ancak Osmanlı împaratorluğu’nun Ermenilerle ilgili ıslahat­larının Avrupa devletlerine bildirilmesi şartını ve Avrupa devletlerinin bu ıslahatların uygulanmasını izleme hakkını öngörmektedir. Ingiltere, bu maddeye dayanarak hiç vakit geçirmeden, 1878 yılının sonlarında Sivas’a (Albay Wilson), Erzurum’a (Binbaşı Trotter), Van’a (Yüzbaşı Clayton) ve Kayseri’ye (Yüzbaşı Cooper) askeri konsoloslar atamış ve onları ıslahat tedbirlerini izlemekle görevlendirmiştir. Mevcut konsolosların yanı sıra yeni bir uygulama olarak görünen askeri konsolosluk sistemi farklı şekil­lerde adlandırılmaktadır. Osmanlı idaresi, bunları “konsolos” ya da “kon­solos muavini” olarak tanımlarken, Ingiltere, “askeri konsolos” (military consul) adını vermektedir. Anadolu’da görev yapacak askeri konsoloslar, Berlin Antlaşması ile kararlaştırılan ıslahat programlarının yürütülmesini ve emniyet sorunlarının giderilmesini denetlemekle görevlidirler. Dolayı­sıyla bu programların, gerçekleştirilirken karşılaşılacak sorunları çözecek nitelikleri taşıdıkları varsayılmaktadır.
TKD: Bu uygulamalardan hareketle başlangıçta reformların gerçekleşe­ceğine dair bir inançtan söz edebilir miyiz?
AY: Başlangıçta yapılan yazışmalar, gerçekten de Osmanlı împaratorluğu’nun reform yapacağına dair duyulan inancı göstermektedir. Patrikha­ne de reformlardan ve askeri konsolosların işlevinden umutludur. Nite­kim îzmirliyan’ın, rahip Minasyan’ı görevlendirme yazısındaki, “Soydaşla­rımız, sıkılmadan ve hiçbir şeyden korkmadan şikayetlerini komiserlere bildirip durumlarının iyileşmesi için gerekenin yapılmasını açıkça talep etmelidirler. Bunda çekimser kalırlar ise sonradan acısını çekecekler, bu da ne milletimizin çıkarlarına ne de hükümetin niyetlerine uygun düşe­cektir.”(1) sözleri reforma dair bir umudu ifade ediyor. Aslında, Berlin Kongresi, askeri konsolosların yetkilerini sadece ahalinin baskı, yolsuz­luk ve reform taleplerinin kaydedilmesiyle sınırlamıyor. Anlaşıldığı kada­rıyla askeri konsoloslar bu talepleri kendi başkonsoloslarına aktarmakla yetinmemekte, kimi zaman Osmanlı idarecilerine çeşitli yöntemlerle mü­dahale de etmektedirler. 1880 yılına gelindiğinde baskı ve yolsuzluk şi­kâyetlerinin oldukça arttığı anlaşılıyor. Elbette bu durum direk olarak baskı ve yolsuzlukların bu tarihte arttığı anlamına gelmiyor. Daha çok Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim ahalisinin reform beklentisi, artık bu baskı ve zorbalıkları bildirme ve protesto etme eğiliminin güçlenmesi ve yabancı gazetecilerle temsilcilerin çalışmaları söz konusu olmaktadır.
TKD: Konsolosların görev ve ilgi alanlarını biraz daha açabilir misiniz?
AY: Askeri konsolosların yalnızca gayrimüslim ahalinin uğradığı baskılar­la ilgilenmedikleri, Müslüman ahalinin bu yöndeki taleplerini de dikka­te aldıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle gayrimüslim ahalinin olduğu ka­dar Müslümanların da saygısını kazanmışlardır. Şikâyetlerin en yoğun ol­duğu dönem, aynı zamanda reform beklentisinin en yüksek olduğu dö­nemdir. 1880’in ikinci yarısında yalnızca askeri konsolosların hazırladık­ları raporlardan, hizmet içi kullanım amacıyla basılanların sayısı 220’dir. Durumlarıyla en fazla ilgilenilen ahaliler sırasıyla, Ermeniler, Kürtler, Abazalar, Lazlar’dır. Raporlara konu olan vilayetler sıralamasında ise Trabzon başı çekmekte; onu Sivas, Van, Diyarbakır ve Ankara vilayetle­ri ile İzmit sancağı izlemektedir.
Berlin Konferansı’ndan sonra İngiltere ile Osmanlı arasında bir nota sa­vaşı yaşandığını gözlüyoruz; Lord Salisbury, İngiltere’nin İstanbul Büyü­kelçisi Henry Layard’a, daha 8 Ağustos 1878 tarihinde gönderdiği bir ta­limatla, Anadolu Islahatı’na dair programın çerçevesini çizmişti. Layard da bu çerçeveye uygun bir lâyihayı II. Abdülhamid’e sunmuş ve uygula­ma için 19 Ağustos 1878 tarihinde Babıâli’ye bir nota vermişti. Osmanlı hükümeti ise 24 Ekim 1878 tarihli bir notayla cevap vermiş ve ıslahatla­rın yapılmasının mâli imkânsızlıklar nedeniyle mümkün olamadığını bil­dirmişti. Padişahın da onayladığı 24 Ekim 1878 tarihli bu nota, bir bakı­ma Osmanlı Devleti’nin reform sözünün ve programının yenilenmesi an­lamına gelmektedir. Layard, bu taahhüde dayanarak, 17 Temmuz 1879 tarihinde Babıâli’ye iki sözlü nota daha vermişti. Salisbury’nin 8 Ağustos 1878’de Layard’a gönderdiği talimatta, Ingiltere’nin, Berlin Kongresi’nin hükümleri uyarınca Osmanlı hükümetinden beklediği reform programı­nın esasları özetlenmiştir, ancak bu maddelerin hepsinin aynı anda uy­gulanabilecek nitelikte olduğu şüphelidir. Zaten Ingiltere, her şeyden ön­ce Anadolu’daki Hıristiyan nüfusun, Kürt aşiretlerinin baskın ve soygun­larına karşı korunmalarını talep etmektedir. Bu karşılıklı nota trafiğinin, bir bakıma ıslahat programının dayandığı zeminin ve beklentilerin anla­şılmasını da sağladığını söyleyebiliriz. 3 Aralık 1881 tarihinde Ingiltere Büyükelçiliği’nin, Osmanlı Hariciye Nezareti’ne verdiği notada, özellikle Sivas, Diyarbakır ve Van şehirleri ile civarlarında kargaşa ve düzensizli­ğin çok arttığı ve hem gayrimüslim hem de Müslüman ahalinin bu du­rumdan şikâyet ettiği bildirilmektedir. Ingiltere Büyükelçiliği aynı nota­da, 1878 yılının ikinci yarısından itibaren görüşülen tedbirlerin yerine ge­tirilmediğinden söz etmekle birlikte, bu tedbirlerin Osmanlı împaratorluğu’nun egemenlik ve bütünlüğünü bozacak bir nitelikte olmamasına özen gösterildiği konusunda güvence vermektedir. Aradan geçen üç yıl içinde ciddi bir tedbir söz konusu olmadığı için de hiç değilse asgari ted­birlerin -geçici de olsa- alınması tavsiye edilmektedir. Notada alınması gerektiği bildirilen tedbirler, bir bakıma Osmanlı împaratorluğu’nun ye­rine getirme sözü verdiği reform girişiminin çerçevesini de çizmektedir.
TKD: Osmanlı bu notalara karşı nasıl bir tavır takınmıştır?
AY: Osmanlı İmparatorluğu verdiği cevaplarla reformlar konusunda ken­disini her seferinde bir kez daha bağlarken, notalardan anlaşıldığı kada­rıyla ilk bakışta II.Abdülhamid’in çok fazla rahatsız gözükmemektedir. İngiltere’nin de imparatorluğa kontrollü bir baskı politikası uyguladığın­dan söz edebiliriz. Bunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile ilişki kurmasından duyulan endişe de rol oynamış olabilir. Bu bakımdan İngil­tere, önerdiği reformların tadilata uğramasını çok fazla dert edinmemek­tedir. Dolayısıyla reformlar, buna istekli görünmeyen ve zaman kazan­mak isteyen Osmanlı İmparatorluğu ile bu meseleyi doğrudan kendi dış politikasının gerekliliklerine uyarlayan İngiltere arasında sahipsiz kalmış gibi durmaktadır. Rusya da Osmanlı İmparatorluğu’nda girişilecek re­formların hem İngiltere’nin nüfuzunu artıracağını hem de Rusya Ermenilerini etkileyeceğini düşünerek İngiltere’nin girişimlerini güçsüzleştirmeyi amaçlayan bir strateji izlemektedir. İngiltere, 1881 yılında diplomatik baskı kullanarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu reform yapmaya zorlama politikalarında sona doğru gelmektedir. 1882’ye gelindiğinde artık Anadolu’da Berlin Antlaşması’nın öngördüğü türden kapsamlı bir reform hamlesine girişileceğine dair umutlar sönmek üzeredir. Osmanlı hükü­meti, 1856 yılından beri söz verdiği reformları gerçekleştirme konusun­da ciddi bir çaba göstermemişti. Bu tarihten sonra bu yönde bir gelişme bekleyen kesimler son derece sınırlıdır. Bu bir bakıma Benjamin Disraeli’nin Osmanlı împaratorluğu’nun varlığını korumanın Avrupa’nın yararı­na olduğu düşüncesinin aşınması anlamına gelmektedir.
“Osmanlı-Rus savaşı bütün ahaliyi katlanılması güç koşullar içine sokmuştur, ancak Ermeni köylüsünün durumu bir kat daha kötüdür. Savaşın mali yükünü herkes gibi onların da üstlenmeleri doğaldır, ama Ermenilerin malından ve hayatından duyduğu endişe çok daha büyüktür. Zira Ermeni köylüsü yerel zorbaların ve Kürt aşiretlerin baskılarının yanı sıra yerel idarecilerin ayrımlarından ve eziyetlerin­den de şikâyetçidir”.
TKD: Öyleyse Ermeni sorunu uluslararası planda ele alınsa da süreç içinde geçiştirilmiştir, Ermenilere verildiği söylenen uluslararası destek bir anlamda lafta kalmıştır diyebilir miyiz? Bir Ermeni temsilcisinin, Berlin Antlaşması ertesinde, Beyrut’ta ifade ettiği “Berlin’de özgürlüğü gördüm. Ama bir kâğıt parçası yiyemedik. Evlatlarım, [yani Ermeniler] hiçbir yabancı umuda bel bağlamayın” sözü doğrulanmış mıdır?
AY: Bir bakıma doğru. Sırvantsdyants’ın “Kıyıda bir köy var, ancak siv­risinekleri ve bitlerinin fazlalığıyla ünlü. Bu sebeple de Berlin Kongresi onlara özgürlük ve kendi kendilerini idare hakkı tanımış!”(2) sözleri, Ber­lin Konferansı’na ne kadar bel bağlandığının ya da konferans kararları­nın ne kadar ciddiye alındığının ifadesi olsa gerek.
Aslında reel bir politika olarak 61. madde de son derece zayıftır. 1878 yı­lının sonlarına doğru Ingiliz Büyükelçi Layard’ın, Osmanlı împaratorluğu’nun reform yapacağı konusunda duyduğu kuşkular artmış görünmek­tedir. Bu o kadar açıktır ki, büyükelçi, Ingiltere’nin Osmanlı împaratorluğu’nu büyük bir güç olarak Rusya’ya karşı destekleme politikasının ar­tık isabetli olup olmadığını sorgular duruma gelmişti. Aslında reformlar konusunda Osmanlı împaratorluğu’na yapılan baskı, Ingiltere hükümet­lerinin dış politikada aldıkları tutumla da ilgiliydi. Reformlar konusunda yapılan baskının önemli bir sebebi, Ingiltere etkisinde ve güçlü bir Os­manlı împaratorluğu’nun uluslararası güç dengesinde Ingiltere’nin elini kuvvetlendireceğine duyulan inançtı. Doğu Anadolu’nun Rusya’nın eline geçmesi, Ingiltere tarafından Süveyş’in kontrolünü kaybedeceği ve Hin­distan sömürgesini tehdit edecek bir sürecin başlayabileceği bir durum olarak görülüyordu. Ancak uluslararası güç dengelerinde meydana gelen her değişiklik, bu inancı güçlendirmekte ya da zayıflatmaktaydı.
Askeri konsolosların Anadolu’da görevlendirilmesi, reformlar konusunda baskı yapmak ve güçlü bir jandarma teşkilatına duyulan ihtiyacın yakıcı­lığını göstermek bakımından da önemli bir işlev gördü. Temmuz 1879’dan itibaren göreve başlayan askeri konsolosların, Anadolu seyahat­lerinde gördükleri, savaşın verdiği büyük zararı göstermektedir, ve bu tablo, Natanyan’ın Ermeni köylerinde gördüğü yıkımla çok büyük ölçüde çakışmaktadır. Osmanlı-Rus savaşı bütün ahaliyi katlanılması güç koşullar içine sokmuştu, ancak Ermeni köylüsünün durumu bir kat daha kötüdür. Savaşın mali yükünü herkes gibi onların da üstlenmeleri doğaldır, ama Er­menilerin malından ve hayatından duyduğu endişe çok daha büyüktür. Zira, Ermeni köylüsü, yerel zorbaların ve Kürt aşiretlerin baskılarının ya­nı sıra, yerel idarecilerin ayrımlarından ve eziyetlerinden de şikâyetçidir.
TKD: Kitabın birinci cildi dönemin siyasal ve toplumsal iklimini içeren geniş bir tarih felsefesi perspektifiyle okunabilecek, kapsamlı bir çalışma­yı içeriyor. Bölgeye dair daha önceki etütler her etnik aktörün, kendi açı­larından toplumsal ilişkilerini inceliyordu. Burada farklı olarak bölgede mevcut tüm etnik grupların toplumsal özellikleri ve devletle olan ilişkile­ri bütünlükle mercek altına alınmış. Bu bakımdan oldukça önemli bir çalışma. Sivas 1877’de de dönemin toplumsal niteligine dair uzun bir su­nuş vardı. Raporun yazıldığı zamanın siyasal ve toplumsal ikliminden biraz söz edebilir miyiz?
AY: Natanyan, Sivas raporunda, Tanzimat’la başlayan sürecin Ermeni toplumunu nasıl etkilediğini, devletin merkezileşmesinin ayanlarla uzun süren bir mücadeleyi nasıl zorunlu kıldığını ve bu mücadelenin Sivas Er­menilerinin hayatını nasıl zorlaştırdığını anlatıyordu. Palu çalışması ise birkaç açıdan daha sert bir mücadelenin içinden yazılmıştı, ve bu durum kitabın başlangıcından itibaren hissedilmektedir. Her şeyden önce mağ­lubiyetle sonuçlanan Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen sonrasında, ağır yoksulluk ve güvensizlik koşullarında yazılmıştır. İkinci olarak, farklı bir toplumsal yapının ve egemenlik ilişkilerinin hâkim olduğu bir bölge söz konusudur. Sivas şehrindeki temel sorunlardan biri merkezi idare ile ayanlar arasındaki çatışmanın şiddetiydi. Palu’da ise feodal bir yapı ve aşiret düzeni hüküm sürmekteydi. Merkezi idare, çoğu zaman güçlü aşi­retlerle uzlaşmak ya da aşiretler arasındaki gerilimleri kullanmak ve kış­kırtmak zorundadır. Bu politika ise genellikle yoksul Ermenilerin uğradı­ğı baskı ve eziyeti görmezden gelmekle, aşiretlerin zorbalıklarına göz yummakla eş anlama gelmektedir. Natanyan görmezden gelmemiş, göz yummamıştır. Kitap boyunca zorba aşiretlerin yaptıkları yağma ve talan­la, dini yapıların ve görevlilerin uğradığı saldırılarla karşılaşırız. Natanyan, bu saldırıları yapanları isimleriyle birlikte kaydetmekten geri dur­maz. Üstelik fail ve iştirakçıları, merkezi idareye ve Patrikhane’ye şikâyet eder. Ne yazık ki şikâyet ettiklerinin bir bölümü zorbalarla işbirliği ya­pan Ermenilerdir, ve çıkarlarını zedeleyen rahip hakkında asılsız ihbar­larda bulunarak onu görevinden uzaklaştıracaklardır. Rahibin hayatı bundan sonra alt üst olacak ve trajik bir şekilde sona erecektir.
TKD: Diğer yazarlara gelirsek…
AY: Seyahati sırasında savaşın yarattığı yıkımı ve özellikle Erzincan, Er­zurum ve Kars civarındaki Ermenilerin güvenlikten yoksun hayatlarını gören rahip Minasyan’a göre, Ermenistan’da “kan ve gözyaşı” hüküm sürmektedir. Minasyan, gezdiği her yerde ölüme, yoksulluğa, eğitimsizli­ğe, ağır vergilere ve yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalan Ermenilere rastlamıştı. “Ermeni köylülerinin savaştan ne kadar çok zarar gördüğünü anlatmayacağım. Bir zamanlar cemaate ait ve yabancı gaze­telerin övgüyle bahsettiği, şimdilerde ise sakat ve hasta olan o 30.000 Ermeni’den bahsetmeyeceğim. Cephane ve topların taşınması esnasında neredeyse zorla ve bedavaya kullanılan, sadece araba, öküz ve katırını vermekle kalmayıp hayati önem taşıyan azığını bile üste veren Ermeniden bahsetmeyeceğim.” diyerek sözlerine başlar. Minasyan’a göre, zaten Ermenilerin başından “kar” hiç eksik olmamıştır. Minasyan, olan biten­den ötürü devleti şikâyet etmediğini özellikle belirtir; onun katlanamadığı kilisenin ve İstanbul’un yaşananlara seyirci kalmasıdır.
Ekonomisi iflas etmiş ve büyük bir savaşı kaybetmiş olan imparatorlukta kapsamlı reformlara girişmek kolay görünmemektedir. Yoksulluk sadece köylülükle de sınırlı değildir, devlet çoğu zaman kendi idari görevlileri­nin maaşlarını ya ödeyememekte ya da geciktirmektedir. Zaptiyelerin ço­ğu fiziki bakımından bile bu görevi yerine getirecek kimseler değildir. Maaşlarını alamayan, teçhizatlarının eskiliği nedeniyle eşkıyalarla çarpış­makta güçlük çeken zaptiyeler, çoğu kez – Natanyan’ın da şikâyetlerinde bahsettigi üzere – suçluları arama bahanesiyle gittikleri köylerde ahaliye baskı yapmakta, zorla kendilerine hizmet ettirmektedirler. Natanyan, kol­luk kuvvetlerinin bu suistimallerinden daha çok Ermeni köylerinin zarar gördüğünü söylemektedir. Natanyan’ın da Anadolu’daki Ermenilerin ye­rel zorbalar, Kürtler ya da diğer Ermeniler tarafından uğradıkları saldırıla­rı, İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ne bildirdiğini biliyoruz. Ancak Natanyan sorunun çok daha karmaşık olduğunun farkındadır; bu eziyet ve baskıla­rı önlemek isteyen ruhani önderler de sahipsiz bırakılmakta, Patrikhane’den yeterince destek alamamakta, çeşitli zorluklar ve tuzaklarla karşılaşmaktadırlar. Natanyan, taşradaki baskı ve eziyetin önüne geçmenin o kadar kolay olmadığını kısa bir süre sonra anlayacak ve buradaki zorba­ların işlerini güçleştirmesinin karşılığını görevden alınmakla görecektir. Şi­kâyet etmek ve bunu yetkili mercilere bildirmek baskı ve eziyetlerin önü­nün alınmasını sağlayamamaktadır. Asayişsizliği derinleştiren bir unsur da savaş sırasında ortaya çıkan mültecilerin iskanı meselesidir.
Çerkezlerin çoğunlukla silahlı olmaları ve yerel idarecilerin de onla­ra karşı nasıl davranacaklarını tam olarak bilememeleri nedeniyle yerleştikleri bölgelerde ciddi bir asayiş sorunu ortaya çıkmıştır.
TKD: Nüfus hareketliliğinden kaynaklı mültecilerden bahsederken özel­likle Çerkezlere değinilmesi gerek galiba…
AY: Doğru. Bu mesele doğrudan Ermenilerle ilgili olmamakla birlikte, onların hayatını etkileyen bir boyuta sahip. Rusya’nın 18. yüzyıl sonların­dan itibaren Güney Kafkasya’ya hakim olma çabasını hızlandırması, onu bölgedeki halklarla karşı karşıya getirmişti. Uzun ve sert bir mücadele­nin 1860’larda Rusya tarafindan kazanılması üzerine önemli bir Çerkez nüfus, Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmıştı. Topraklarını terk etmek zorunda kalan Çerkezlerin, muhtemelen yaşadıkları yoksul­luk ve yıkımın da etkisiyle, Anadolu’da sebep oldukları güvenlik ve asa­yiş sorunları, Ermenilerin hayatını ciddi ölçülerde güçleştirmişti. Askeri konsolos Wilson’un raporuna göre en büyük problem Çerkez mültecile­rinden kaynaklanmaktadır. Göçmenlerin memleketlerini işgal eden Rusya’ya duydukları öfkeyi imparatorluğun Hıristiyan nüfusuna yöneltmele­ri hiç de zor değildir. Bu koşullarda Çerkez göçmenler, Ermeniler üze­rinde yeni bir baskı kaynağı olarak ortaya çıkacaktır. Avagyan’ın, impa­ratorluğun Çerkez göçmenlerle ilgili politikasına dair söylediklerinde bu grupların ayrı bir baskı aygıtı olarak kullanıldığı ifade edilmektedir: “II. Abdülhamid’in Çerkezleri kullanma amacı kendisinden önceki padişahlarınkiyle aynıydı. Çerkezler aracılığıyla İmparatorluğun Müslüman ahalisinin giderek çoğaltılması ve güçlendirilmesi, Hıristiyan vilayetlerin müslümanlaştırılması, savaşkan ve gözüpek Kuzey Kafkasyalıların bün­yesine alınarak ordunun güçlendirilmesi, Çerkezler aracılığıyla halkla­rın milli kurtuluş hareketlerinin bastırılması ve dış politikada Rusya ile ilişkilerinde kullanma.” (3) Avagyan, Osmanlı hükümetinin, uzun bir süre boyunca Zeytun, Sasun ve Muş’taki Ermeniler üzerinde tam bir denetim sağlayamadığına ve buralarda vergi ödemeyen, “yarı bağımsız” yaşayan Ermenileri denetim altına almak için Çerkezleri kullandığına dikkat çek­mektedir. Aslında bu bölgeleri denetim altına almak için daha önce Kürtler ve Türkmenler eliyle de baskı uygulanmıştı, ancak alınan sonuç kar­şılaştırıldığında Çerkezlerin daha etkili olduğu görülmüş ve başka yerler­de de bu politikaya başvurulmuştu. Zeytun Ermenilerine karşı Çerkezle­rin kullanılmasının, Kürtlerin ve Türkmenlerin vergi toplama sorununda kullanılmasından çok daha etkili olduğunu deneyimle gören Babıâli, bu uygulamayı Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı başka bölgelere de -özellikle de Sasun, Muş, Van ve Erzurum çevresine- yaymıştır.
1870’lerin sonunda ise durum daha farklı görünmektedir. Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgiyle bitmesinin yanı sıra ciddi bir kıtlık tehlikesi de baş gösterir. Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, 29 Mart 1879’da Bay Malet’e yazdığı mektupta, İstanbul’da değeri düşen kağıt paranın diğer vilayet­lerde de hiçbir kıymetinin kalmadığını, devletin bile vergisini madeni pa­ra olarak istediğini ve “Kürt ve Çerkez beylerinin yağmaları, zaptiyelerle yerel idarelerin dolapları” sonucu Ermeni halkının açlıktan ölüm tehlike­siyle karşı karşıya kaldığını belirtmektedir. Kağıt paranın değerinin sü­rekli ve büyük oranda düşmesi hazine gelirlerini azaltmakta, enflasyonu­nun yükselmesine yol açmakta ve kalabalık göçmen kitlesinin yarattığı iaşe sorunlarıyla birleşerek içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
TKD: Devlet nerede?
AY: 1875 yılında mali açıdan iflas eden imparatorluk, ardından askeri ve diplomatik yenilgilerle sarsılmış ve birkaç yıl sonra meydana gelen kıtlı­ğın bazı vilayetlerde yol açtığı korkunç sonuçlar karşısında büsbütün ça­resiz kalmıştı. Dolayısıyla Patrik Varjabedyan’ın mektubu bir abartı içermemektedir. Osmanlı-Rus Savaşı’nın yarattığı yıkıma, ağır vergilere ve ar­dından da kıtlığa maruz kalan vilayetlerde, açlıktan ölümler artmaya baş­lamıştı. Böyle bir ortamda imparatorluğun çökeceği düşüncesinin güç­lenmesi ve yerel isyanların artması şaşırtıcı değildir. 1879-1880 yıllarında Doğu Anadolu’da, özellikle de Van, Diyarbakır ve Erzurum vilayetlerin­de kıtlık, hatta açlık yaşanır. Nüfusu iki yüz bine yaklaşan Erzurum’da yaklaşık on bin kişi açlıktan ölür. Yerel isyanlar patlak verir, imparator­luğun çökmek üzere olduğu ve bölüşüleceği fikri hemen her yere yayı­lır, ve birçok insan geleceğe kaygılı gözlerle bakmaya başlar. Ekonomi­nin çökmek üzere olduğu, asayişin sağlanamadığı koşullarda ahalinin bir bölümünün silahlanmasına engel olunamaması da önemli bir endişe kaynağıdır. Berlin Antlaşması’nın öngördüğü reformlar için çeşitli proje­ler öneren Anadolu’daki Ermeniler, güvenlikle ilgili önlemler çerçevesin­de, Kürtlerle birlikte Çerkezlerin de kontrol edilmelerine ağırlık vermek­tedirler. Çerkezlerin çoğunlukla silahlı olmaları ve yerel idarecilerin de onlara karşı nasıl davranacaklarını tam olarak bilememeleri nedeniyle yerleştikleri bölgelerde ciddi bir asayiş sorunu ortaya çıkmıştır.
TKD: Peki ya Kürtler?
AY: Anadolu’daki Ermeni köylüsü daha büyük bir soygun ve talana Kürtler tarafından maruz bırakılmaktadır, ve üstelik Kürtler bunu alıp kaçmak şeklinde değil zora dayalı olarak yapmaktadırlar. Rahip Minasyan ve Natanyan’ın eserlerinde, Kürtlerin ve onlarla işbirliği yapan Ermenilerin, Er­meni halkı üzerindeki baskı ve eziyetleri hakkında pek çok örnek verilmektedir. Natanyan’ın eserinde de altını çizdiği gibi Ermeni köylüsü, üzerinde ağaların zulmü, hakkını aradığına pişman edilen Ermeni köylü­sünün çaresizliği, zorbalarla işbirliği yapan yerel idarecilerin fırsatçılığı ve buna göz yuman devletin kayıtsızlığıyla karmaşıklaşan bir yapı söz ko­nusudur. 1878-1880 yılları arasında yaşanan kıtlık nedeniyle bütün böl­ge halkının büyük acılar çektiği açıktır, ancak hem devlete hem de ye­rel beylere vergi vermek zorunda kalan ve göçebe aşiretlerin saldırıları­na maruz kalan Ermeni köylüsü, bu durumdan en çok zarar gören ke­simlerin başında gelmektedir.
Vahakn N. Dadrian, taşrada, yerel beyler tarafından yapılan yağma ve sal­dırıların artmasının tesadüfi olmadığına, ve bu durumun, merkezi otorite­nin bu tür saldırılara göz yuman gevşek yapısından kaynaklandığına inan­maktadır. Dadrian, Türk-Ermeni ihtilafının, başlangıçta otoritelerin iltihap­lanmasına gizlice izin verdikleri bir Kürt-Ermeni ihtilafı olduğunu ve Ermenilere karşı yapılan yerel ve bölgesel yağmaların altında yatan kültü­rün, bir ölçüde Osmanlı başkentindeki merkez kültürün gizli yansımaları olduğunu söyler. Bu bakımdan Berlin Antlaşması’yla öngörülen reform projesinin ilk adımı, güvenlik ve asayişle ilgili tedbirlerin alınmasıdır.
Abdülhamid’in sunduğu yeni bütünleşme projesine hâkim olan eği­lim, imparatorluğun Hıristiyan unsurlarım dışlamaktadır. Bu ise Tanzimat düzenlemeleriyle ulaşılmak istenen sonucun tam aksidir.
TKD: II. Abdülhamid reform sözüyle tahta geçmiştir. Devletin güçlendi­rilmesi ve merkezileşme yönünde bir takım reformlar da yaptığını söyle­yebiliriz. II. Abdülhamid’in reformları nasıl adlandırılmak sizce?
AY: II. Abdülhamid döneminde, Tanzimat’ın yaptığına benzer modern kurumlar oluşturulmaktadır, ancak bunlara farklı bir felsefe hâkimdir. Sunduğu yeni bütünleşme projesine hâkim olan eğilim, imparatorluğun Hıristiyan unsurlarını dışlamaktadır. Bu ise Tanzimat düzenlemeleriyle ulaşılmak istenen sonucun tam aksidir.
Abdülhamid, devletin ciddi bir reform hamlesine girişmesi gerektiği­nin farkındadır, ancak bunu Avrupa’nın beklediğinin aksi bir yönde, din­sel öğelerden yararlanarak güçlendirilen yeni bir merkezileşme yönünde yapacaktır. Bu politika, Ermenilerin yaşadıkları yerlerde Kürtlere ivme kazandırmaktadır.
Bu bakımdan başta Kürtler olmak üzere, Tanzimat’ın güven kaybettirdi­ği yerel Müslüman beyleri yüceltmek ve tekrar devlete kazandırmak, en öncelikli görevdir. Sultan, Şeyh Ubeydullah’ın 1880 yılında özerklik tale­biyle ayaklanması sırasında da, bu nüfuzlu şahısa karşı dikkat çekici bir tahammül göstermişti. II. Abdülhamid’in Kürtlere etkin biçimde katılabi­lecekleri yeni bir merkezileşme politikası sunması, Ermenilerin içinde bulundukları koşulları önemli ölçüde zorlaştırmıştı. Merkezi idarenin gö­revlileriyle işbirliği yapan ya da rüşvet, tehdit gibi yollarla onları etkisiz­leştiren Kürt beyleri, Ermeni köylülere ağır vergi ve angaryaları dayat­maktadırlar. Bu bakımdan 1878 yılının, hem Kürtler hem de Ermeniler bakımından önemli bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz. Yeni merkezileşme projesinde kendilerine yer bulan Kürtler arasında, Şeyh Ubeydullah’ın isyanıyla birlikte bağımsızlık düşüncesi de belirmeye baş­lamıştı. 1878 yılının sonlarında Palu’da Ermenilerin yaşadığı sıkıntıları gö­ren Boğos Natanyan’ın, yazdıklarında da yeni bir bakışın ve arayışın baş­langıç adımlarını görmek mümkündür: “Şimdi halkın devlete niçin vergi ödediğine dair basit bir soru soralım. Tabii ki hırsızlar tarafından soyul­mamak için. Ailesiyle beraber, her şeyiyle özgür, korkusuz rahat hayat sürmek için. Ancak tam tersi oluyor. Zira halk her zaman, her dakika acıyla, soyularak, aşağılanarak, kılıçtan geçirilerek, korkuyla, küfürler işiterek, çekilmez zorluklarla dayanarak borcunu ödüyor ama karşılı­ğında sesi mahkemelerde duyulmaz oluyor. Buradan şu sonuca varıyoruz. Vergilerimiz bizi rahat yaşatmaya yetmiyor. Yerine getirdiğimiz hizmetlerin önemi yok. Sadakatle hizmetimizin karşılığı sömürülmek vs. vs. O zaman ne yapmalıyız? Herkes düşünsün ve dermanını bulsun.”(4)
TKD: Sultan II. Abdülhamid’in, reform zorunluluğunu aşmak için top­lumu yeniden örgütlemesine yönelik tedbirlerinden söz edersek…
AY: Sultan, Tanzimat’ın hayal kırıklığına uğrattığı çok sayıdaki çevrenin üzerine oynamaya başlamıştı. Yeni meşruiyet zemini, Hıristiyanların dı­şarıda bırakıldığı bir dayanışma fikrini güçlendirme üzerine kurulacaktır. Bu politika değişikliği açısından 1878 yılının kritik bir dönüm noktası ol­duğu üzerinde pek çok araştırmacı mutabık görünmektedir. Seton-Watson’ın, ‘resmi milliyetçilik’ adını verdiği siyasa, ideolojik olarak kuşatıl­mış multi-etnik imparatorlukların yönetici hanedanları tarafından ‘millî’ motiflerin bir uygulamasıydı. Kendi bağlamında ve öz tarihsel rengini kullanarak, Osmanlı hilafeti, kendisini yeni bir mistik benlik imgesiyle doldurmaya çalıştı. Stephen Duguid, Hamidîye döneminin ‘birlik’ ve ‘se­lâmet’ gibi kilit kavramlara yaptığı bu yeni vurguya dikkati çeker. Müs­lüman ahali, Tanzimat’ın Müslüman ve Hıristiyanları kanun önünde eşit ilan etmesinin kendisinde yarattığı gücenmeyi ve Avrupa’nın esasen Hı­ristiyan nüfusun koşullarının iyileştirilmesi için yaptığı baskıyı bu yeni meşrutiyet zemini içinde telafi edebilecektir. Bugünden bakıldığında II. Abdülhamid’in 1878 yılında böyle bir politika değişikliğine gittiğini söy­lemek mümkün görünmektedir. 1878 yılında, bunu açık bir şekilde gö­rebilmek o kadar kolay değildir. Ancak 1880’li yılların ortalarına doğru, Müslümanların dayanışması temelinde tarif edilen bir meşruiyet zemini iyice belirginleşmişti. Bu kavramlar, kuşkusuz îslami bir çerçeve içinde anlam ve değer ifade ediyorlardı. Dolayısıyla söz konusu olan Müslüman nüfusun birlik ve selâmetidir. Natanyan, Palu’nun gayrimüslim nüfusu için söz konusu olanın “gözyaşı” ve “sefalet” olduğunu kitabına verdiği isimle de bir kez daha vurgulamıştı. Bizim burada eserlerini tercüme et­tiğimiz üç yazar, kitaplarını 1879 yılında yayımlamışlardır (Sırvantsdyants eserinin ikinci cildi 1884 tarihlidir). Bir reform beklentisi içinde olsalar bile, yazdıklarında alttan alta bu reformların özellikle Anadolu’da uygu­lanabileceğinden kuşkulanmaya başladıklarının izleri vardır. Natanyan’ın bu sürecin farkına erken vardığını tahmin ediyoruz. Zira, Palu ve civarı hakkındaki kitapta, iki yıl önce yayımlanan Sivas’a dair çalışmasının ak­sine, Sultan II. Abdülhamid hakkında övücü herhangi bir değerlendirme­de bulunmamaktadır. Natanyan’ın Palu’daki görevi sırasında karşılaştığı sıkıntılar, bu birlik ve selâmet kavramının taşrada nasıl algılandığını çok iyi göstermektedir. Taşradaki yerel zorbalar ve onların işbirlikçileri, ken­dilerinin çıkarlarına ters düşen her hareketi ahalinin birlik ve selâmetini bozan bir hareket olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Birlik ve selâmet kavramları giderek imparatorluğun Hıristiyan nüfusunu yabancılaştıracak bir boyut kazanacaktır. Sırvantsdyants başından beri Berlin Kongresi’nden pek ümitli görünmemektedir: “O sahte himayeciler Ermeninin ne amcası, ne de eniştesi idiler. Onlar daha ziyede becerikli avcılar ve ka­saplar idiler.”
Esasen Tanzimat, öngördüğü reformları belirli bir özgürlük anlayışı ya da siyasal hakların genişletilmesi çerçevesinde ele almamaktadır. Re­formların yönü devletin güçlendirilmesine ve kurtarılmasına dönüktü.
TKD: Ermeniler, reformları başlangıçta nasıl karşıladılar?
AY: Ermeniler, II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla başlayan sürece, bir bakıma Tanzimat’tan beri başlayan reformların devam ettirileceği düşün­cesiyle ümitli yaklaşmışlardır. Tanzimat’ın ilanı, imparatorluğun tüm nü­fusunu kanun önünde eşit sayan, birlik ve selameti, kanunların herkese eşit uygulanması yoluyla sağlamayı amaçlayan bir girişimdir. Tanzimat Fermanı, herkesin kanun önünde eşitliğinden, can, mal ve ırz güvenli­ğinden, vergi adaletinden, mülkiyet hakkından söz etmektedir. Bu süreç, bu bakımdan yönünü Avrupa’ya dönmüş, Avrupa kurumlarını Osmanlı ülkesine uyarlamaya çalışmıştı. Arkasından gelen Islahat Fermanı da bu genel prensibi derinleştirmektedir. Bilindiği gibi 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın ardından kanun ve meclis fikirleri hızla yaygınlaş­tı ve idarenin bazı kurallar çerçevesinde faaliyet göstermesi anlayışı be­lirginleşti. Bu süreç hem idarenin gayrimüslim tebaa ile ilişkilerini hem de gayrimüslim cemaatlerin iç ilişkilerini köklü biçimde değiştirdi. Tarifi eksik, kapsamı sınırlı ve temsiliyet gücü tartışmalı da olsa kanun ve mec­lis kavramları, Osmanlı toplumunu anayasa düşüncesine ulaştıracaktı. Er­meni cemaati de bu süreci bütün tartışmalı yönleriyle birlikte yaşamıştı. Dolayısıyla II. Abdülhamid’in reform girişimleri böyle bir tarihsel zemin üzerinde yükselmiş ve kanun ve meclis kavramlarının derinleştirileceği beklentisini artırmıştı.
TKD: Ancak bu fermanlarla verilen sınırlı haklar pratikte birer birer ge­ri alınacaktır. 1892’de özel mekanlarda ayin yasağı, özel okullardan mezun olan çoğunluğu Ermeni değişik dinlere mensup kişilere kamu hizmetlerinde görev yasağı gibi uygulanmalar getirilerek verilen haklar geri alınmaktadır. Bir süre sonra daha sistemli baskı ve şiddet politikala­rı devşirilecektir.
AY: Esasen Tanzimat, öngördüğü reformları belirli bir özgürlük anlayışı ya da siyasal hakların genişletilmesi çerçevesinde ele almamaktadır. Re­formların yönü, devletin güçlendirilmesine ve kurtarılmasına dönüktü. Tanzimat’la birlikte meydana getirilen kurumlar, çoğu zaman kuruluş maksadını yerine getirememiş, kimi zaman da bu maksadın dışına çık­mıştı. Değiştirmeleri beklenen iktidar ilişkilerini de kökten ortadan kal­dırdıkları söylenemez, zira taşradaki yerel güçlerin hâkimiyetlerini doğ­rudan sınırlayacak yapıda değillerdi. Bununla birlikte taşradaki yerel güçlerle merkezi idare arasında tuhaf, her somut durumdaki güç denge­lerine bağlı olan bir ortaklık meydana çıktı. Bu durum taşradaki ahalinin ezilmesine engel olamadı, hatta bazı durumlarda üzerindeki yükü daha da artırdı. Zira devlet, merkezin gücünü taşrada da hâkim kılmak için ye­ni kurumlar oluşturmakta ve daha etkin vergi toplama yöntemleri üze­rinde durmaktaydı. Ancak bunu yerel güçlerin iktidarını ortadan kaldır­madan yaptığı için, bütün girişimleri halkın yükünü artırmaktan başka bir sonuç vermedi. Köylü hem merkezin hem de ayan ve yerel eşrafın, ağa­larla beylerin talepleri arasında sıkışıp kalmıştı. Yerel eşraf Tanzimat’ın vergi toplama, iltizam ve angarya konularında getirdiği modern hüküm­lerin uygulanmasını önledi ya da amacından saptırdı. Kendi zeminini güçlendirebilmek için daha fazla ve daha etkin bir şekilde vergi almak isteyen merkezi hükümetin bu kararları, Tanzimat’ın kendi yaşam koşullarında iyileştirmeler getireceğini bekleyen reayanın hayal kırıklığı yaşa­masına neden oldu. Siyasal üstünlük hükümetindi ama nüfuz ve servet ayanlarda kaldı. Tanzimat süreciyle getirilen vilayet ve kaza meclisleri de genellikle eski hakimiyet ilişkilerinin yeniden ama farklı bir biçimlerde üretildiği alanlardan biri haline gelecekti. Hükümet, zaman zaman vila­yet meclislerinin yerel güçlerin aleti olmasını engellemeye dönük giri­şimlerde bulunsa da bunda pek başarılı olduğu söylenemez. İdari yapı­yı yeniden merkezileştirmek isteyen devlet, yerel güçlerin bir kısmını hü­kümet görevlerine atayarak, bir kısmını da vilayet meclisleri aracılığıyla yerel idareye dahil ederek bir bakıma onları merkezi yönetimin bir par­çası haline getirmişti. Ancak bu süreç iki yönlü işlemektedir. Eğer mer­kezi idare, yerel güçlerin iktisadi ve siyasal güçlerini yeterince denetleyemezse, ayanın ve eşrafın resmi görevlerini ve vilayet meclislerindeki pozisyonlarını kullanarak yaptıkları haksızlık, yolsuzluk ve zulüm bütü­nün bir parçası haline geliyordu. Daha önemlisi yapılan baskılar, devle­tin makam ve kurumları aracılığıyla meşrulaştırılmış oluyordu.
Ancak ulaşılan sonuç ve gösterilen direnç ne olursa olsun, Tanzimat re­formlarının köklü bir dönüşüm anlamına geldiği yadsınamaz.
TKD: Ziya Paşa ’nm Zafername adlı hicviyesindeki “Rumdan, Ermeniden yaptı müşir-i bala / Eyledi resm-i musavvatı hukuku ikmal” dizeleri, di­rencin yanında Müslümanların eşitlikten ne kadar rahatsız olduğunun, eşitliğin kabul edilmediğinin ifadesidir. Bu konuda neler söylenebilir?
AY: Kanun önünde eşitlik ilkesinin gerçekleşmesi, imparatorluğun bütün topraklarına nüfuz edebilen güçlü bir idari, mali ve askeri yapıyı zorun­lu kılmaktadır. Her şeyden önce herkesi kanuna uymaya zorlayan ve ka­nuna uymanın herkesin yararına olduğunu kanıtlayan bir otoritenin var­lığına ihtiyaç vardır.
Tanzimat reformları, vergi, iltizam, askere alma gibi konularda öngörü­len sonuçlara ulaşmayı sağlayamasa da kanun önünde eşitlik ve temsil ilkelerini, bütün eksiklerine rağmen, imparatorluğun gündemine sok­muştu. Müslüman ve gayrimüslim tebaanın kanun önünde eşitliği ilke­si, Mekke ve Trablusşam’da Müslüman ahalinin isyanına yol açmıştı. Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde ise Tanzimat’ın ilanı, devletin yeni ve güçlü bir merkezileşme hamlesi olarak görülmüş ve Kürt aşiretleri­nin özerkliklerini ortadan kaldıracak bir gelişme olarak algılandığı için isyanla karşılık görmüştü. Aşiretlerin merkeze başkaldırıları, bu bölge­lerde yaşayan Ermeni reayanın hem merkezin hem de aşiretlerin vergi ve angaryaları altında ezilmelerinden başka bir sonuç vermeyecektir. Ancak gayrimüslim reaya bu kıskaçtan, Tanzimat reformlarının kanun önünde eşitlik ilkesinin sonuçlarını her yerde talep etmekle çıkabilece­ğini düşünmüş ve 1850’lerden itibaren merkezi hükümeti ve İstan­bul’daki Patrikhaneyi uğradığı baskı ve yolsuzluklar hakkında şikâyet bombardımanına tutmuştu. Bu şikâyetlerin çoğunlukla sonuç vermeme­sine rağmen Ermeni reaya, Tanzimat ve ardından Islahat fermanlarının öngördüğü eşitlik ilkesine son derece zor koşullarda dahi sahip çıkmış­tı. Bu bakımdan 1860’lı yıllar merkezi hükümetin ve aşiretlerin vergi ve angarya yükü altında boğulan Ermeni reayanın direnişinde önemli bir dönüm noktası olarak belirginleşecektir. Zira bu direniş, hem Ermeni toplumunun içyapısındaki ayrışmaların bir sonucuydu hem de o ayrış­mayı hızlandıracak bir rol oynamıştı.
TKD: Ermeni araştırmacı Levon Vartyan’ın gayrimüslimlere uygulanan ayrımcı vergilerin tarihsel incelemesi, ekonomik ve toplumsal yaşamdaki ayrımcılığın belgelenmesinde önemli bir kaynaktır. İmparatorluklarda, Hıristiyan tebaadan Müslümanlara uygulanmayan çeşitli vergiler alın­dığı gibi Müslümanlardan alınan vergilerin kat be kat fazlası da Hıristiyanlara uygulanmaktadır.
AY: Merkezileşmenin ilk safhalarında çiftçiler, hem hükümete yeni koyduğu vergileri hem de ayanlara ananevi [geleneksel] olarak verdikleri kiraları ve re­simleri ödediler. Natanyan’dan öğreniyoruz ki, Palu ve diğer kazalardaki Ermenilerin çoğu ailelerini yüzüstü bırakarak İstanbul’a gurbete gidiyorlar. Se­bebi, bu tahammülü zor sömürüye ve ağır vergilere dayanamamalarıdır.
Ghazarian, Harput ovasında toplanan 15 çeşit vergiden söz etmektedir: Bedel-i Asker, Emlak, “Temetiv” [Temettü: bireysel gelir vergisi], “Hungak” [Tahıl], “Bağhat” [Üzüm vergisi], Karpuz bahçesi vergisi, Şarap akçesi, “Khamchour” [Koyun, büyükbaş hayvan ve diğer canlı hayvanlardan alınan vergi], Pamuk kesimi [Pamuk vergisi], İnşaat ver­gisi [Yeni bir inşaat başladığında ya da yenileme yapıldığında alınıyor­du], Pencere vergisi, Eğitim vergisi [Bu vergi Ermenilerden alınıyordu ancak hiçbir zaman Ermeni okulları için kullanılmadı], Sağlık vergisi, Yol vergisi, “Mekara Teke” [Mekkâre: Her yıl bir kaç kez polis köyle­re baskın yaparak eşeklere ve diğer yük hayvanlarına el koyar ve bazen sahiplerini devlete hizmet ettirirlerdi].
Devlet, tam olarak hâkim olamadığı bölgelerde geleneksel baskı sistem­leriyle işbirliği yapmaktadır. Bu durum pratikte Ermeni köylüsünün yü­künü artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Çiftçilerin hem hükü­mete hem de yerel beylere (mültezime, ağaya vs) vergi ödemesi, Erme­ni köylülerinin en çok yakındığı uygulamaların başında gelmektedir. Özellikle Anadolu’daki vilayetlerde yaşayan Ermeni köylüler, bu uygula­madan çok çekmektedirler; zira burada geleneksel ağalık ve beylik dü­zeni ne tam olarak işlemekte ne de ortadan kaldırılabilmektedir. Doğu vilayetlerinin genellikle Kürtler ve Ermeniler tarafından iskân edilen kır­sal alanlarında hiçbir zaman başkenttekine benzer işleyen bir millet sis­temi olmamıştı, ancak açık hiyerarşi ilişkilerine karşılıklı olarak dikkat edilmesiyle belirli bir modus vivendi [geçici anlaşma] sağlanmıştı. Bu ta­hammül edilebilir birlikte yaşam, Kürtlerin kendi özerk egemenlik alan­larına sahip oldukları ve himayeleri altındaki gayrimüslim reayadan ge­leneksel vergilerini aldıkları müddetçe devam etti. Ancak Tanzimatla bir­likte devlet de vergi talep ediyor ve bunu, planladığı merkeziyetçi yapı­larına işlerlik kazandırmadan ve yerel egemenleri susturmadan yapmak istiyordu. Sonuç olarak reaya, pratikte devlete ve yerel egemenlere ol­mak üzere çifte bir vergilendirmeyle karşı karşıya kaldı. Tanzimat’ın ilk yıllarında yerel beylerin yaptığı eziyet ve baskılardan haberdar olan ve kısmen onları denetleyen devlet, raporlarını sunduğumuz rahiplerin in­celeme yaptıkları dönemde özellikle 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra doğuda bu gücünü neredeyse tamamen kaybetmiş durumdaydı.
Kürtler sadece savaşın amaçlarından ötürü değil, aynı zamanda zo­runlu askere almadan dolayı da iç savaşın en büyük mağduruydular, çünkü sadece Müslümanların askerlik hizmeti zorunluluğu vardı.
TKD: İmparatorluğun reorganizasyon [yeniden örgütlenme] sürecinde Kürtlerin etkilenmesi ya da Kürtlerin devlete yeniden eklemlenmesi Kürt-Ermeni gerilimini nasıl tetikledi?
AY: Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış (İletişim Yay., 2005) kitabında, devletin modernleşme hamlesinin doğu vilayetlerinde fazla etkili olma­masının, birbirini etkileyen iki sonucu olduğunu belirtmektedir; hem devletin 1830’lu ve 1840’lı yıllar boyunca emir ve beyleri merkezi otori­teye tabi kılmak için verdiği savaş bu bölgede Kürtlerin modern bir dü­zene entegre olmalarıyla sonuçlanmamıştı, hem de bunun bir sonucu olarak, Tanzimat’ın değiştirmeyi amaçladığı geleneksel güç dengesi teh­likeli bir gerilim ilişkisine dönüşmüştü.
Tanzimat’tan önce başlayan ve ondan sonra da devam eden politikalarla Kürt emirlerinin ve beylerinin bölgelerindeki hâkimiyeti kırılmak isten­mişti. Kieser, devletin 1830’lu ve 1840’lı yıllardaki Kürt özerkliğini berta­raf etmeyi amaçlayan bu girişimlerinin, onların Osmanlı Devleti’ne enteg­rasyonunu sağlamadığını, aksine Kürtleri yabancılaştırdığını savunmakta­dır. 1838-1839 yılında bir yandan Mısır tehdidiyle başa çıkmaya çalışan Osmanlı, bir yandan da böyle bir mücadele içindedir. Kieser, Kürtleri bir iç savaş olarak değerlendirdiği bu mücadelenin mağdurları olarak gör­mektedir. Kürtler sadece savaşın amaçlarından ötürü değil, aynı zamanda zorunlu askere almadan dolayı da iç savaşın en büyük mağduruydular, çünkü sadece Müslümanların askerlik hizmeti zorunluluğu vardı. Helmuth Karl Bernhard von Moltke’nin gözünde, Kur’a erlerinin toplan­ması, [Kürdistan] yerleşimlerine yapılan resmi bir yağma seferiydi; bazı köylerde çalışabilir durumda hiçbir genç erkek kalmamıştı, ve hüküme­tin, bütün iyi niyetine rağmen bu halkın hislerine ne kadar yabancılaşmış olduğunu kavrayabilmek için bu insan avına, acemi ikmal erlerinin sıkılı yumruklarına ve öfke dolu bakışlarına şahit olmuş olmak gerekliydi.
Elbette Kürt-Ermeni geriliminin 1878 yılından itibaren II. Abdülbamid tara­fından yeni ve sistemli bir politikayla tırmandırılmasından önce sorunsuz bir dönem yaşandığı söylenemez. Daha önce özerklik benzeri bir yapıda Kürt emir ve beylerinin, hâkim oldukları yerlerdeki Ermeni köylüleri üze­rinde ağır bir baskı kurdukları bilinmektedir. Emir ve beyler Ermeni köy­lülere birçok vergi ve angarya yüklerken yerel görevlilerle de açık ya da zımmi işbirliği içinde davranmaktaydılar. Aslına bakılırsa Natanyan, Erme­nilerin soyulması, istismara uğraması bakımından pek fazla fark olmadığı­nı göstermektedir. Rahip, Harput’ta ve Dersim’de Ermenilere eziyet edildi­ğine, ağır vergiler yüklendiğine ve devlet görevlilerinin de bu duruma göz yumup Ermenilerin şikâyetlerine kayıtsız kaldıklarına tanık olmuştu. “Köy­lerde, ‘ağa ’ denilenler zevk için adam dövüyorlar, rüşvet alıyorlar, küfür ediyorlar, tecavüz ediyorlar bazen de tabancayla ya da bıçakla öldürüyor­lar. Şikâyet edildiğinde de faydası olmuyor, çünkü dinleyen yok. Ermeni­ler aynı şekilde Dersim Kürelerinden de çok çekiyor, bunlar köylülerden yıl­lık vergi talep edip alıyorlar. Aksi halde canına kastediyorlar.”(6)
TKD: Bölgede egemen olan toplumsal sistemin, Ermenilerin yaşamlarına olumsuz yansımasından söz edersek?
AY: Ağa ve beylerin Ermeni köylüsü üzerindeki baskı ve sömürülerinin bir başka yönü de marabalık sistemidir. Natanyan, gezdiği tüm bölgeler­de yerel ağa ve beylerin toprakların büyük bölümünü kontrol ettiklerini ve topraksız Ermeni köylülerini sömürmenin yanı sıra onlara birçok an­garya da yüklediklerini görmüştü. Natanyan’ın söz ettiği topraksız köylü­ler, kendilerini iktisadi ya da idari düzlemde herhangi bir hak arayışına girişemeyecek ölçüde güvencesiz hissetmektedirler: “Hem Palu, hem Çarsancak, hem Kiğı, hem de Harput marhasalığı dahilinde bulunan toprakların neredeyse tümü yerel beylerin ve ağaların elindedir. Sadece yüzde bir kadarı Ermenilerin elinde… Ermeniler marabalıktan da eziyet görüyorlar. Bazen kalabalık gruplar halinde Ermeni köylerine gidip ma­rabaların evlerinde konaklayıp kuzu, koyun, tavuk kızartması ve türlü türlü yiyeceklerle dolu masalarda günlerce yiyip içip bırakıp gidiyorlar. Eğer zavallı Ermeniler karşı koyacak olurlarsa, günün birinde mutlaka başlarına bir bela geleceğini biliyorlar. Bu sebeple isteyerek veya isteme­yerek korkularına boyun eğip köle gibi itaat ediyorlar.”(7)
Boğos Natanyan’ın gözlemleriyle Karekin Sırvantsdyants’ın gözlemlerini karşılaştırdığımızda bunların önemli ölçüde çakıştığı görülüyor: “O kadar köleleştirilmişler ki; beylere karşı şikâyet hakları olup olmadığından bile haberleri yok. Duyduklarımızı tarif etmek ve dile getirmek imkânsız.”
TKD: Merkezileşmeden etkilenen Kürtler, baskılarını Ermenilere yönelte­rek durumu lehlerine çevirmeye çalışırken feodal diyebileceğimiz yapı al­tında, Ermenilerin yaşamının bir anlamda toplumsal bir cehenneme dö­nüştüğünü söylemek mümkün mü öyleyse?
AY: Karekin Sırvantsdyants, Çarsancak’taki ağaları örneklerken toplum­sal yapıdan kaynaklı baskıdan söz eder. “Bu ağalar ve beyler köylerinde­ki tüm toprakları, üstünde ikamet edenlere sormadan kendi adlarına ta­pu yapmışlar. Sadece Medzgerd ve Sığcov köylerindeki Ermenilerle Pertaklılardan küçük bir grup topraklan kendi üstlerine tapulattırmışlar. Bunun yanı sıra mallarla ilgili vergileri, ayrıca ianeleri köylüler ödüyor, ancak koçanlar ağaların hesabına kesiliyor. Ağalar adına koçanlar ve­riliyor. Bilindiği üzere köylüler maraba olduklarından ürünleri ağalar­la paylaşmak durumundalar. Ağanın onayı ve emri olmadan yapılan evlilik halka çok pahalıya oturuyor… Her tarafa zarar ziyan veren Der­sim Kürtleri bu ağaların korkusundan Çarsancak’a dokunamıyorlar”(8) Sırvantsdyants, Çarsancak ağalarının ve beylerinin buradaki Ermenilerin evlenmelerine müdahale ettiklerine ve bu evliliklerden maddi çıkar sağ­ladıklarına tanık olmuştu. Ağanın onayı olmayan bir evliliğin bedeli ol­dukça ağırdır.
Ermeni-Kürt geriliminin bir yönü Kürt beylerinin ya da ağalarının Erme­ni köylülere ağır, yıllık vergiler yüklemeleridir. Bunun yanında pek çok durumda yarı-göçebe yaşayan Kürtlerin, doğrudan talan ve yağma hare­ketlerine giriştikleri de bilinmektedir. Bu durum, Ermeni köylüleri o ka­dar rahatsız etmektedir ki, bazen topluca başka bir yere göç etmektedir­ler. Bazen de saldırılardan korunmak için daha güvenilir buldukları yer­lere bağlanmak istemektedirler. Kitapta belgesini de verdiğimiz, tarihini kesin olarak bilemediğimiz ancak 1811 yılı civarında yazıldığı anlaşılan ve 29 Ermeni köylünün isimlerinin ve Ermenice yazıyla mühürlerinin bu­lunduğu bir dilekçede, Divriği kazasının Pingan köyündeki Ermeniler, eşkıyanın ve Kürtlerin saldırılarından bıktıklarını, “ekrad ile eşkıyanın mazarrat ve haşaratından” korunmak için Ma’âdin-i Hümâyûn’a ilhak ol­mak istediklerini belirtmişlerdir.
Kürt aşiretlerinin, ağaların ve beylerin Ermeni köylüsü üzerindeki baskı­ları kadar önemli bir başka mesele de yerel idareciler ve hükümet görev­lilerinin bu konuda takındıkları tavırdır. Anadolu’daki bütün idarecilerin yerel zorbaların elinde oyuncak olduklarını, onların suç işlemelerine göz yumduklarını ya da onlarla işbirliği yaptıklarını söylemek mümkün de­ğildir. Ancak Natanyan’ın gözlemleri, özellikle güçlü aşiretlerin bulun­dukları yerlerde yerel idarecilerin görevlerini yapabilmelerinin ancak ye­rel zorbalarla işbirliği yapmaktan ya da onların köylüler üzerindeki ezi­yetlerine göz yummaktan geçtiğini göstermektedir. Önemli sayıda silah­lı güçleri bulunan ve kendi bölgelerinde başlarına buyruk yaşayan aşi­retler söz konusu olduğunda bu durum çok daha açıktır. Bu aşiretlere sadece sivil idareciler değil, çoğu zaman devletin askeri güçleri de söz geçirememektedir.
TKD: Merkezi otoritenin bölgede belirgin, kesintisiz bir politikasından söz edilebilir mi?
AY: Merkezi otoritenin yerel zorbalar ve güç odakları konusundaki tu­tumları çelişik görünmektedir. Tanzimat’la birlikte yerel beylerin, aşiret­lerin gücü kırılmak istenmişti. Ancak Hagop Barsoumian, bunun sınırlı bir girişim olduğunu, kısa bir süre sonra bu çabanın savsaklandığını ile­ri sürmekte ve Ermeni köylüsünün güçsüzleştirilmesinin merkezi idare tarafından tercih edildiğini, hatta bazı durumlarda da bunun teşvik edil­diğini belirtmektedir. Merkezi idare, 1860’larda artık görünüşte bile Tan­zimat reformlarının uygulanmasını takip etmez ve gördüğü eziyetler, baskılar hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olduğu halde, Ermeni köylüsü­nün durumunu düzeltmek için hiçbir şey yapmaz. Barsoumian, bu dö­nemde imparatorluk içindeki halkları mutlak baskı altına alan bir politi­kanın hâkim olduğuna ve özellikle de Müslüman olmayanların hedef alındığına işaret etmektedir.
Aslına bakılırsa, özellikle aşiretler söz konusu olduğunda mesele Barsoumian’ın gördüğünden biraz daha karmaşıktır. Devletin uzun bir tarihsel süreç içinde özellikle Kürt aşiretlerine ilişkin tek bir politikasının oldu­ğunu düşünmek yanıltıcıdır. Genel olarak Osmanlı Devleti’nin aşiretler­le pragmatik bir ilişki kurduğu, değişen siyasal koşullarda bu ilişkinin ye­niden gözden geçirildiği ve karşılıklı bir yararlanma politikası izlendiği söylenebilir. Osmanlı Devleti, Kürtleri İran’a karşı bir tampon güç olarak kullanmakta ve Kızılbaş cemaatlerle mücadelesinde müttefik olarak gör­mektedir. Bu yüzden yalnızca askeri ve politik çıkarlara değil, dinsel bir ortaklığa da hitap etmeye elverişli bir söylem geliştirilmiştir. Kürt aşiret­leri, İran’ın Osmanlı Devleti’ne saldırısının önünde demirden bir kale gi­bi durdukları sürece bu bölgede geniş bir hareket serbestisi ve muazzam bir servet edinmişlerdir. İmparatorluğun en büyük rakiplerinden biri olan İran’a karşı oynadıkları rol o kadar önemlidir ki, bu yüzden aşiret sistemini meşrulaştıran fermanlar bile yayınlanmıştı. 1632 ve 1633 yılla­rında Sultan IV. Murad, Kürt aşiret reisliğinin babadan oğula geçişini pe­kiştiren bir dizi ferman yayınlayarak yerel askeri komutanlar ile idareci­lerin Kürt aşiretlerini taciz ve suiistimal etmelerini yasakladı. Bunlardan birinde, “Allah nasıl Zülkarneyn ’e Yecüc Mecüclere karşı duvar inşa et­meyi ihsan eylediyse, aynı şekilde Kürdistan ’a, imparatorluğun koruma­sı altında, İran’ın iblis Yecüc’ünün fesatlıklarına karşı güçlü bir engel ve demirden bir kale gibi hareket etmeyi nasip ettiği” belirtiliyordu. Başka bir fermanda, “Kürt komutanların Osmanlı devletinin sadık ve vefalı du­acıları olduğu, padişahın yüce atalarının soylu zamanlarından bu za­mana taht adına takdire şayan çeşitli hizmetler verdikleri ve sayısız tak­dire şayan çaba gösterdikleri, dolayısıyla imparatorluğun onlara saygı ve itinayla davranılmasın sağlamaya mecbur olduğu” yazılıydı. Sultan IV. Murad’ın fermanları ve aşiretlere tanınan imtiyazlar ile sağlanan ge­niş hareket serbestisi, böyle bir tarihsel ve sosyal zeminde anlaşılabilir. Ancak 17. yüzyılın sonlarında daha belirli ve kesin toplumsal örgütlen­me biçimleri yerleşmiş ve esnek sınırlar ile belirsiz kimlikler, devlet için sorun yaratmaya başlamıştı. 19. yüzyılın başından itibaren merkezi dev­let, kendi gücünü sınırlayan engelleri ortadan kaldırmak için son derece kararlı davranmaya başlamıştı. Devletin aşiretlere ve kabilelere daha do­laysız yöntemlerle müdahale ettiği bu dönemde, belirli aşiretlerin devle­tin karar verdiği yerlere zorla yerleştirildiği, aşiret ve kabilelerin bölün­düğü, göç yollarının ve hareket özgürlüğünün sınırlandığı görülmektedir.
Kürtlerin aşiretlere bölünmüş olması, merkezi hükümetin bir yandan bazı Kürtleri yandaş olarak kullanırken öte yandan diğerlerine ağır cezalar uygulamayı sürdürmelerini kolaylaştırmıştır.
TKD: Ortaya çıkan sorunların aşılmasında devletin merkezi müdahale­si ile kontrolü yeniden sağlamaya çalışması, gerilimi ya da sorunları or­tadan kaldırabildi mi?
AY: 19. yüzyılın ikinci yarısında aşiretlerin çok sıkı denetim altına alın­dıkları ve bu denetimi aşındırma çabalarının sık sık askeri güçle cezalan­dırıldığı anlaşılmaktadır. Aşiret düzeninin gücü ve coğrafyanın zorlu ko­şulları hesaba katıldığında, devletin Mezopotamya sınırındaki bölgeyi tam olarak kontrol edebilmesinin ne kadar güç olduğu tahmin edilebilir. Ancak 1860’lı yılların ortalarında, özellikle bu bölgeye yönelik askeri ted­birler alınmış, bölgenin demografik yapısını değiştirebilmek için göç­menler yerleştirilmiş ve bu amaçla yeni kasabalar bile kurulmuştu. 1860’lı yıllar pek çok Ermeni tarihçi ve yazarın belirttiği gibi, Ermeni köy­lülerin yaşadıkları baskı ve eziyetler nedeniyle aşiretleri ve yerel beyleri şikâyet ve protesto ettikleri bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Do­layısıyla Ermeni köylülerin buna cesaret edip seslerini yükseltmeleri ile devletin bu dönemde aşiretleri kontrol altına alabilmek için askeri güce başvurması arasında bir bağlantı olup olmadığı araştırmaya değer bir ko­nu olarak görünmektedir. Devletin, daha önce çoğunlukla pazarlık yapı­lan aşiretlere bu kez askeri bir güçle yönelmesi, Ermeni köylülerde aşi­retlerin artık sıkı bir kontrole tabi tutulacakları ümidini uyandırmış olabi­lir. Ancak devletin Kürt aşiretlerle ilişkisinde zaman içinde pek değişme­yen çok tipik tutumlar da söz konusudur. Her şeyden önce Kürtler ara­sında aşiret yapısının yaygınlığı, devlete aşiretleri birbirlerine karşı kul­lanma imkânı vermektedir, ve bu politikanın sayısız örneği bulunmakta­dır. Bu nedenle devlet, sık sık pazarlık yapacağı aşiretlerin kimi yapısal özelliklerine müdahale etmemeyi tercih etmektedir. Bu da sözgelimi, devlet ile aşiretindeki liderliği tartışma konusu yapılmayan aileler arasın­da örtük bir işbirliğine yol açmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda ise merke­zi hükümetin, reform çabalarında bu aşiret liderlerinden destek ve hiz­met istemekten başka şansı yoktur. Reşat Kasaba, 1890’lı yıllarda oluştu­rulan Hamidiye Alayları’nın bunun iyi bir örneği olduğunu düşünmekte­dir. Belirli ve “sadık” aşiretleri güçlendirmek ve ödüllendirmek amacını taşıyan bu uygulama, bir yandan da aşiret yapısının ayakta kalmasına katkıda bulunmaktadır. Zira aşiretler, devletin istediği doğrultuda hare­ket edebilecek dayanışma ve birliğe sahip iseler pazarlık güçleri artmak­tadır. Kürtlerin aşiretlere bölünmüş olması, merkezi hükümetin bir yan­dan bazı Kürtleri yandaş olarak kullanırken öte yandan diğerlerine ağır cezalar uygulamayı sürdürmelerini kolaylaştırmıştır. Bu durumun en açık örneği, 1891 yılında kurulan ve Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları’nda gözlemlenmektedir. 19. yüzyılın son on yılında ve 20. yüzyılın başında Hamidiye Alayları’na alınmış askerlerin büyük çoğunluğunu oluşturan Sünni Kürtlere, Doğu Anadolu’da Alevi (Kızılbaş) Kürtleri yatıştırma, di­ğer etnik grupları (özellikle Ermenileri) sürme, topraklarına el koyma ve buralara yerleşme serbestliği tanınmıştı. Bu sürekliliği, Natanyan’ın rapo­runda işaret ettiği Musa Bey’de görebiliriz. Musa Bey’in bir süre sonra Hamidiye Alayları’nda, ardından 1915’teki olaylarda rol alması tarihsel sürekliliğin bir görünümünü oluşturmaktadır, ve böyle değerlendirildi­ğinde pek de şaşırtıcı görünmemektedir.
TKD: Sonuçta devlet-Kürt geriliminin yeni dengesinden Ermenilerin et­kilendiğini ve nizam altında haydutluğun kurumsallaştırılmasını mı anlamalıyız?
AY: Hamidiye Alayları ile izlenen politika sayesinde, Kasaba’nın söyle­dikleriyle uyumlu olarak, bazı Kürt aşiretleri güçlenmişti, ancak bu du­rum devletin amaçladığı gibi Kürtlerin birlikte hareket edebilme kabili­yetlerini sınırlayıcı bir etki yapmıştır. Yüksek ücret ve prestijin yanı sıra pek çok durumda resmen baskın ve yağma hakkına da sahip olan bu alayların kurulması, Kürtlerin II. Abdülhamid’e büyük sempati duymala­rına, onu “bave Kurdan” (Kürtlerin Babası) ilan etmelerine yol açmıştı. Bu sempatinin doğuşunda, II. Abdülhamid’in aşiretlerle kurduğu ilişkinin niteliği de önemli rol oynamaktadır. Bu ilişki sayesinde aşiretler, devlet ya da onun bürokratları ile hiçbir bağları bulunmadan kendilerini sulta­na bağlı saymaktadır. Alayların seçimi ve silahlandırılmasında gözetilen ölçütler, II. Abdülhamid’in Kürt aşiretlerini birbirlerine karşı kullanma ni­yetinin kanıtları olarak görünmektedir. Kasaba’nın “yerleşik düzen için­de hareketlilik” olarak tanımladığı Kürtlerin yeniden örgütlenmesinden en çok Ermeniler etkilenmişti. Natanyan, Mayıs ayı geldiğinde Hizan’a bağlı Mamırdunk’a (Hemran) göç eden ve nihayet buradaki Ermenileri yerlerini terk etmek zorunda bırakan Kürtlerden söz etmektedir: “Bu vi­layette Mayıs başlarından Eylül sonuna kadar Alkanlı diye adlandırılan Kürtler öbek öbek çadırlarını kurarlar. Bunların başlıcalari; Zoru, Mehmete Necam, Murade Mirza, Mahmede Şahbaz, Lavok Telo, Amar ve Mıhe adlı zorbalardır. Bunlar topluca Ermenilere saldırarak her türlü tala­nı yaptıktan sonra bağları, bahçeleri, koyun davar hepsini idarelerine alırlar. Ermeniler artık buna tahammül edemeyeceklerini görünce hepsi birden ailelerini toplayarak oraya buraya göç etmeye başlamışlar.”(9)
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında yaşananlar, devletin pek çok yer­de, özellikle de Kürt aşiretlerinin güçlü oldukları bölgelerde kontrolü cid­di ölçülerde kaybetmesine yol açmıştı. Hormund Rassam’ın 14 Kasım 1877’de gönderdiği rapor, Boğos Natanyan, Vahan Bardizaktsi ve Karekin Sırvatsdyants’ın seyahatlerinin hemen öncesinde, Kürt aşiretlerinin çok geniş bir bölgede hiçbir devlet müdahalesiyle karşılaşmaksızın hâkimiyetlerini nasıl yaygınlaştırdıklarını tasvir etmektedir: “… Öyle görünü­yor ki, özellikle göçebe aşiretler başta olmak üzere Kürtler devlet disiplini­ne sokulmamıştır. Bunlar fırsat buldukça Hıristiyanlara saldırmakta ve bunun sonucunu düşünmemektedirler. İşittiklerim ve gördüklerime göre Diyarbakır’dan Süleymaniye’ye kadar dağlarda oturan Kürt aşiretleri sı­kı bir disiplin altına alınamazlar. Kürtler yalnızca vergi ödememek ve as­kere gitmemekle kalmayıp canlarının istediği gibi talan ediyor, adam öl­dürüyorlar. Kim karşı gelirse, hem canından hem malından oluyor. An­cak şunu da belirtmeliyim ki, bu işler Hıristiyanların başına geldiği gibi Müslümanların başına da gelmektedir. Diyarbakır ve Muş arasındaki dağlarda yaşayan Ruşkutan, Şeyh Dodan, Sasun Mutki aşiretleri, Hıristi­yan ve Müslüman ayırt etmeksizin dilediklerini yapıyorlar. Diyarba­kır’da bulunduğum sırada malları yüzünden, en az üç tane Müslüman beyi Kürtler tarafından öldürüldü.”(10) Daha kuzeyde, Eleşkirt, Karakilise, Diyadin ve Beyazıt civarında da durum farklı değildir; savaşa giden Kürt­ler Ermeni köylerine ve dini yapılarına büyük zararlar vermişlerdir. Sava­şa giden Kürtler, yolları üstünde rastladıkları Hıristiyanları, isterse Osman­lı uyruğu olsun, kılıçtan geçirmeyi kutsal bir görev saymışlardır. Bu harekette, kiliselerle manastırlar çok büyük zararlar görmüşlerdir.
Şikayetlerin dinlenmediğini, zorbaların cezalandırılmadığını düşü­nen Ermeniler artık resmi makamlara başvurmaktan vazgeçmiş du­rumdadırlar. Zira karşılıksız kalan şikayetler zorbaların onlara yöne­lik saldırılarını artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
TKD: Reform sözünün verildiği savaş sonunda, durumda herhangi bir değişiklik var mıdır?
AY: Hayır, reform sözünün verildiği tarihten yaklaşık bir yıl sonra her üç rahip de görev yerlerine ulaşıp gözlemlerini kaleme aldıklarında, bundan farklı bir manzarayla karşılaşmazlar. Savaşın yol açtığı yıkıntı çok büyük, Ermeni köylülerin yoksulluğu ve kaygıları çok derindir. Her üç yazar da Osmanlı-Rus savaşı nedeniyle Osmanlı ordusunda savaşa katılmak üzere cepheye giden Kürtlerin karşılaştıkları köylerde Ermenileri öldürdükleri­ne, kilise ve manastırlarına zarar verdiklerine tanık olmuşlardır. Natanyan’ın özellikle Hizan hakkındaki gözlemleri ve Ermeni köylülerden duy­dukları, buradaki kilise ve manastırların uğradığı saldırılar hakkında açık bir fikir vermektedir. Elebaşılığını Beşir, Salman, Murat, Kemal ve diğer­lerinin yaptığı Khoroz köyündeki Kürtler, Hizan’daki kilise ve manastırla­ra saldırmakta, ruhani görevlilere işkence yapmakta, bunlarla da yetinme­yerek pek çok angarya yüklemektedirler. Bu saldırılar, yalnızca manastı­rın dinsel yapılarını tahrip etmez, aynı zamanda manastırın topraklarını, bağ ve bahçelerini de ele geçirmeye yöneliktir ve bu nedenle bütün bir manastır hayatını sefalete mahkûm eder. Natanyan’ın anlattıklarına bakı­lırsa Khorozlu Beşir adlı zorbanın, yaptıklarından ötürü resmi makamla­rın öfkesini çekmek ya da cezalandırılmak gibi bir çekincesinin olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu tür saldırılar, Ermeni köylülerin sık karşı­laştıkları bir durumdur. Ancak Osmanlı-Rus savaşının hemen öncesinde ve savaşla birlikte bu saldırılar artmış ve neredeyse meşru bir hal almaya başlamıştı. Ermeni köylülere yapılan bu zorbalıklar, Natanyan’ın raporun­da portrelerini çizdiği Şeyh Celalettin ve Deli Silo zorbalarının yaptıkları­nın yanında küçük kalmaktadır. Şeyh Celalettin’in yaptığı eziyetler o ka­dar korkunçtur ki, Ermeni tarihsel roman yazımının önemli ismi Raffi (Hagop Melik Hagopyan), onun Osmanlı-Rus Savaşı sırasında yaptıklarını merkeze alan Jalaleddin (Celalettin) romanını yazmıştı. Şeyh Celalettin, bir yandan dini otoritesini kullanarak Kürtleri Hıristiyanlara karşı kışkırtan, bir yandan da onların yoksulluklarını istismar ederek Ermeni köyle­rine saldırtan ve mallarını yağmalatan bir zorbadır. Savaş koşulları ve ba­zı Osmanlı kumandanlarının onu kollaması da bütün bu saldırganlığın ge­niş bir alana yayılmasına ve birçok şehirde Ermenilerin can ve mal güven­liklerinden endişe ederek yaşamalarına yol açmıştı. Osmanlı idarecilerinin tutumu ya da Kürt aşiretlerinin bölgedeki hâkimiyet düzeyi, bazen çok daha önemli unsurlar haline gelmektedir. Natanyan’ın söz ettiği Şeyh Celalettin’e benzer biçimde, Sırvantsdyants da Malatya ve Harput civarında­ki Ermeni ve Kürt köylülerine eziyet eden Deli Silo adlı bir hayduttan söz etmektedir. Yaptığı eziyet ve zulümler ayyuka çıktığı zaman devletin şim­şeklerini üzerine çekmektedir, ama tıpkı Celalettin gibi o da zaman za­man idareciler tarafından kollanmakta ve saygın biri gibi muamele gör­mektedir. Sırvantsdyants onun, üzerine asker gönderilen ürkütücü eşkıya “Deli Silo” olmaktan çıkıp idare azasının evinde ağırlanan “Süleyman Ağa” olarak anıldığı süreci tasvir etmektedir. Sırvantsdyants onun serbest­çe dolaştığını gören en masum serserilerin, sade vatandaş Kürtlerin bile Silo’luk yapmaya başladıklarını söylemektedir. Bölge ile ilgili raporlardan da zorbalıkların kaynaklarının ve zorbaların da ismen sayıldıklarını görü­rüz. Kürt İsmail Hakkı Paşa’nın savaş süresince Kürtlerin saldırılarına ka­yıtsız kaldığı, önlemek için yeterli tedbirleri almadığı iddia edilmektedir.
TKD: Bölgedeki durum yabancı raporlara nasıl yansımaktadır?
AY: Britanya ordusunda görevli olan ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı izlemek üzere savaş bölgesine gönderilen Charles Boswell Norman’ın, İsmail Hakkı Paşa için söyledikleri oldukça ağırdır. İsmail Hakkı Paşa or­dunun başında kaldığı sürece Kürtler, savaş boyunca Ermeni nüfusa yap­tıkları eziyeti son derece rahat ve kararlı bir şekilde sürdüreceklerdir. Norman, Şeyh Celalettin’in zalimliklerinin ancak İsmail Hakkı Paşa’nın kayıtsızlığı ve müdahale etmemesiyle mümkün olduğunu belirtir. Norman’a göre, Osmanlı yönetimi, Erzurum’a vali yapmak için onun kadar bağnaz, fanatik ve değersiz bir adam bulamazdı. Hem Norman hem de James Reid, Şeyh Celalettin’in yanı sıra Ermeni köylülerin canına ve ma­lına zarar veren Kürtlerin diğer elebaşılarını da saymaktadır: Ali Han, Fahim Efendi, Hacı Hasan Paşa, Musa Bey, Osman, Şeyh Paykar ve Şeyh Ubeydullah. James Reid ise savaşan her iki ordunun kumandanlarının, yabancı ülkelerin gözlemci ve gazetecilerinin ve diplomatların tanıklıkla­rından yola çıkarak Osmanlı ordusunun kötü yönetiminin, ordudaki suistimallerin ve yolsuzlukların da meydana gelen olayların temel sebeple­rinden biri olduğunu ileri sürmektedir. Reid, Osmanlı generallerinin aç bilaç savaştırdıkları ve hayatta kalmak için en basit ihtiyaçlarını dahi kar­şılamadıkları askerlerin gayrimüslim köylülere daha iyi davranmalarının beklenemeyeceğini de eklemektedir. Şikayetlerin dinlenmediğini, zorba­ların cezalandırılmadığını düşünen Ermeniler, artık resmi makamlara baş­vurmaktan vazgeçmiş durumdadırlar. Zira karşılıksız kalan şikayetler, zorbaların onlara yönelik saldırılarını artırmaktan başka bir işe yarama- maktadır. Sırvantsdyants eğer şehirde Avrupalı bir konsolos varsa duru­mun biraz farklı olduğunu düşünmektedir.
“Ermeni, Ermenistan’da kalmalı.”
TKD: Bir de Ermenilerin toplu göçleri söz konusu, değil mi?
AY: Bu konuda birçok etmen sayılabilir; 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, öte­den beri bu tür saldırılara maruz kalan, canını ve malını korumakta güçlük çeken, çeşitli angaryalara maruz kalan Ermeni köylüsünün kötü yaşam ko­şullarını giderek ağırlaştırmıştı. Daha önce idarecilerin kayıtsızlığı nedeniyle cezasız kalan saldırı ve angaryalar, savaş koşullarında adeta meşrulaşmıştı. Şeyh Celalettin ve arkadaşlarının, Osmanlı ordusunu takviye etme bahane­siyle yollarının üzerindeki Ermeni köylerine saldırdıklarını ve Erzurum civa­rındaki Ermenilerin bu saldırılardan şikâyet ettiklerini aktarmıştık. Son savaş­ta askerler ve Çerkezler, Ermeni köylerinden geçerken bütün ihtiyaçlarını zorla temin etmişler, başkanlarının hoşgörüsü altında her türlü mezalimi yap­mışlardır. Tekâlüf-ü harbiye senetleri, vergiden düşülmemişti. Bu alacaklar, ileri bir tarihe bırakılmıştı. Bir borç ya da küçük bir suçtan dolayı hapiste bu­lunan Ermenilerden rüşvet alabilmek için her türlü işkenceyi yapmışlardır.
Diğer yandan, Rus ordularının geri çekilmesinden sonra Kürtlerin, Van ve civarından gelerek intikam alacağı söylentileri hızla yayılır ve özellik­le Erzurum, Kars, Eleşkirt civarındaki Ermeni köylüler, bu saldırılardan kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek Rusya sınırlarına doğru göç etmeye karar verirler. Bu korku ve panik dalgası büyük bir kitlesel göçe yol açma eğilimi gösterdiği için hem Rusya Ermenilerinin hem de Os­manlı Ermenilerinin liderleri göçe engel olmaya çalışırlar. Böyle bir göç dalgası, başta Erzurum olmak üzere bölgenin demografik yapısında kök­lü değişikliklere yol açacağı için Osmanlı yöneticileri tarafından da arzulanmamaktadır. Bu nedenle Rus ordularının kumandanı Lazarev, Rusya sınırlarına doğru hareketlenen Ermeni köylülerinin yerlerinde kalmaları ve can ve mal güvenliklerinin korunması için İsmail Hakkı Paşa’yla mü­zakereler yürütür, ve bu sayede göçün büyümesinin önüne geçilir.
Aynı tarihlerde savaşın yıkıntılarını, yol açtığı sorunları görmek üzere böl­geye giden üç Ermeni rahip de bu göç hareketinin önemli bir boyuta ula­şabileceğinden endişelenmiş ve kendileri de bunu durdurabilmek için ça­ba göstermişlerdir. Özellikle Vahan Minasyan yıkıcı sonuçları olabileceği­ni gördüğü bu göçle ilgili olarak Lazarev’le görüşmeler yapmıştı. Minasyan’ın yazdıkları dikkatle incelendiğinde, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle iki büyük göç dalgasının söz konusu olduğu görülür. İlk göç dalgası, savaşın başlarında yaşanmıştı. İkinci göç dalgası ise savaşın he­men sonunda yaşanan göç hareketidir, ve özellikle Erzurum, Eleşkirt, Bayezid civarlarında gerçekleşmişti. Tiflis’ten Eleşkirt’e dönen Minasyan, Er­meni köylüleri göç etmekten vazgeçirmeyi ancak Iğdır civarında başara­bilmişti. Bu ikinci göç dalgası esas olarak Rusların geri çekilişiyle ilgilidir. Kürtlerin intikam saldırılarına girişeceğini düşünen Ermeniler, Rusya’nın göç edenlere toprak ve para vereceği yönündeki söylentileri de duyunca yaşadıkları yerleri terk etmenin daha mantıklı olduğuna inanmışlardır. Bu göç aslında ilk değildir. 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra imzala­nan 1829 Edirne Antlaşması’nın akabinde de içinde refah ve huzur güven­cesinden bir tür tehdide kadar uzanan farklı yöntemleri içeren bütün bu çabalar, göçü engellemeye yetmemiş ve 100.000’e yakın bir nüfus Os­manlı topraklarını terk etmişti. 1826-1828 Osmanlı-İran Savaşı sonunda İran’dan Rusya’ya göç eden Ermenilerin sayısı da 40.000 civarındadır. Göç edenler arasında yalnızca Ermeniler değil, Yezidi Kürtler de bulunmakta­dır. Yezidilerin savaş sırasında Rusya’nın yanında yer alması bu göçü bir bakıma zorunlu kılmıştı. Bu savaşlarda Rusların yanında savaşan ya da ta­rafsız kalan Kürtlerin sayısı da az değildir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında yoğunlaşan göç önemli demografik değişikliklere yol açmıştı. Erzurum ve civarının yüzyıl içindeki, 1809-1909 demografik yapısını ince­leyen Melkonyan, bu süre içinde bölgedeki Ermeni yerleşimlerinin %58, Ermeni nüfusunun da %60 oranında azaldığını tesbit eder.
TKD: Bütün bunlara Ermeniler ne tepki verir? Ermenilerin öz savunma­sı yok mudur? Ya da Ermeni taşrasının tepkisi ne olmuştur?
AY: Sırvantsdyants, Eğin ve civarıyla, Pinga civarındaki Ermenilerin ken­dilerini silahla korudukları için Kürtler karşısında çok aciz duruma düş­mediklerini gözlemlemişti. Öz savunma ve direniş ileriki yıllarda gelişe­cektir ve doğal olarak siyasallaşacaktır.
1860’lardan itibaren Anadolu’daki Ermeniler üzerinde devletin ve yerel güçlerin giderek artan vergi, angarya vs. baskılarına karşın İstanbul Ermenileri’nin bu duruma yeterince güçlü bir şekilde itiraz etmediği yö­nündeki inanç oluşmuş; devletin taşradaki Ermenilerin uğradığı istismar ve baskıyı önleyememesi, taşradaki Ermeni aydınlar arasında kendi baş­larının çaresine bakmaları gerektiği düşüncesini güçlendirmişti. Burada Mıgırdiç Hrimyan ve Karekin Sırvantsiants gibi taşra Ermeni aydınları ön plana çıkar. Hırimyan, Ermeniler arasında bir Yergir (Vatan) mitosu ya­ratmayı ve bunu kadim Ermenistan’la bağlantılandırmayı başarmış bir ru­hani liderdir. Torkomyan, “Hem ihtilalci hem de sağduyulu bir insan olan Hırimyan Hayrik’in fikri şu idi: ‘Ermeni, Ermenistan’da kalmalıy­dı.”11 Bu fikir ve prensibe sadık kalarak patrikliğinin dört yılı boyunca Milli Anayasa’nın idare merkezinin, Ermeniler için temelsiz ve icat edil­miş bir vatan olan Konstantinopolis değil, Vaspuragan topraklarındaki Van olsun diye sürekli ısrar etmiştir.” der. Hem patrikliğinden önce Van ve Muş’ta yaptıkları ve yayımladığı dergiler hem de patrikliği dönemin­de izlediği tutum, onun özellikle genç Ermeniler arasında popüler olma­sını sağlamıştı. Minassian’ın çizdiği Hrimyan portresindeki “Onun sesi ‘uzaklardaki çocuklarını yardıma çağıran; terk edilmiş, kadim, tarihi Ermenistan ’ın sesi, demokrat, savaşçı kişiliğiyle, kilise ve toplumdaki mu­hafazakarlıkları karşısında bulur; ama yaptığı isyan çağrılarıyla gençli­ği siyasallaştırır” sözleri Hrimyan’ı ifade eder.
TKD: Tekrar Natanyan’a dönersek…
AY: “Bizim gibi gerçekleri yazanların sesi duyulmaz! Ama benim kutsal görevim yine yazmak ve haksızlıkları dile getirmek”(12) diyerek, görevlendi­rildiği yerlerdeki Ermeni cemaatinin dini, iktisadi ve sosyal durumu hak­kında gözlemlerde bulunan Natanyan, görev süresinin bitiminde bu izle­nimlerini bir kitap halinde yayımlamaktadır. Bu kitap söz konusu oldu­ğunda da aynı süreç izlenmişti. Bu açıdan, Palu kitabı ile ondan önce ya­yınlanan dört kitap arasında ciddi bir fark görünmemektedir. Ancak Natanyan’ın görevlendirildiği yerler düşünüldüğünde adeta önceden belir­lenmiş bir hattın izlendiği görülür. Marmara’dan İç Anadolu’ya doğru (ra­hibin görev yerleri hatırlansın; İzmit, Sivrihisar, Ankara ve Sivas) bir yol izleyen Natanyan sürekli doğuya doğru yol almış ve nihayet Palu’da gö­revlendirilerek giderek İstanbul Patrikhanesi’nden uzaklaşmıştı. Rahibin sürekli Anadolu’nun doğusuna gönderilmiş olmasının bir tesadüf olup ol­madığını bilemiyoruz. Ermeni nüfusun buralarda yoğun olması ya da Na- tanyan’ın sorunların üzerine giden ve haksızlıklarla mücadele etmekten çekinmeyen bir karaktere sahip olması bunda bir rol oynamış olabilir.
Ancak rahibin Patrikhane’den giderek uzaklaşması sadece onun görev yerinin uzaklığıyla sınırlı değildir. Natanyan’ın Palu kitabını diğerlerinden ayıran niteliklerin başında, onun bu kitapta eleştirilerini yalnızca Palu Er­meni cemaatiyle sınırlamaması, yaptığı eleştiri ve uyarıları dikkate alma­yarak yoksul Ermeni köylüsünün kaderine kayıtsız kalan Patrikhane’yi de sert bir şekilde eleştirmesidir. Palu rahibin daha önce görev yaptığı yer­lerden farklı iktisadi ve sosyal koşullara sahiptir, ve buradaki koşulların düzeltilmesi çok daha sert bir mücadeleyi göze almayı gerektirmektedir. Natanyan bunu göze almıştır, ama bu kez karşısında sadece aşiretler ya da yerel zorbalar yoktur. Belki onlardan daha çok aşiretlerle işbirliği ya­pan Ermeni zorbalarla, Ermeni köylüsünü sömüren ağalarla, yoksulların uğradığı eziyetlere kulaklarını tıkayıp zenginlerin esiri olan ruhanilerle mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bütün bu mücadeleye karşın Patrikhane’nin kendisine sahip çıkmadığını ve koşulların düzeltilmesi için çaba göstermediğini gördüğünde ise bu kez eleştiri oklarını oraya yöneltmişti.
Natanyan, Palu’daki görevi sırasında cemaat içi eşitsizlikleri, haksızlıkla­rı önlemeye çalıştığı ve zorbalarla işbirliği yapan Ermenilerin yoksul köy­lüleri ezmesine engel olmaya çalıştığı için pek çok kez tehdit edilmişti. Tehditlere aldırmadığı görülünce bir yandan Kürt aşiretlerine hedef gös­terilmiş, diğer yandan da hem Babıâli’ye hem de Ermeni Patrikhanesi’ne şikâyet edilerek Palu’daki görevinden uzaklaştırılmak istenmişti. Natan­yan, yalnızca makamını ve kariyerini değil, aynı zamanda hayatını da he­def alan bu saldırılara karşı koymuş ve Patrikhane tarafından İstanbul’a çağrılana kadar görev yerini terk etmemişti.
“Halka itaatsizliği aşılıyor” diye Babıâli’ye üç kez şikâyet edilen Natanyan, BabIâli’nin görevden uzaklaştırılması için Patrikhane’ye emir vermesine rağmen, cemaat kurullarının emri olmadan Palu’dan ayrılmamıştı. Ancak rahip, cemaat idaresinin kararlarına uymasına ve zor koşullarda görev yap­masına rağmen cemaatin idari kurumlarından ve basından destek alama­maktan yakınmaktadır: “… Üçüncü ispiyon Babıâli’ye ulaştığında bizi Pa­lu ’dan uzaklaştırması için Patrikhane’ye emir verildi. Ancak ben ölümü­ne kadar dayanmak gerektiğine inanıyordum. İstanbul’a istifamı yazmak zorunda kalmama rağmen, halkı ölüm uykusundan uyandırmak için tek­rar Palu’da kaldım… Ermeni halkının dini gelişimine hizmet edeceğimize yemin ettik. Bu sebeple de milletin gelişimi yolunda eziyet ve acı çekmeyi göze aldık. … Eğer yeminimizin aksi davranış içinde olursak milletin fela­ketine ve sömürülmesine sebep ve iştirak etmiş oluruz”(13) diyen Natanyan’ın Palu’da zorbalık yaparak köylüleri sömüren Ermenilerle ve onlarla işbirli­ği içindeki ruhanilerle sert bir mücadeleye giriştiği anlaşılmaktadır. Bu mü­cadelenin rahibin kariyerini ve hatta hayatını tehlikeye atacak kadar şid­detlendiği de görülmektedir. Ancak Natanyan’ın eleştirilerinin ve rahibin hayatına yönelecek kadar şiddetlenen mücadelenin sadece onun ruhani önderlik ya da cemaat idareciliği konusundaki şahsi görüşleriyle sınırlı ol­madığı, gerçekten de Palu’da böyle bir mücadelenin toplumsal bir tabanırın bulunduğu açıktır. Şehirde, alt sınıftan halk ile zenginler arasında cid­di bir kutuplaşma vardır, ve elbette Natanyan, halkın yoksul kesimlerinin sözcülüğünü yapmaktadır. Natanyan, Palu yoksullarını ayağa kaldırmıştı. Natanyan’ı zenginlerin, zorbaların ve bazı resmi görevlilerin nezdinde is­tenmeyen adam durumuna sokan bir bakıma bütün bu eziyet, angarya ve zorbalıklarda payı olanları teşhir etmesi ve onlardan hesap sorulmasını sağlamaya çalışmasıdır. Hakkını vermek gerekir ki, Natanyan burada ruha­ni, sivil, resmi görevli ya da aşiret mensubu ayrımı yapmamış, hak ve ada­leti herkese karşı savunmuştu. Sarkisyan, Natanyan’ı şu sözlerle ifade eder: “Rahip Natanyan, cArdosr Hayasdam adıyla bilinen kitapçığıyla halkının haklarını koruyan biri olarak karşımıza çıkıyor. Her işinde cesaret sahibi olmuş, şu ya da bu zenginin nüfuzundan etkilenmemiş, tam tersi sağlam duruşuyla onları aşağı görme korkusuzluğunu göstermiştir. Prensiplerine sadık, karakteri sağlam, devrimci ruha sahip, ahlakı düzgün, lekesiz, inandıklarında inatçı ve vazgeçmez biriydi. İşte rahip Boğos Natanyan ’m çizgileri bunlardı.’(14)  Natanyan, Palu’daki kısa görevi sırasında, şehirdeki adaletsizlik ve zorbalığın üstesinden gelebilmiş değildir, ancak rahip, tam bir görev duygusuyla sorumluların ve işbirlikçilerinin kimler olduğunu ve nerelerden beslendiklerini açık bir biçimde kaydetmişti. Ermeni tarihinin önemli gelişmelerine sahne olmuş bir bölgenin, geçmişin parlak günleri­nin aksine şimdi sefalet ve çaresizlik içinde kıvranması, kitabın tümüne sinmiş olan hüzün ve kederin kaynağını ortaya koymaktadır. Kitabın ön­sözünde Natanyan’ın bu yaklaşımı çok belirgindir ve kitabın adının “Göz­yaşı ve Sefalet” olması bundan kaynaklanmaktadır.
Natanyan yayın yoluyla suç işlemekten dolayı suçlanmış ve mahkum edilmişti.
TKD: Son olarak neler eklemek istersiniz?
AY: Kitaba eklediğimiz 300’ü aşkın fotoğraf ve kartpostal ile Ermenilerin bugün yaşamadıkları coğrafyadaki kültürel katkılarına dikkat çekmeye ça­lıştık. Hâla bir zamanlar nelere sahip olduğumuzu hatırlayabiliyoruz, ancak çok uzun sayılamayacak bir süre sonra bu bilgiden de yoksun kalacak ve neleri unuttuğumuzu bile hatırlayamayacağız. Palu ve civarı hakkındaki ça­lışmamız bu açıdan unutuluşa, kayıtsızlığa ve gönüllü cehalete karşı bir ça­ba olarak görülürse çok memnun oluruz. Bu çalışma tarihimizi, belleğimi­zi ve gündelik hayatımızı karanlığın işgal etmesine bir direniştir.
TKD: Çalışmanızı kutlar, bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
AY: Ben teşekkür ederim.
Dipnotlar:
1) 1. Cilt, shf. 13-14
2) 1. Cilt, shf. 176
3) 1. Cilt, shf. 41
4) 2. Cilft, shf. 117
5) 1. Cilft, shf. 178
6) 2. Cilt, shf. 190
7) 2. Cilt, shf. 117
8) Cilt, shf. 480
9) 2. Cilt, shf. 237
10) 1. Cilt, shf. 138
11) 1. Cilt, shf. 329
12) 1. Cilt, shf. 380
13) 1. Cilt, shf. 391-392
14) 1. Cilt, shf. 386
Kaynak: Arsen Yarman ile 19-Yüzyılda Ermeniler ve Bozulan İlişkiler Üzerine, Toplum ve Kuram, Sayı: 3, Bahar-Yaz 2010

Yorumlar kapatıldı.