İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kapsamlı Analiz

12 Kasım Çarşamba tarihli JAMANAK gazetesinde yayınlanan, Ara Koçunyan’ın Etyen Mahçupyan’la söyleşisini aktarıyoruz.

Söyleşi: ARA KOÇUNYAN
Çok uzun yıllardan beri, hep ilkesel seviyede kalmayı başararak, Türkiye’de Kemalist ulus-devleti eleştiren bir fikir insanı, bir teorisyen oldunuz. Eleştirilerinizi değerlendirerek, hatta onların çıkarımlarından yararlanarak yükselen siyasi güçler de oldu. Görüşlerinizle paralellik arz ederek yükselen siyasi güçler olmasına ve onlarla belli bir yakınlık içinde olmanıza rağmen, hep o teorik zemine sadık kalabildiniz. Bugün ise, Başbakanlık başdanışmanı olarak çok önemli bir göreve getirilmiş bulunmaktasınız. Bu süreci bize nasıl özetlersiniz?
Bu başdanışmanlık meselesinin birkaç unsuru var. Bir tanesi, çok açık olarak, Ahmet Davutoğlu’nun kendisi. Çünkü çizdiğim çizgiyi ve almak istediğim pozisyonu veri kabul ettiğiniz zaman, bunu anlamlı bulan ve bunu kendi siyasi uygulamasının parçası yapmak isteyecek olan bir başbakan öyle çok sık ortaya çıkmaz. Bu aslında çok ilginç şekilde gelişmiş olan tarihsel bir tesadüf. Davutoğlu’nun başbakanlığı da bu anlamda tarihsel bir tesadüf. Şöyle yirmi sene kadar öncesine bir gidelim. İslami kesimin yeni jenerasyonundan çıkacak olan birinin, Boğaziçi mezunu falan olup, sonra da Türkiye’nin başbakanı olacağını düşünmek, herhalde, pek mümkün değildi. Aynı şekilde benim o kişinin başdanışmanlarından birisi olmam da öyle değildi, fakat bu tür bir gelişme, bir açılım yaşandı. Farklı bir dünyaya geldik ve bu farklı dünya yeni aktörler üretiyor. Bu aktörlerden birisi de, epeyce entelektüel birisi olarak, başbakanın kendisi oldu şu anda. Bu bir faktör. Tabii bunun altında da şu var: 
Türkiye son yüzyılın hesaplaşmasını şu anda bir hamlede, ama bayağı el yordamıyla yapıyor. Gelgitlerle, zikzaklar çizerek yapıyor. Bütün bunlar olurken kavgalar yaşanıyor. Hem Kürt meselesi bağlamında, hem de eski Türkiye ve yeni Türkiye diye adlandırılan kavga bağlamında… Bütün bunlar olurken de, alttan gelen, taşradan gelen çok güçlü bir kamusal alan talebi var. Yani ekonomisiyle, siyasetiyle, sosyaliyle, kültürüyle bu alana girmek, bu alanda pozisyon almak, bu alanda nüfuz geliştirmek isteyen geniş bir kitle var. Bu kitlenin de yönetilmesi, bir şekilde tatmin edilmesi, ama aynı zamanda da dizginlenmesi gerekiyor. AK Parti bütün bunları bir arada yapmaya çalışıyor. Yaparken de, tabii ki her şeyi istediği gibi yapamıyor. Her şeyi istediği gibi doğru da yapamıyor. 
Böyle bir noktada, bu kadar tarihsel bir dönemeçte, benim konumumda olan insanların önüne bu tür bir teklif geldiğinde nasıl yaklaşmak gerekirdi? Açıkçası, bunun reddedilmesinin bir bencillik olduğunu düşünüyorum. Ya da ancak bir şımarıklık olabileceğini düşünüyorum. Zaten ben, yirmi senedir kendimi toplumu etkilemek, siyaseti etkilemek diye konumlandırdığım bir yerde tutmuşum. Ve de eğer şu anda ’gel arkadaş, sen bunu daha fazla içeriden etkile’ deniyorsa, burada benim de ben olarak kalmama izin veren bir yapı mevcutsa, o zaman ben tabii ki bunun içerisinde olmak isterim. Yani mesele bu. 
Dolayısıyla, senin başta çizdiğin resimden farklılaşmamı gerektirmeyen bir pozisyon bu. Zaten o yüzden kabul ettim. Hem teklif öyle, hem de teklifi eden zaten bunun garantisini veren bir kişilik. 

Basında, hangi konularda birikiminizden yararlanılacağı konusunda çeşitli haberler çıktı. Bunların arasında, özellikle, azınlıklar da zikredilmişti. Bu bahsettiğiniz periyotta sizce  Türkiye’de azınlıkların gidişatı nereden nereye geldi? 
Gazetelerde tabii böyle şeyler yazıldı, ama biz başbakanla konuşmamızda şu anda böyle bir alan tespiti yapmadık. Bu önümüzdeki günlerde belli olacaktır. Çalışma modalitesinin ne olacağını tam olarak bilemiyoruz. Onu daha belirleyeceğiz. Kuşkusuz nihai takdir kendisine aittir. Dolayısıyla, bunun içerisine azınlıklar girer mi, girmez mi, henüz bilemiyoruz. Ama, doğal olarak, azınlıklar alanına bir şekilde dokunmam gerekecektir, çünkü oradan geliyorum. Kendiliğinden zaten böyle olacaktır. 
Bunu söyledikten sonra, dönelim azınlıkların nereden nereye geldiği meselesine… Tabii azınlıklar, genelde Türkiye’nin değişim prosedürünün, sürecinin bir parçası olarak, değişiyorlar. Küresel, post-modern bir dünyadayız; çok daha eleştirel bir dünya. Bugünü öne çıkaran, bugünün hayatını bizatihi değerli kılan bir dünya ve bu da kendiliğinden, daha genç jenerasyonun anlamlı olduğunu söyleyen bir paradigma. Daha canlı olan, daha enerjik olan, bugünü bir şekilde somut hayatıyla belirleyen, çabasıyla yada teriyle gelen bir kesim var. Azınlıklara da baktığımız zaman, örneğin, daha fazla siyasallaşma, daha fazla vatandaşlaşma, daha fazla kamusal alana çıkma, daha fazla sesini yükseltme, kendine daha fazla güvenme, vs. gibi unsurların yavaş yavaş tomurcuklandığını görüyoruz. Bunun tezahürleri de var; internet siteleri kuruluyor mesela. Bir taraftan böyle bir akım var, böyle bir dinamik var. Ama bir de, genelde, biraz daha yaşlı kuşakta belirginleşmiş olan, eski içe kapalı, mümkün olduğunca kamusalın dışında duran, mümkün olduğunca kapalı kapılar ardında sorun çözen, mümkün olduğunca kendini görünür kılmayan başka bir eğilim de var. Geçmişteki tüm tedirginliklerden, korkulardan, endişelerden kaynaklanan o gerilim, o hal de hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla şu anda bu iki dinamiğin bir tür karşılaşmasını yaşıyoruz. Ya da bir tür, o iki dinamiğin muhtemel bir sentezinin arayışının yaşandığını söyleyebiliriz; olumlu olarak bakmak istiyorsak. O makro durumu yaşıyoruz. Bu önümüzdeki dönemde de, yavaş yavaş, daha fazla kamusallaşmanın giderek artacağını düşünüyorum. Yani Türkiye toplum olarak buna daha çok hazır. 
Özellikle Ermeni cemaatinden bahsedeceksek eğer, genel Türkiye toplumu açısından Ermeni meselesi burada büyük bir ayak bağıydı, ama orada çok kritik bir rahatlama görüyoruz. Son on sene içerisinde bu konu çok daha normalize oldu, üzerinde rahat konuşulabiliyor. Soykırım kavramı, ‘;isteyen kullanır, isteyen kullanmaz’ bir hale geldi. İnsanlar kendi Ermeni akrabalarını çok rahat bir şekilde söylüyorlar, arıyorlar. Ailelerinin geçmişiyle ilgili büyük bir merak var Anadolu’da. Bütün bunlar önümüzdeki dönemde, en azından, Ermeni cemaatinin daha rahat davranmasını davet eden durumlar. Dolayısıyla, bu arada da, önümüzdeki beş on sene içerisinde, bu şimdiki genç jenerasyonun doğal olarak biraz daha olgunlaşacağını düşünüyorum. Kritik pozisyonlara geldikçe, yaklaştıkça, onların da daha kapsayıcı olabileceğini, daha farklı bir tutum alabileceğini de öngörüyorum. 
Dolayısıyla, Ermeni cemaatinin önünde bir yeniden ihya dönemi var. Hele buna vakıf mallarının iadesiyle gelen paraları, onların kullanımıyla ortaya çıkacak meblağları da ekleyeceğimizi düşünürsek… Yani hemen hemen tüm sorunlarını kendi imkanlarıyla çözebilecek olan bir Ermeni cemaatine doğru gitmememiz için hiçbir neden yok. 

Türkiye’de toplumun iç dinamiklerinin kamusal alana gittikçe daha fazla yansımasını temin eden bir ortam doğdu. Azınlık sorunları için de göz ardı edilemeyecek reformlar yapılmakta. Ama şöyle de bir çelişki var. Azınlıkların dahili yaşamlarının daha fazla demokratikleşebilmesi, daha fazla katılımcı bir mahiyet kazanabilmesi, azınlık topluluklarında özellikle de sivillerin kendilerini ifade anlamında olanaklarının biraz daha  genişletebilmesi bakımından fazla ilerleme yok. Son dönemde bu sorunlar, azınlık cemaatlerinin statüsü, onların dini merkezlerinin hükmü şahsiyeti, ya da nizamnamelerinin canlandırılması gibi eksenler etrafında girişilen arayışlarla karşılık buluyor. Türkiye toplumunun dönüşümünün önü bu kadar açılmışken, azınlıkların dahili yaşamının daha demokratikleşebilmesini sağlayacak olan düzenlemelerin önüne sizce neden set çekiliyor? 
Şöyle: bir kere devlet açısından bakıldığı zaman, şunu söyleyelim. Devletin bu işi yapacak olan kısmı AK Parti kanadıdır. Öteki kanadı zaten herhangi bir şekilde ya ilgili değil, ya önemsemiyor, ya da ‘;ne halleri varsa görsünler’ tavrını sürdürüyor. AK Parti’ye geldiğimiz zaman ise durum şöyle: AK Parti sosyalle ilişki kurabilen bir parti olamadı. Sosyalden çok fazla anlayan bir parti de olamadı. Bir tek kendi tabanının sosyalini kavradı. Onu da ancak, az önce söylediğim gibi, bu kamusal alana bir ‘;altına hücum’ mantığıyla yaklaşan insanların enterne edilmesi olarak anladı. Ama mesela Gezi olayına döndüğümüz zaman gördüğümüz tablo… Bütün vandalizmi, anti-AK Parti hikayeleri bir tarafa koyalım. Ama başlangıç kısmında da laik kesimin içerisinde yeni bir ses vardı, bir yeni bakış, bir talep vardı, bir tatmin olamama hali vardı. Mesela, AK Parti onu ilk kez orada gördü. Daha önce onunla ilgili bir teması yoktu. Azınlıklar da buna paralel bir şey. 
AK Parti azınlıkların içiyle hiç uğraşmıyor. Böyle bir bakışı yok. Onun derdi şu: Azınlıklar kendi kendilerinden memnun olabilecekleri bir noktaya gelsinler. Bize söylesinler ve bizonlar ne istiyorsa, o zaman pürüzsüz şekilde, dolayısıyla sonradan başımıza kakılmayacak şekilde, sonradan karşımıza anlamadığımız bir eleştiri olarak çıkmayacak şekilde yapalım. Zira eğer Ermeniler ne istediklerini bilmiyorsa, bunu AK Parti’nin bilmesi mümkün değil. AK Parti Alevi meselesine de böyle bakıyor. Bazen bu bakış çok gerçekçi değil, ama bir çaresizliği de var AK Parti’nin. Yani karşısındaki kesimin içerisinde dört beş tane ses varsa, aralarında anlaşamıyorlarsa, her biri başka bir çözüm istiyorsa, o zaman hangisini yapacağını bilemiyor. O zaman AK Parti bekliyor. Bekliyor ve eğer orada bir otorite varsa, onun sesine kulak vermeyi tercih ediyor. Burada da geçmişten gelen bir kurum olarak Patrikhane var. Söylemek lazım ki bu son birkaç sene içerisinde epeyce yıpranmış bir kurum, ama yine de hükümet açısından baktığınız zaman çok fazla bir tercih şansı yok. 
Öte yandan şunu da söyleyebiliriz: Eğer bir sivil grup, kendisini kamusal alanda deklare ederek, çıkıp Ermeni cemaati adına toparlayıcı bir proje ya da bir istekler dizisi çıkartabilse, bunun etrafında bir konsensüs üretebilse, bunun hükümet tarafından duyulmama, karşılıksız bırakılma ihtimali yok. Yani bu muhakkak kale alınır, üzerinde konuşulur, vs. 
Bir de öbür uca gidelim. Alevilerde de olduğu gibi, tüm Ermenilerin ortak olabileceği, daha basit konular da var. Orada da hükümetin adım atmasını, adım atmış olmasını talep etmek mümkün. Ama burada da bir gidişat var, bir tempo var. AK Parti aynı anda çok sayıda problemi çözmeye çalışıyor. Bütün bunları yaparken iktidarda kalması gereken bir parti. Dolayısıyla da seçimleri hep kazanması gereken bir parti. Şimdi böyle bir parti, hiçbir alanda birdenbire çok köklü adım atarak ilerlemekten yana olmayabilir. Adım adım, sindire sindire, attığı reform adımlarının kendi tabanında hazmedilmesini bekleye bekleye yürümek istiyor. 
Dolayısıyla da, eğer örneğin, Ermeni cemaatiyle genel Türkiye toplumu arasında daha farklı, daha derin, daha çoklu bir diyalog olsaydı, şu anda AK Parti daha hızlı ilerlerdi. Ama bu olmadığı sürece, AK Parti kendisini bir vektör olarak görüyor, kendisini bir öncü olarak görüyor ve attığı her adımın ne kadar kabul edilip edilmeyeceğini, Türkiye’deki Türk milliyetçileri kesiminde nasıl algılanacağını, vs. Hesaplamak zorunda. Bu da onu yavaşlatıyor. 

AK Parti Türkiye’de ittihatçı gelenekle arasına en fazla mesafe koyan bir iktidar oluşturdu. Bu sayede ülkenin birçok kronik sorunu bağlamında oldukça radikal adımlar atıldı. Hemen hemen geçtiğimiz Nisan ayında, o zaman başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın yayımladığı mesaja kadar, AK Parti’nin ittihatçı geleneğin çizgisini neredeyse devam ettirdiği tek konu Ermeni meselesi oldu. Diğer konularda çok daha kararlı adımlar atılıyorken, bu sorun çerçevesinde neden az önce bahsettiğiniz tempo nispeten yakalanamıyor? 
Bu anlamda Nisan’da bir kırılma yaşandığı söylenebilir, ama son dönemde gözlemlenen başka durumlar da var. Bir taraftan 1915 konusunda rahat konuşulabiliyor, ama öte yandan Türkiye Azerbaycan tandeminin tezahürleri etkisini artırıyor ve burada tarihsel önyargıların körüklendiği boyutlar dikkat çekiyor. Bu ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Bu Azerbaycan faktörü reel politik bir faktör. Ortadoğu böyle kaldığı sürece, yani Irak Kürdistanı’nın bekası bir garantiye kavuşmadığı, kalıcı bir olay olarak kayda geçmediği sürece, dolayısıyla enerji kanalları açısından Azerbaycan çok çok kritik bir ülke olmaya devam ettiği sürece, bu reel politik durum da var olmaya devam edecektir. Hele bu son boru hatlarının yapılması, Avrupa’yı ve Azerbaycan’ı birbirine bağlayacak olan kanalların açılması vs. gibi etkenler Türkiye’yi bir şekilde Azerbaycan’ı partner olarak tutma zorunluluğuna sürüklüyor. Öte yandan, Türkiye’de çok eskiden beri bir Azerbaycan lobisi var, devletin içerisinde de var. Türkiye’deki Türk milliyetçiliğinin çevresini kuşatan ana, somut ağlardan birisidir bu. Yani hakiki insan ilişkilerinden, iş ilişkilerinden bahsediyoruz. Geçmişte, hatırlarsak, Azerbaycan’daki darbeyi Türkiye’deki o dönemin hükümetinin tertiplediği gibi söylentiler olmuştu. Ya da Türkiye’de darbe olduğu zaman bunun Azerbaycan ile bağlantısı aranmıştı kimileri tarafından. Bunlar tamamen spekülatif şeyler de değildi, çünkü insanlar var arada ve bu insanlar üzerinden bu tür mülahazalar üretmek mümkün. Dolayısıyla, bir de böyle bir insan ilişkisi var; ikinci bir katman olarak. Tabii, üçüncü bir katman olarak da; ideolojik, kimliksel bir mesele var. Yani Türklük üzerinden gelen, bugüne kadar ‘tek millet, iki devlet’ şiarıyla beslenmiş olan bir durum var. Bunun yanında da, Ermeni meselesi gibi, en azından her bakımdan soru işaretleri içeren bir durum var. Bir de tarihini hiç bilmeyen bir İslami kesim var. Gerçekte ne olduğunu şimdi yeni yeni öğreniyorlar ve bunu başkalarından öğrenmekten de hiç hoşlanmıyorlar. Böyle bir şey de var… Yani, dışarıdan birisi gelip ‘kendi tarihini bilmiyorsun sen, şöyle oldu, böyle oldu’ dediği zaman da, bu gurur okşayıcı bir durum değil. O yüzden bu biraz süreç alan bir sorun. 
İnsanların hafızasında yerleşmiş olan 19171918 sonrası. Ermenilerin kısa vadeli dönüşüyle ortaya çıkmış olan, Ermeni çetelerinin yapmış olduğu vahşet vs. var. Ondan öncesi sanki hiç yokmuş gibi, tarihi oradan başlatan bir paradigma var İslami kesimin kafasında. Ermenilerden bahsedildiğinde, 1917-1918’den başlatıyorlar konuyu. Bu da, dedelerinden dinledikleri yine başka vahşet hikayeleriyle birleşiyor ve anti Ermeni bir aura yaratıyor. Bunun üzerine, bir de Ermenilerin Türkiye toplumuna çok irrasyonel gelen, ama aynı zamanda, Batı destekli olması durumunda rasyonel hale de gelebilecek olan, çok korkutucu talepleri var. Hala bazı gruplar toprak taleplerinde bulunabiliyor, haritalar çiziyor veya tazminat taleplerini kontrolsüz noktalara çekebiliyor. Şimdi bütün bunları düşündüğümüz zaman, bunlar bir araya geldiği zaman, sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ruh hali şöyle: ‘Zaten ne olduğunu bilmiyorum, bunlar aynı zamanda benim dedemin dedesini de kesmişlerdi ve de herhangi bir şeyi düşündüğüm zaman da benim hayatıma zarar verecekler. Şimdi ben ne diye buraya olumlu bakayım..?’ 
Böyle bir tabanla karşı karşıya olduğu durumda AK Parti ne yaptı? Önce kendisini Osmanlı konumuna getirdi. Vakıf mallarının iadesi böyle bir şey. Yani, İttihatçılıktan uzaklaştığınız zaman, evvela İttihatçılık öncesi Osmanlıya dönmeniz lazım. Çünkü hepimizin bildiği gibi, İttihatçılık sonrası Cumhuriyete gittikçe, durum Ermeniler için daha kötü. Osmanlıya gittikten sonra da, bunun rehabilitasyonunu, geniş Osmanlılık konseptüalizasyonunun içerisinden görmeye başladılar. Mesela, Ahmet Davutoğlu’nun ’adil tarih’ dediği böyle bir şey. Yani, evet, Ermenilere bütün bunlar yapıldı, ama aynı anda yapılmış olan başka birçok şeyin içerisine koyalım, hepsinin içerisinden bir anlam üretelim ve analiz yapalım. O zaman Ermenilere yapılanı kabul etmek kolaylaşır, çünkü o dönemin doğasını anlayabiliyorsunuz ve o artık işin mantığına dönüşüyor. Öbür türlü, ‘katil Türkler gelip Ermenileri öldürdüler’ oluyor ve bunu Türkiye’nin kabul etme ihtimali yok. 
Onun için bu iş adım adım gidiyor, böyle de devam edecek. Şu anda bunu hızlandırabilecek olan tek faktör, bence, Ermenilerin kendisi. Çünkü Türkiye toplumunun artık gözü kulağı açık, öğrenmek istiyor. Eski komşularıyla artık karşılaşmak istiyor, o komşularının gelip kendisiyle sohbet etmesini, çay içmesini istiyor. Onlarla eskiyi konuşmak istiyor, kendisi de bir şeyler anlatmak istiyor, vs. Dolayısıyla psikolojinin çok hızlı değişme ihtimali var. Ama Ermeni toplumu, genel olarak dünyadaki Ermeni toplumu, bu psikolojiyi değiştirmek istemezse, bir parantez açalım, aynen bugünkü Kürt siyasi hareketi içerisindeki bazı grupların Türk Kürt barışını istemediği gibi dolayısıyla çıtayı devamlı yükseltirse, o zaman bu süreç sarkar. O zaman da AK Parti’nin yapabileceği tek şey ekonomik alanda olacaktır. Bunu görmemiz lazım, çünkü ötesini topluma kabul ettirmesi zordur. Çünkü Türkiye toplumu geçmişteki Ermeni’yle barışmaya hazır, ama bugünkü Ermeni’yle barışmazsa olmaz. O toplumun bugünkü Ermeni’yle barışması gerekiyor, buda Ermenilere çok bağlı. Zira Türkiye toplumu bunu artık istiyor ve kucağını açmış durumda. 

Peki, bu mesele Ermenilere bu kadar bağlıyken, Türkiye onların algılarına nasıl bakıyor? Zira, madalyonun diğer yüzünde Ermeniler de Türklerle barışmak istiyor, ama onların açısından bu gidişat sürekli hayal kırıklığı anlamına geliyor. Örneğin, imzalanan protokoller yaşama geçirilemiyor. Tüm dünyadaki Ermeniler ulusal idamelerinin temel güvencesi olarak Ermenistan Cumhuriyeti’nin varlığını görüyor, ama Türkiye onu blokaj altında tutuyor. Ermenilerin bakış açısından, Türkiye kendi ülkeleriyle savaş halinde olan Azerbaycan’ı destekliyor. Üstelik, bu ortamın devam etmesi Ermeni tarafında o ’sürekli çıtayı yükselten’ kesimlerin ekmeğine yağ sürüyor. 
Doğrudur. 

Bu sarmal nasıl aşılır? 
Doğru, ama şöyle bir şey var. Sorun şu: Siyaset bir hedefle ilgilidir. Ne istiyorsunuz? Ne yapmak istiyorsunuz? Yani Ermenilerin önündeki soru bu…’Ben nasıl bir dünya istiyorum? ’Bu dünyada Türkiye nerede, Türkiye ile ilişkiler nereye oturuyor? Onu eğer saptayabilirseniz, ondan sonra oraya doğru nasıl ilerleyebileceğinizi görmeniz ya da ona karar vermeniz mümkün. Her zaman düz bir çizgide ilerlenemeyebilir. Bu protokoller, mesela, Türkiye açısından öyleydi. Eğer Türkiye bu protokolleri bir iki hafta sonra rafa kaldıracağını bilse , zaten hiç imzalamazdı. Ama imzaladı. Dolayısıyla ne yapmış oldu? Birincisi, Azerbaycan’a bir mesaj vermiş oldu. Yani, ileriye dönük olarak, trendin nereye doğru gidebileceği konusunda bir mesaj vermiş oldu. Zaten Azerbaycan buna çok sert bir tepki verdi. Yani bu mesajın alınmış olduğunu biliyoruz. 
İkincisi, belki daha da kritik bir şey… Bir niyet ortaya koydu Türkiye. Yani, eğer şartlar uygun olursa, reel politiğin çerçevesine oturursa, ‘;benim gitmek istediğim yol budur’ dedi Türkiye. Ama oturmazsa da, ‘;yüzlerce sene daha bekleyebilirim’ de demiş oldu. O iki üç haftalık politika bana bunu söylüyor. Türkiye bir yere gitmek istiyor Ermenistan ile; bunun normal olduğunu, doğru olduğunu düşünüyor, fakat bunun koşulları oluşmadığı sürece, ilelebet de olsa, bu adımı atmayacak. Eğer koşullar değişmezse… 

Bu durum, Ermeniler tarafından, Türkiye’nin o koşulları hasıl etme niyetinde olmadığı şeklinde algılanıyor. 
Evet, ama bu siyasi bir okuma değil, psikolojik bir okuma. Bu Ermeni tarafının taleplerinin, beklentilerinin çok yüksek olmasıyla da ilgili. Ama bir Ermeni siyasetçiyle konuşuyor olsaydık, ‘sen kendini Türkiye’nin yerine koy, nasıl bir tahlil yaparsın’ deseydik, muhtemelen Türkiye’nin yaptığının aynısını yapardı. Çünkü devletler, ahlakı, ön plana alan kurumlar değildir. Devletler ille de tarih meselesiyle hesaplaşmayı kendi ilkeleri yapan kurumlar değildir. Almanlar İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmese, herhalde İsrail’den özür falan dilemeyecekti, bambaşka bir Almanya olacaktı. Yani bu reel politiğin, reel koşulların getirdiği bir olay. O zaman Ermenilerin şunu düşünmesi lazım: ‘Ben ne yaparsam Türkiye’nin reel politiğini değiştirebilirim? Onu nasıl başka bir kanala davet edebilirim? 
’Buradan reele gelirsek, ben şöyle görüyorum: Burada bir kapı meselesi var; Türkiye Ermenistan sınırı. Bir Ermenistan Azerbaycan ilişkisi var. Bir Türkiye Azerbaycan ilişkisi var ki bu da hiç göründüğü gibi olmayan bir ilişkidir; onu da söyleyeyim. Görüntüde böyle çok mutlu mesut, pırıltılı, cilalı bir ilişkiymiş gibi durur; ama aslında pek de öyle değildir. Ve tüm bunların arka planında da bir tarih var. Bütün bunlar aynı anda, tek seferde çözülürse çözülür. Yani Karabağ, sınır, soykırım. Sırf sembolik olarak üç kelime kullanmak adına söylüyorum. Bu üç mesele ancak aynı anda, tek bir projeyle çözülebilir. Her birinde aynı anda açılım yapılabilir. Ama birisi yerinde durursa, şu anda, diğer ikisinde ilerlemek mümkün gözükmüyor. Türkiye açısından baktığınız zaman böyle bir durum var. Ermenistan açısından, Ermeniler açısından baktığınız zaman ise, önlerinde şöyle bir fırsat var: Türkiye toplumu. Onun üzerinden giderek hükümeti etkilemek mümkün. Hükümet üzerinde bu meseleyle ilgili yeni bir çerçeve üretmek mümkün. Ve şunu da eklemem lazım: Benim tanıdığım kadarıyla, içerisinde Ermenilerin bu olayda “haklı” olduğunu söyleyen en fazla bakana sahip Bakanlar Kurulu şu anda var. Türkiye böyle bir heyet de görmedi şimdiye kadar. 
Dolayısıyla, eğer imkan olsa, eğer realist olunsa, rasyonel bir çözüme doğru gidilebilse, ben bu hükümetin tahminlerin ötesinde yol alabileceğini düşünüyorum. 

Erivan’a birlikte gerçekleştirdiğimiz ziyaretteki görüşmelerin birinde, her devletin kendi ali menfaatleri için yalan söylemeyi kendisine mübah görebileceğini ve bunu yurttaşlarına anlatabileceğini söylemiştiniz. Şimdi bu mantıkla bakacak olursak, bugün, olsun Türkiye, olsun Ermenistan ne durumdalar? 
Türkiye için problemin giderek yumuşadığını ve azaldığını düşünüyorum; öncelikle Kürt meselesi nedeniyle. Öyle büyük bir meseleniz var ki ve o meseleyi çözmek için geçmişe oranla o kadar radikal bir biçimde düşünme, davranma durumundasınız ki ülkeyi yeniden inşa etmeniz lazım. Zaten Ermeni meselesi, ülkeyi yeniden inşa ederken, ortalarda bir mesele. Çünkü AK Parti zaten kendisini İttihatçılıkla ilgili görmüyor, kendisini her an oradan koparabilir. Ama AK Parti’nin önemli bir kaygısı daha var ki bütün bunları yaparken devleti kompakt bir şekilde tutmak da istiyor. Yani devleti içeriden dönüştürmek istiyor. O zamanda süreç bu bürokrasiyle beraber, bu ideolojiyle beraber, bu genel tarih paradigmasıyla beraber yürüyor. Bu değiştirme işini adım adım, gıdım gıdım, törpüleyerek, burnunu sürterek yapıyor. O yüzden bu ani hareketler, birdenbire olacak olaylar belki hâlâ olmayacak. 
Nitekim AK Parti biliyor ki İslami kesimden geldiği için, aslında hukuk ve meşruiyet zemini her an sarsılabilir. Laik bir dünyada yaşanıyor. AK Parti karşıtı hezeyan çok yüksek, Batı’da da böyle. Herhangi bir yeni darbe girişiminin engellenmesi çok zor da olabilir. Bunu engelleyecek olan şey devletin ta kendisidir. Devleti elden kaçırırsanız bunu engelleyemezsiniz. O yüzden de, bırakın Ermeni meselesini, aslında Kürt meselesi bile ikincildir. Bunu belirteyim… Dolayısıyla, bütün mesele, birinci problem, bu dönüşümü devleti kompakt tutarak yapabilmektir. Yani cumhurbaşkanının çok sık söylediği gibi, tereyağından kıl çeker gibi olması gerekiyor.  Bu çok kritik. Ama bunu veri aldığınız andan itibaren, psikolojik olarak, Türkiye’nin o daha az yalan dünyaya doğru yürüdüğünü düşünüyorum ve buna çok hazır. 
Açıkçası, Ermenistan’ın da öyle olduğunu düşünüyorum, ama onun kendi sorunları var. Mesela, giderek Rusya’ya doğru kayıyor. Rusya’ya kaydıkça, bunun Batı’dan uzaklaşma anlamını ima ettiği ölçüde, ne tür koalisyonların içerisinde olacağı belirsizleşiyor. Eğer önümüzdeki dönemde Rusya Ortadoğu’nun içerisine daha çok girerse, ideolojik olarak Ortadoğu Kafkasya bütünleşmesi olursa, o zaman 
Azerbaycan’ın Batı tarafında, Ermenistan’ın ise Rusya İran çizgisinde kalabileceğini vs. düşünecek olursak… Öyle bir dünya olacak olursa, o zaman Ermenistan için Türkiye ile konuşmak da zorlaşır, ilişki kurmak da zorlaşır. O zaman da Türkiye’yi anlatan anlatılar, tabii ki daha radikalleşir, bir şekilde daha kabalaşır ve muhtemelen daha çok yalan içerir. Yani böyle bir problem var. Yoksa tek tek insanlarla konuşunca, halkla konuşunca durum çok açık. 
Ermenistan’da sokaktaki insanlarla konuştuğunuz zaman Türkiye için, buradan gidecek olan bir Türkün beklentisinin çok dışında, olumlu bir fotoğraf var.

Azerbaycan’ın Batı saflarında, Ermenistan’ın ise, Rusya İran çizgisinde kalabilme ihtimalinden söz ettiniz. Oysa bugün Azerbaycan neredeyse diktatörlükle yönetilen bir ülke ve o anlamda Batı’dan çok uzak. Ermenistan ise, kendi iç dinamikleri itibarıyla demokrasisini daha geliştirebilmiş durumda ve o anlamda Batı toplumlarına daha yakın. Üstelik orada, mevcut ambargo ortamında, insanlar gittikçe daha fazla ülkenin Türkiye tarafından sürekli Rusya’ya mahkum kılındığı, dolayısıyla da Batı’dan uzaklaştırıldığı izlenimine kapılıyorlar. 
Doğru, bütün bunlar çok doğru, ama Batı’nın neye dayanarak analiz yapıp, nasıl karar verdiği gibi bir soru var. Eğer petrol üzerinden bir analiz yaparlarsa, Azerbaycan’ı, ne yaparsa yapsın, Batılı yapabilirler. Öte yandan, ideolojik olarak baktığımız zaman, sonuçta Sisi’yi Batılı yaptılar. Halbuki Sisi bir diktatör. Dolayısıyla, bizim bölgemizden baktığınız zaman, Amerika’ya ya da Avrupa’ya güvenmek için çok fazla bir nedeniniz yok. Onlar da çok ”realist” terimlerle düşünüyorlar ve fazla ahlaki kaygılar peşinde de koşmuyorlar. Onun için Avrupa Birliği’nin normları üye olmak isteyen ülkeler için çalışıyor, ama AB’nin kendisi için o kadar da çalışmıyor. AB’nin dış politikasında o normların ille de öne çıktığını görmüyoruz. Öyle olsaydı, şuanda Suriye’den, Irak’tan gelen göçmenlerin önemli bir bölümünü AB almış, Türkiye’nin üç misli milli geliriyle, onlara kucak açmış olurdu. Türkiye’de neredeyse iki milyona yaklaşan mülteci var. Avrupa’da ise sadece yüz bin civarında. O gelir düzeyinde bile bu tür bir bencillik sergileniyorsa, bu dünyanın yeniden kurgulandığı reel politik alanda, bu bencilliğin daha da işlevsel olacağını öngörmek zor değil bence. 
Dolayısıyla, söylediğin ne kadar da doğru olsa, ki doğru, bu “gerçekçilik” bakışı bu tür kararlara yol açabilir. 

Gerçi bazı açılardan değindiniz ama sizce Türkiye’de son dönemde Ermeniler Kürtlere doğru itiliyor mu? 
Tabii ‘itiliyor mu’ derken, kimin ittiğine, niye ittiğine, vs. dair birtakım analizler yapmak lazım. Devletin böyle bir şey yaptığını sanmıyorum. Devlet Ermenilerin ne düşündüğünü, ne yaptığını, ne hissettiğini, vs. öyle çok iyi bilmiyor. Öyle bir ilgi alanı olduğunu bile düşünmüyorum. Genelde, azınlıklara olan bakış, onlardan gelen bir talep ya da bir şikayetle başlayan bir süreci ima eder. Devlet durup dururken, şu veya bu azınlığı nasıl konumlandıracağını düşünmez. Yani o enerjiye değmez. Bu kendiliğinden olan bir şeydir. Türkiye’de bu anlamda esas dinamik azınlıklar ya da Kürtler üzerinden değil, AK Parti üzerinden oluyor. Yani önce AK Parti ile ilgili bir tutum alıyorsun, sonra ona göre Kürt meselesiyle, Ermenilerle ilgili bir tutum alıyorsun. Buna göre de, solcu ya da sağcı bile olabiliyorsun yani. Ve AK Parti kendisinin bu kadar merkezde olmasından da tabii ki etkileniyor. Yani ne oluyor? Sırf kendisiyle uğraşan, kendi tabanını merkeze alan bir bakışa doğru gidiyor. AK Parti’nin de içe kapandığı bir dönem oldu. Mesela, yine bir parantez açarak örnek verelim. Rojava’da giderek yaklaşan bu psikolojik enerji yükselmesini AK Parti çok algılayamadı. Oysa ki biraz daha Kürt dünyasının içerisinden bakıyor olsaydı, o psikolojinin nasıl kullanılabileceğini, nasıl kötüye de kullanılabileceğini görebilirdi ve belki daha tedbirli olabilirdi. 
Ermenilere geldiğinizde, Türkiye’nin merkezinden çepere doğru baktığınız zaman, o artık tavuğun suyunun suyudur yani. Böyle bir itilme yok. Bence bugün Ermeniler Türkiye’nin genel ortamından daha fazla etkileniyorlar ve kendilerini o ortama daha fazla açıyorlar. Orada da siyasi pozisyon arayışına girdikleri zaman bazı durumlar çıkıyor ortaya. Şöyle ki: 
Genç kuşağın daha fazla kamusallaşmasıyla görünür oluyorlar. Genç kuşak da kendisini daha fazla solcu, vs. gördüğü yada sandığı için, o tür bir mesaj veriyorlar topluma. Bu genç kuşak genelde daha itirazcı olduğu için, ya da şu anda moda olan insan hakları kavramı daha önde tutularak siyaset üretme meselesi yaşandığı için, daha ziyade AK Parti karşıtı oluyor. Zaten iktidar karşıtı olmanın matah olduğu, kendi başına bir değer olduğu sistemde ve iktidarı sadece siyasi iktidar olarak algılayan bir paradigma içerisinde, herkes AK Parti karşıtı vs. oluyor. Bir kere böyle bir tarafı var bu olayın. Bir de tabii laiklikle ilgili bir tarafı var. Ermeni cemaati, diğer gayrimüslim cemaatlerle beraber, Osmanlı ahalisinin en önce modernleşen kısmı. Kendisini diğer cemaatlerden, özellikle de İslami kesimden daha üstün görüyor; kültür olarak, sanat olarak, edebiyattaki başarı olarak ki bunda da belli bir haklılık payı var. Bu bir tür hiyerarşi haline de gelmiş ki bunda da anlaşılır bir durum var. Osmanlı hiyerarşik olduğu için ve Ermeniler daha aşağıda olduğu için, modernleşmeyle birlikte, kafalarında kendilerini daha yukarıya çeken bir hiyerarşi kurdular. Daha önce de söylemiş olduğum gibi, biz İslami kesimi aşağıladık. Bu doğal olarak ortaya çıkmış olan bir şey, insanların teke tek, bire bir aşağılanmasıyla ilgili bir şey değil. Kendimizi korumak üzere de yapmış olduğumuz bir şeydi bu. Bir şekilde kendimize ayrıcalık veren, ‘;biz daha moderniz, daha çağdaşız’ demenin aracı olarak da kullanıldı bu… Tüm bunların zemininde de, ister Yahudi, ister Hristiyan olsun, gayrimüslimlerin Batı tipi sekülarizasyonla daha sıcak ilişki kurabilmesi, ona daha adapte olabilme meselesi vardı. Modernliğin temeli de zaten bu topraklarda böyle anlaşıldı. O zaman da, siz kendinizi laikliğin bir parçası olarak tanımlarsanız, laikliğin bir parçası olarak görürseniz, kaçınılmaz olarak biraz da Kemalizm’den etkilenmişseniz, Müslümanları bizatihi anti-laik potansiyel taşıyan unsurlar olarak görürsünüz. O noktadan sonra da, bu, daha önceki, Osmanlıdan gelen aşağılama dili ile birleşir. AK Parti’de yine bir şekilde cisimleşir. Hele o AK Parti’nin başına Tayyip Erdoğan gelirse ve Tayyip Erdoğan’ın söylemi bir tür kendine yönelik bir özgüven kabarması olarak dışarıya yansırsa, bu da birçok insanı irite ederse ki buda anlaşılır bir durum, o zaman giderek o Tayyip Erdoğan sembolü üzerinden, hakikaten o aşağılama dili dediğimiz şeyin nesnellik kazanması söz konusu olabiliyor. Ve şu anda gayrimüslimlerin esas sıkıntısı bu. Yani gayrimüslim kesim kendisinden hareketle kamusal alana çıkmayı henüz beceremiyor. Şu anda merkezdeki genel politikanın içerisinde savruluyor. Öte yandan şu da var: Kendisinden hareketle kamusal alana çıkmak şeffaflık ister. Bu da Fetullah Gülen cemaatinin sorunuyla aynı sorundur. Siz kendi içinizde şeffaflaşamazsanız, başkası sizi şeffaflaştırır ve o hiçbir zaman doğru şeffaflaştırma olmaz. Sizi muhakkak bir miktar çarpıtarak şeffaflaştırır, çünkü algısı öyledir. 
Dolayısıyla, Ermeni cemaati de, şu anda hem potansiyeli genişleyen, hem de o potansiyeli kullanamayıp kendi yerinde sayan bir görünüm arz ediyor. Bu diğer cemaatler için de geçerli. Tabii Rum cemaati çok küçük olduğu için belki farklı ele alınması gerekiyor, ama Yahudi ve Ermeni cemaatlerinin, tabiri caizse, toplumsal anlamda biraz akılsızca davrandığını düşünüyorum. 

Türkiye Ermenistan ilişkileri meselesini de toparlayacak biçimde şunu sormak isterim: Sizce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Nisan2015’te, Ermeni mevkidaşı Serj Sarkisyan’ın davetine icabet ederek Erivan’a gitme ihtimali var mı? Bu anlamda reel bir perspektif olabilir mi? 
İhtimal diye sorarsak, ihtimal her zaman vardır. Bu ancak Nisan başında belli olabilecek bir şeydir. Ve her ikisi de olabilir. Genel olarak baktığım zaman, gitmeme ihtimali daha yüksektir, açıkçası tabii ki böyledir. Bunun olabilmesi için epeyce bariyerlerin kırılması lazım ve bunların birçoğunun da Ermeniler tarafından kırılması lazım. Yani hiç de ummayacağımız şekilde, karşılıklı jestlerle pembe bir dünya oluşursa, ancak ondan sonra böyle bir jest olabilir. Ama o jestler olur mu? Ermenistan ve genelde Ermeniler buna hazır mı? Hele 1915’in yüzüncü yılında böyle şeyler yaparlar mı? Gerçekçi olarak ben sanmıyorum, ama ihtimal yok da demem, bana pek gerçekçi gözükmese de. Ancak o dediğim koşullarda böyle bir gidiş olabilir. Ama kategorik olarak ‘;gitmem’ deneceğini sanmıyorum. 

Yani siz 2015’in ortamının Türkiye Ermenistan normalleşmesini tetikleyebileceğini düşünmüyorsunuz? 
Düşünmüyorum. Açıkçası ben o ilginç yılın 2016 olabileceğini düşünüyorum. Yani 2015 biraz gaz atma yılı. Herkesin kendi kimliği etrafında biraz dans edeceği gözüküyor. Bence Türkiye de bunu seyredip korkacaktır. 

Korkacak mı, yoksa korkuyor gibi mi görünecek? 
Hayır, şöyle, adım atmaktan korkacak. O anlamda, yoksa başka bir şeyden değil, bir şey olmayacak. Ama adım atmak istemesine rağmen, o adımı atmaktan çekinecek. Çünkü o adımın nasıl kullanılabileceğini bilemeyecek, suistimal risklerini hesaplayamayacak. Kendi tabanında nasıl anlaşılacağını bilemeyecek. Yani şuna geliyorum: 
Ermeniler tarihsel olarak haklı olabilirler, mağdur olabilirler, ama doğru siyaset üretmek zorundalar, bugün Türkiye’yi belli bir noktaya getirmek için. Siyasetsiz, sadece haklı ve mağdur olma söylemini tekrarlayarak Türkiye’ye adım attırmak çok kolay gözükmüyor. 

Bu göreve atanmanız Ermeni dünyasında bazı çevreler tarafından siyasi bir oyun olarak algılandı. Ne dersiniz bu konuda? 
İnsanlar Türkiye’yi tanımıyorlar, bu da çok doğal. Böyle bakmalarını hiç yadırgamıyorum, çünkü onların dünyası böyle zaten. Onların dünyası, her atılan adımın bir siyasi hesap ve amaçla atılması gerektiği ve bu hesabın da onların kendi kafalarındaki hesap olması gerektiği şeklinde. Yani Ahmet Davutoğlu’nun kafasında bambaşka bir hesap olabileceğini hiç düşünmüyorlar. Onlar Ahmet Davutoğlu’nun sadece bir Türk olduğunu düşünüyorlar ve Türk olduğuna göre de mutlaka kendi varsaydıkları şekilde düşünebileceğini öngörüyorlar. 
Daha da genişletirsek şöyle bir problem var Ermenilerde, Kürtlerde de böyle bir problem var, belki bütün azınlıklarda davar. Bütün dünyanın kendi meseleleri etrafında döndüğünü sanan insanlar… Yani, sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı her kararda, esas olarak Ermeniler karşısında ne yapacağını düşünerek, o kararı aldığını düşünüyorlar. Şunu söyleyeyim. Ermeni meselesi Türkiye’nin orta boy meselelerinden bir tanesi. Hiçbir şekilde acil bir meselesi değil, ilk üç sıraya girmez. Ve şu anda Türkiye o ilk üç sırayla uğraşacak. Dolayısıyla benim çok fazla Ermeni meselesi bağlamında bir şey yapacağımı tahmin etmiyorum. Yani o önümüze geldiği zaman tabii ki yapacağım, ama onun önümüze gelmesi biraz Türkiye’nin ana meselelerindeki gelişme halinde mümkün olur. Aksi nasıl olur? Ermeni toplumu, Ermenistan ve diaspora, öyle farklı bir siyaset ortaya koyar ki Türkiye cevap vermek zorunda kalır. Ve bu tabii ki tehdit siyaseti olmaz. Tehdit siyasetine karşı hiçbir şekilde cevap vermesi gerekmiyor. Ama eğer Ermeniler tehdit siyasetinin dışında bir siyaset üretebilirse, Türkiye şu andaki vicdan baskısıyla, yeni tarihsel retorik inşası dönemiyle ve tüm kurumsal yapının yeniden inşası meselesiyle karşı karşıyayken, hatta şunu bile düşünebilir: Ermeni meselesinde adım atmak devleti dönüştürmenin aracıdır. Aynen Kürt meselesindeki çözüm süreci gibi… Ermeni meselesinde bir çözüm süreci başlatılabilir ve birkaç yıl içinde olay tümüyle bitebilir. Ama bu bir partner, bir muhatap istiyor. Birlikte geleceğe bakan, birlikte düşünebilen, birlikte dünya kuran bir muhatap olabilmesi lazım. Geleceğe dair bir mesajınız yoksa, geçmişe dair bir şey beklemeyin. Bu, benim Ermenilere mesajımdır. 

Türkiye’de, Ermeni cemaatinde, genelde kamuoyunda kendi arasından öne çıkan insanlar olmadığı yada olamadığı için burukluk yaşanırdı. Şimdilerde bazı örnekler görülmeye başlandı. Ancak bu kez de, Türk siyasetinde farklı yerlerde duran o insanlar arasında zaman zaman yükselen tansiyon üzüntü hatta şaşkınlık vesilesi olabiliyor. Bu tip durumlar, Ermeni diasporasının başka topluluklarında da görülebiliyor. Siz de, bu bağlamda, çeşitli vesilelerle eleştiriler alıyorsunuz. Nedir bu konudaki yaklaşımınız? 
Bu ‘kol kırılır yen içerisinde kalır’ mantığı, ‘birlik, bütünlük olsun, tek ses olunsun, herkes anlaşsın, bir Ermeni cemaati olarak ortaya çıkalım’ mantığı çok gerçekçi değil. Bugünün dünyasında artık mümkün de değil. Yani o bir dönem mümkündü, ama o dönemde de belirli bir devlet mantığı olduğu için işlevseldi. Modern yada gerçekten Batılı bir devlette olsak, gerçekten zaten yine olmayacaktı. Şimdiki noktadan sonra artık bir geri dönüş olabileceğini de pek sanmıyorum. İnsanların bu yeni duruma alışması gerekiyor. Kendi konumlarına göre, kendi bakış tarzlarına göre, kendi siyasi seslerini yükseltmeleri lazım. Başkalarını referans almamak lazım. Başkalarının varlığından da çok etkilenmemek lazım. Şöyle bir şey daha var: Ermeni cemaatinin içerisinden çıkan aydınların sesi belirleyici değil ve olmaması da gerekiyor. Yani onlar toplumdaki insanların fikrini değiştirebilirler, etkileyebilirler. Etkiledikleri kadar etkilesinler. 
Öte yandan cemaatin bir kurumsal yapısı var. Bu kurumsal yapı içerisinde güç var, nüfuz var; kullanılıyor. Yardımlar yapılıyor, paralar gelip gidiyor, birtakım olaylar oluyor. Bunları yöneten insanlar var. Bu yöneten insanların, cemaat adına, daha bire bir kaygıları, düşünceleri, sorumlulukları var ve olması da lazım tabii ki. Dolayısıyla da, eğer bir siyaset üretilecekse, oradan üretilmesi lazım. O insanların sesinin daha çok çıkması lazım. Ve eğer orada ortak bir ses üretilebilirse, bu tabii ki çok iyi olur. Yani Türkiye’ye bir sürü çelişkili ses vermekten daha iyidir. Ama onun dışında tek tek insanların siyasi bir pozisyon almasının hiçbir mahsuru olduğunu düşünmüyorum. Çok önemli değil bunlar. Bugün Ermenilerin esas olarak düşünmesi gereken şey, Ermeniler için sorumluluk taşıyan insanların esas olarak düşünmesi gereken şey, şu ya da bu aydının ne söylediği meselesi değil. 

Daha önceki görüşmelerimizin tümünde, Ermenilerin geleceğini güvence altına alabilecek olan temel değerin dil olduğunu söylemiştiniz. Bu gerçeğin, Ermeniceyi kullanmamanıza rağmen, sizin seviyenizde bir entelektüel tarafından görülmesi ayrıca önem arz ediyordu şüphesiz. Bugün cemaatin içerisinde bir kan kaybı var. Dil sorunu gittikçe ağırlaşıyor. Aynı zamanda, kamusal alana açılma süreci de, bu dil muhafazası sorununda yeni açmazlar yaratıyor. Diğer bir durum da şöyle: Ermeni meselesi konusunda medya resmi söylemi oldukça sorguluyor, alternatif bakışı göz ardı etmiyor, ama toplumsal zeminde baktığınızda, birkaç bin yıllık yazılı kültürü olan Ermeniler birkaç mezeyle özdeş durumda kalabiliyor. Bu ‘light’ kimlik ortamında dil sorunu geri dönülmez bir noktaya sürükleniyor. Bu denklemi nasıl değerlendirirsiniz? 
Şimdi bir kere hepimizi aşan bir olay var. Küresel bir dünya var ve o da kültürlerin standardizasyonu anlamına geliyor. Bu bizim aleyhimize gelişiyor. Şu anda, Fransızcanın bile korunabilmesi için Fransız hükümeti tarafından önlemler alınıyor. Bu gerçek bir mesele. Zira bütün bir yeni teknoloji İngilizce üzerinden yürüyor. İngilizce dünyanın dili olmaya doğru gidiyor ve bunun engellenmesi mümkün değil. Bu aynı zamanda şunu da söylüyor: İngilizce bilmeyen bir Ermeni Ermeniceyi de konuşamayacak. Çünkü İngilizce bilen o sahanın içerisinde olabilecek ve o sahanın içerisine girebildiğinde, iki dili de konuşabilme şansını yakalayacak. O sahaya eğer hiç girmezseniz zaten küçük bir dünyada kalacaksınız. Bir kere bu var, ama aynı zamanda küresel dünya, bütün bu kültürel standardizasyonun yanında, tek tek kültürleri de evrenselleştirme yeteneğine sahip. Bugün Peru’nun bir dağındaki kabilelerden birinin yaptığı bir seramik parçası, bir anda tüm dünyanın görebildiği bir fotoğraf olarak sunulabiliyor. Oradan hareketle insanlar o kültüre merak duyuyor; o kültürün, seramiğin üzerindeki harflerinin hangi harflere tekabül ettiğini vs. sorguluyor. Böylesi bir merak teşvik eden ve tek tek kültürel hazneleri globalleştiren bir dünya bu. Dolayısıyla, amiyane tabirle, eğer satacak malınız varsa, o pazarda yeriniz var demektir. Satılacak olan mal kültürdür, hele Ermeniler için kesinlikle kültürdür. 
Benim Ermeni olmaktan en fazla gurur duyduğum şey, çok uzun yüzyıllar devletsiz yaşayabilmiş olmaktır. Çünkü benim dünyamda bir devlete mecbur olmak, devletsiz yaşayamamak bir zaaf anlamına geliyor. Ermeniler, kabaca söylüyorum, binyıl kendi devletleri olmamasına rağmen ayakta kalabilmişler. Nasıl kalmışlar? Kültürleriyle kalabilmişler. Yani, kendisini idame ettiren, yeniden yaratan, ayakta tutan, canlı tutan, davet eden bir kültürdür bu ve bu kültürün ana malzemesi de dildir. O yüzden de mesele sadece dil öğrenmek de değil. Bu dil üzerinden edebiyatçı üretmek, sinemacı üretmek, şair üretmek, vs… Durumu sadece dil öğrenmek ve onu gündelik olarak kullanmak bakımından algılarsak, o zaman Ermenice ölür. Ama eğer hakikaten dünyaya sunulacak bir tarafı varsa, eğer ileride Ermeni bir hikayeci, bir romancı Nobel alabilecekse, o zaman Ermenice öğrenmek isteyen insanlar da çok daha fazla olacaktır. Ermenicenin kendisine has güzelliğini anlamaya çalışmak için, ona nüfuz edebilmek için, ona ilgi duyanlar da artacaktır. Ve bunların birçoğu da zaten Ermeni olacaktır. En azından genç nesilleri çekecektir oraya doğru, insanlar gurur duyacaktır. Bu, o dilin sahibi olmaktan gelen bir gurur olacaktır. Ermenicenin ve benzer durumdaki başka dillerin çıkış yolu, onların üzerinden bir kültürel atılım aranmasıdır; mesele bu.

Yorumlar kapatıldı.