İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

3 Bin Yıllık Ulusları İmha Edip ‘Kurtuluş Savaşı’ Yalanını Uydurdular

Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz
Resmi tarihin sayfaları 1923 yılında yeni cumhuriyetin, “vatan” için verilen şehitler bedeli, “yedi düvele” karşı yürütülen bir “ulusal kurtuluş savaşı” verilerek kurulduğunu anlatır. Ne “kahramanlıklar” yaşanmıştır, “vatan” sevgisiyle, darmadağın olmuş Osmanlı’nın tüm kurumlarına rağmen, “halk” olağanüstü bir direniş göstermiş ve “vatan topraklarını” düşmanlardan kurtarmıştır.

Öncelikle bu “vatan” toprakları coğrafi olarak neresidir?
Örneğin 1912 Balkan Savaşı’nın ardından Balkanlarda büyük bir toprak parçası kaybetmiştir Osmanlı. Ve daha öncesinde Arap yarımadasındaki, Afrika’daki, kuzey cephesinde Kafkaslardaki birçok toprak parçası artık Osmanlı toprağı değildir.
Yani savaşlar sonunda elde kalan son toprak parçası kutsal “vatan” toprakları olarak kabul edilmiştir. Sonuç itibariyle vatan toprağı diye adlandırılan coğrafya, savaşlar sonunda kaybedilenler değil, elde kalandır.
Bir mecburiyet sonucu çizilen bu “vatan” topraklarına kutsallık sağlayan ise resmi tarihe göre uğruna ödenen bedellerdir.
Oysa Balkan Savaşları’nda, sonrasında 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yüz binlerce Osmanlı askeri hayatını kaybederken, bu “kutsal vatan” toprakları için “yedi düvele” karşı yürütüldüğü iddia edilen “kurtuluş savaşında” kaybedilen asker sayısı 10 bini geçmez. (Kimi kaynaklarda 40 bine kadar çıkartılır bu rakam)…
Dahası, Anadolu’ya giren Yunan ordusuyla yürütülen savaşın büyük bir bölümü çeteler tarafından sürdürülmüş, müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin Kemalistlere destek vermesini sağlayan ise vatan sevgisi değil, Ermeni Soykırımı ardından gasp edilen mal ve mülkü koruma derdidir.
Sevr’in hayata geçmesi halinde Ermenilerin devlet kurması ve Yunanların Anadolu’ya girmesi gündeme geleceğinden, eşraf ve ayanı (büyük toprak sahipleri, yerel tüccarlar, ileri gelenler) bir telaş sarmıştır. Öyle ya katledip mallarını mülklerini gasp ettikleri Ermeniler, geri gelmeleri halinde hem hesap soracak, hem de mallarını ve mülklerini geri alacaktır. İşte eşraf ve ayanın Kemalistlerin yanında olma gerekçeleri budur. Onların vatanı, gasp ettikleri malları, mülkleri ve telaşa düştükleri canlarıdır.
Kısacası yeni koşullar altında istedikleri tek şey vardır; Ermenilerin geri dönmesinin engellenmesi.
Resmi tarihin beyler, hocalar sıfatıyla sıraladığı, haklarında şiirler, destanlar yazdığı “kurtuluş savaşı” kahramanları işte bu zevattır.
1. EMPERYALİST PAYLAŞIM SAVAŞI TÜRKİYE AÇISINDAN 1914′TE BAŞLAMIŞ, 1923′TE TAMAMLANMIŞTIR
1.Paylaşım Savaşı, tarih sayfalarında 1914’te başlayıp 1918′de bitmiştir diye yazılır. Ancak Türkiye açısından bu süreç 1923 yılında tamamlanır. 1918 Mondros Mütarekesi, ardından Sevr ile İtilaf devletleri Anadolu’ya girer ve Lozan’a kadar yaşanan küçük çaplı çatışmaların ardından aslolarak yaşanan diplomatik bir tartışma süreciyle 1. Paylaşım Savaşı, Osmanlı ve yeni adıyla Türkiye için de son bulur…
Tarih Anadolu’ya egemen olanlarca baştan aşağıya yanlış yazılır, Kurtuluş Savaşı diye adlandırdıkları süreç de 1923 devrimi de kocaman bir yalandır.
Evet, Osmanlı’nın son dönemlerinde gerçekleşen bir burjuva devrimi vardır. Bu, 1908 Burjuva Devrimi’dir. Osmanlı (yeni adıyla Türkiye) kapitalist bir devlet olma yolunda geri dönüşü olmayan bir eşik atlar ve bu devrim aşağıdan müdahalenin ürünüdür. Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Türkler bu devrimi birlikte gerçekleştirirler; demokratik ve kapsayıcıdır.
İttihat ve Terakki liderliğindeki bu yeni rejim, devrimin yapılmasında önemli roller üstlenen Türk olmayan kesimlere kısa sürede sırtını döner ve 1913′ten itibaren diktatörlüğe dönüşür,  Osmanlı “dünya savaşı” katliamına ortak edilir. Savaştan zaferle çıkan güçler, dünyayı paylaşmaya girişirler. Anadolu’nun İngiltere sponsorluğundaki Yunanistan tarafından işgal edilmesi de bu sürecin bir parçasıdır.
Ancak yaşanan kesinlikle bir “Kurtuluş Savaşı” değildir. Eğer imparatorluk içinde bir ulusun kopma mücadelesi olsaydı, belki o zaman bir ulusal kurtuluştan söz edilebilirdi. Ancak böyle bir durum söz konusu değildir.
İmparatorluğun son unsuru olan kesim, imparatorluktan kopamaz ancak onu ‘dönüştürebilirdi’. Üstelik böyle bir durum söz konusu olsaydı, yıllar öncesinden oluşagelen bir ulusal bağımsızlık ideolojisi ve hareketin var olması gerekirdi. Böylesi bir ideoloji ve hareketin var olmadığı bir ortamda akla gelen ilk soru ‘kime karşı kurtuluş Mücadelesi’dir.
Hareketi yürüten kadrolar, birkaç eksiğiyle İttihatçı kadrolardı. Bunların hepsi Osmanlı bürokratlarıydı ve İstanbul’dan tayin edilmişlerdi. Damat Ferit hükümeti dışındaki tüm hükümetlerce de desteklenmişlerdi. Öte yandan bu “kurtuluş savaşı” adı verilen süreçte Osmanlı zihniyetinin zayıflaması değil, güçlenmesi söz konusu idi.
Özetle resmi tarihte “kurtuluş savaşı” olarak adlandırılan bu süreç aslında 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın diplomatik düzeyde devam ettirilmesi, Yunan ordusuyla yaşanan sıcak savaş ve Osmanlı bürokrasisi içindeki hesaplaşmaydı. Üstelik başlangıçta hilafet ve saltanatı kurtarmayı amaçlayan hareketin hilafet ve saltanatın kurtarılması için de önünde iki engel vardı: Rumluk ve Ermenilik.
Ermeni Soykırımı ile Ermenilerden kurculunmuş olsa da, Sevr ile Ermenilerin yeni bir devlet kurmak üzere geri gelmeleri söz konusudur.
Bunun bir emperyalist dayatma olarak önlerinde durduğu çok açıktır ancak Osmanlı da mağlup olan karşı emperyalist cephededir ve savaşın sonucunda galip gelineceği umutları taşınmıştır.
ERMENİLERİN TALEPLERİ MEŞRUDUR
Öte yandan Ermeniler tehcire ve ardından büyük bir soykırıma uğratılmış, 1,5 milyon insan katledilmiş, mallarına, mülklerine el konulmuştur. Ermenilerin devlet talebi de, mallarını ve mülklerini geri isteme talebi de meşrudur. Emperyalistlerin dayatması denilerek, bu meşru talepleri ve haklarını yok saymak, ancak gaspçı zihniyetin hesap verme korkusundan kaynaklanmaktadır.
KAYBEDİLENLER… ASURÎ/NASTURİ/SÜRYANİLER
Bu arada aynı tarihler içerisinde tehcir edilen ve katledilen Ermenilerin yanı sıra diğer Hristiyan uluslardan Süryani ve Aramiler de payını aldı.
“Kurbanların sayısını tam olarak saptamak mümkün değil. Keldaniler hariç, katledilen Asur sayısı daha başından itibaren tartışmalıydı. Rudolf Strothmann kendine ulaşan verilere dayanarak konuya ilişkin şu açıklamayı yapıyor:
‘Asurlar 1915’ten bu yana 200 bin kurban verdikleri iddiasına dayanarak, taleplerinin dikkate alınmasını istiyorlar. Ulusal hükümetler ise çok cüzi rakamlar vererek, ciddi bir azınlık sorununun varlığını inkâr ediyorlar. Nasıl hesaplanırsa hesaplansın, kurban sayısı 100 bin ila 200 bin arasındadır.’
Gabriele Yonan1915/16 yıllarında Hakkâri dağlık kesimlerinde öldürülenlerin sayısını 20 ila 30 bin, Musul ve Dicle bölgesindekilerin sayısını ise 45 bin olarak veriyor. 1915 yılının sonbaharının son yıllarına kadarki mülteci sayısın 29 bin 512 olarak kaydediyor. Ayrı ayrı dönemlere ve tek tek olaylara ilişkin rakamlar veren Dietmar Winkler ise Asur / Nasturi / Doğu Süryanileri kapsayan toplam sayıyı dolaylı olarak ortaya koymuş oluyor:
‘1. Dünya Savaşı öncesi 150 bin olan sayının yaklaşık 70 bini Urmiyeyi terk edebildi, bunların da ancak 50 bini Mezopotamya’ya, İngilizlerin yanına geçebildi. Kurbanlar arasında metropolit, iki patrik, çok sayıda piskopos ve papazların büyük bir bölümü vardı.’
Winkler’in düşük, Stohmann’ın orta derecede ve Asur Keldani delegasyonunun Paris Barış Konferansı’nda verdikleri 250 bin ölü sayısı, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen (Winkler’in düşük rakamlarına, Keldani, Protestan ve Ortodoks kurbanların sayısını da eklemek gerekiyor) kurban sayısının aslında hayli önemli boyutta olduğunu gösteriyor.” (1)
İKİNCİ SOYKIRIMI RUMLARA KARŞI DÜZENLENDİ
Öte yandan ikinci ve en önemli engel ise Rumlar; özellikle de Karadeniz’deki Pontos/Pontus Rumlarıdır. (Karadeniz’de, Ermeni Soykırımı’nın ardından sıranın kendilerine geleceğini bilen Rumlar, daha 1916 yılından itibaren kendilerine yönelen katliam ve saldırı girişimlerini engellemek için örgütlenmeye başlamış ve bağımsızlık talep etmişlerdi. Ancak kendi içlerinde merkezi bir örgütlenme sağlayamayan ve kendine güvensiz bu hareket, emperyalist politikalar gereği yalnız kalacak ve Ermenilerden sonra ikinci bir soykırıma uğrayacaktır)
Bu noktada da, Kemalistler Karadeniz’deki çeteler aracılığıyla Pontos/Pontus Rumlarına yönelecek ve bu ikinci önemli engeli de ortadan kaldıracaktır.
19 Mayıs 1919 tarihi Karadeniz halkları açısından yeni bir tarihin başlangıcıdır. Bu tarihe kadar İttihat ve Terakki’nin 1915’te Ermeni Soykırımı ile başlayan ”Anadolu’yu Müslüman olmayanlardan temizleme operasyonu”nun Pontos Rumlarına karşı da bu kez daha ”deneyimli” olarak devam edeceğinin yani ”ikinci etap”ın başladığı tarihtir.
–353 bin Pontoslu Rum, 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal’in emriyle
-Ölüm yürüyüşlerinde
-Mustafa Kemal’in sadık katilleri Topal Osman, İpsiz Recep gibilerinin oluşturduğu çetelerin işkence, ev ve köy yakmalarıyla
-Gemi kazanlarında diri diri yakılarak
-İstiklal Mahkemeleri’nin idam kararlarıyla katledildi.
–1 milyon 250 bin Pontoslu Rum 1923 Lozan Mübadele Anlaşması ile Anadolu’dan sürgün edildi.
–Bütün Karadeniz’de 1920′lerin başından itibaren hızla asimilasyon politikaları hayata geçirildi.
–Geride kalan Rumlar zorla Müslümanlaştırıldı/Türkîleştirildi, daha önce Müslümanlaştırılanlar da Türkîleştirildi.
–1921′de Mustafa Suphi ve yoldaşları yine Mustafa Kemal’in emriyle boğdurularak katledildi.
–Lazlara, Gürcülere ve Ermenilere (Müslüman Ermeniler/ Hemşinliler) Türkçe öğrenmeleri dayatıldı, şarkı sözleri, öyküleri, fıkraları Türkçeleştirildi. Türkçe dışındaki bütün diller yasaklandı.
– Şehir, kasaba ve köy isimleri değiştirildi, Türkçe isimler verildi.
–Her kesimden muhalifler istisnasız imha edildiler…
Bürokrasi içindeki hesaplaşma da, başlangıçta hilafet ve saltanatı kurtarma hedefini bırakıp hilafet ve saltanatın tasfiyesi ile sonuçlandı.
OSMANLI BÜROKRASİSİNİN ”MİLLİ BURJUVA” YARATMA MACERASI
Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist ilişkiler içerisine dâhil olmasıyla beraber, bu ilişkileri ekonomik alanda yürüten komprador burjuvaziyi esas olarak Rum, Ermeni ve Yahudi uluslarından kesimler oluşturmaktadır. Bu ise Müslüman ve Türk mülk sahibi sınıfların zaman içinde statü ve güçlerini yitirmesine yol açtığı ölçüde, Müslüman (Türk, Kürt, Arnavut vb.) milliyetlerle diğerleri arasında artan gerginlik ve çatışmaları doğuran başlıca neden olmuştur.
Ayrıca merkezi devlet bürokrasisiyle azınlıklara mensup bu kesimler arasındaki ilişki de baştan beri mesafeli bir ilişkidir.
“Özelikle 1908 devriminden itibaren, yaklaşık 1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar olan dönemde, siyasal planda İttihat ve Terakki partisi altında örgütlü bulunan modern bürokrasinin siyasal temsilini elde etmek için epey çalıştığı söylenebilir. Hatta Müslüman milliyetlerin geri itilmesi pahasına bu yıllarda geliştirilen ‘Osmanlı Milliyetçiliği’ ideolojisinin temelinde bu kaygının yattığını söylemek abartma olmaz” (2)
“Özellikle savaş yıllarında hız kazanan Müslüman Türk ve kaderini onlarla birleştiren Yahudi tüccarlardan ve esnaftan, hatta bizzat merkezi devlet bürokrasisine mensup mülk sahibi kesimlerden ”milli burjuvazi” oluşturma süreci, İttihat ve Terakki’nin ulaşabildiği taşra kent ve kasabalarda esas olarak ticaret ve bankacılık alanlarında anonim şirketler, kooperatifler, banka ve acentelikler oluşturma furyası biçimini almıştır.” (3)
İşte 1913′ten itibaren “Türk Milliyetçiliği” biçimine dönüşen, daha doğrusu netleşen İttihat ve Terakki ideolojisinin asıl dayanak noktası burasıdır. Ki bu ideoloji önce İttihat ve Terakki ardından da Kemalistlerce de savunulacak ve ulusal örgütlemeye evrilmiş Ermeni ve Rumların imhasına bu nedenle yönelecektir.
ANTİEMPERYALİST BİR SAVAŞ OLMAMIŞTIR
Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, 1. Paylaşım Savaşı’nın bir Türk – Yunan savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlara destek vermelerine rağmen, İngiliz emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda, bu desteğin 1921′den itibaren çekilmesini gerektirdi. Artık bundan sonra İngiltere’nin temel siyaseti, Doğu’da Bolşevizm’in yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktıktan sonraysa Yunanların Anadolu’da barınma şansı yoktu.
İsmet İnönü Cumhuriyet’in ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte:
“İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur” (4) der.
“Güçlü yönetimi merkeziyetçi temellere oturtmuş bir Türkiye, Avrupa kapitalizminin planlarını gerçekleştirme konusunda ihtiyaç olan her türlü savunma görevini üzerine getirecektir” (5)
Yani İngiliz ve diğer İtilaf devletlerine karşı bir kurtuluş savaşı verildiği bir uydurmadır. Yanında (Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere) ittifak devletleri varken yenik düşen imparatorluğun bir başına bunların tamamıyla başa çıkması o günün koşullarında mümkün değildi.
”Yedi düvelle savaş” bir masaldır. Zaten emperyalistler Anadolu’ya yerleşmek niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler.
Çekilirken de Fransızlar Türklere, Yunanlara karşı kullanacakları silahları sattılar. Bazı Fransız subayların kurtuluş savaşı ordusu saflarında savaştığı dahi rivayet edilir. İtalyanlar da kendi bölgelerindeki silah depolarını açarak, Kuvveyi Milliye’ye yardım ediyorlardı.
Kazım Karabekir’in şu sözleri de çarpıcıdır:
“… İtilaf kuvvetlerinden korkmayınız. Daha geçen hafta Londra’dan memleketimize gönderilmek istenen alaylar, biz gitmeyiz diye silah çatılarını bırakıp sıvıştılar. İtilaf milletleri harbi umumiden o kadar yorgun çıktılar ki, memleketimizde tek bir nefer bile öldürmeye razı değiller. Karşımızda Rum ve Ermeni’den başka kimseyi görmeyeceğiz. İstanbul’da İtilaf Kuvvetleri bostan korkuluğundan başka bir şey değildir” (6)
Doğan Avcıoğlu’nun ‘Milli Kurtuluş Tarihi’ adlı kitabının bölümlerinden biri;
‘Emperyalistlere karşı çıkmadan anti-emperyalist savaş’ başlığı taşıyor(!) Doğan Avcıoğlu’nun buradaki amacı milli hareketin lideri olan Mustafa Kemal’i yüceltmektir. Öyle bir deha ki; emperyalist devletleri atlayarak bir başına anti-emperyalist bir savaş veriyor(!) Emperyalist devletlere karşı olmadan anti-emperyalist bir savaş olanaklı mıdır? Tabi ki değildir ama Avcıoğlu, Rum ve Ermenilere karşı dememek için böyle bir ifade kullanıyor…
Mustafa Kemal: O halde kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı, önce İtilaf Devletleri’ne karşı düşmanca tavır alınmayacaktı; sonra da padişah ve halifeye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı. (7)
 1923′TEN SONRA ÜRETİM İLİŞKİLERİNDE BİR DEĞİŞİKLİK OLMAMIŞTIR
Stefanos Yerasimos, emperyalizmin 2.Paylaşım savaşından sonra ‘tekrar geri geldiğini’ yazıyor. Emperyalizmin geri gelmesi için önce kovulması gerekir. Eğer emperyalizmle bütünleşmeyi sağlayan üretim ilişkileri ise o zaman sözde kurtuluş savaşı ve sonrası dönemde hangi dönüşümlerin ortaya çıktığını ve 2. Paylaşım Savaşı sonrasında da hangi değişiklikler yüzünden emperyalizmin geri geldiğini açıklığa kavuşturmak gerekir. Aslında 1920 ve 1930’lu yıllarda emperyalizmle ilişkiler olduğu gibi kalmıştı. Emperyalizmin yapısal bunalımı ilişkilerin yoğunluğunu azalttığı için, sanki emperyalizmden kopulmuş, bu da kurtuluş savaşı ile gerçekleştirilmiş gibi bir izlenim yaratılmıştır.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında uluslararası kapitalizm yeniden bir yükselme dönemine girdiğinde, ilişkiler normal olarak rayına oturmuştur. Bu nedenle yapısal krizin yarattığı “kopukluğu” başkalarının marifeti gibi saymak inandırıcı olmaz. “Cumhuriyet’le beraber üretim ilişkilerine dokunulmamıştır. Komprador burjuvazinin işlevini, Rum ve Ermenilerden ‘Müslüman tüccara’ aktarmak dışında yapısal nitelikte hiçbir dönüşüm söz konusu olmamıştır. İzmir İktisat Kongresi’nde milli ekonomi yaratma iradesi olarak ifade edilen ekonomi politikası Osmanlı zamanında Batı’ya eklemlenmenin toplumsal dayanağını oluşturan gayrimüslim tüccarların yerini, Müslüman Türk tüccarlara vermek istediğini özetler. Yani Osmanlılar gibi Türkiye’yi de dışarıya bağlamadaki temel rolün ticari sermaye tarafından oynanacağı tartışılmamış, yalnızca bu ticari sermayenin dayanağı iç toplumsal tabakanın Müslüman olmasına karar verilmiştir.” (8)
Yani ne yedi düvele karşı kahramanlık destanlarıyla dolu bir kurtuluş savaşı yaşanmıştır, ne bir antiemperyalist mücadeleden söz edilebilir ne de bir devrimden…
Sonuç olarak 1923’te kurulan Cumhuriyet, esas olarak, İttihat ve Terakki’nin 1908 Devrimi ile oluşturduğu rejimin devamıdır ancak 1908 Devrimi’nin başlangıcında yaşanan demokrasi ve özgürlük ise Kemalist süreçte hiç yaşanmamıştır.
Kaynaklar:
1. (Martin Tamckke Takibat Tehcir ve İmha, Derleyen Tessa Hoffman. Sayfa 154-155)
2. (F.Ahmad; İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, Sayfa 135. Aktaran; Ali Rıza Tura, Kemalist Devlet, Kardelen Yayınları, Sayfa 33)
3. (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Cilt 1, Bilgi Yayınları, 1971, Sayfa 175-180)
4. (Milliyet, 29 Ekim 1973)
5. (Scheidmann, “Milli Mücadele” Sürekli Devrim, Sayı 3, Ekim 1978, sayfa 34)
6. (İstiklal Harbimiz, sayfa 19-20)
7. (Nutuk, Cilt 1)
8. (Nora Şeni, Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayii ve Ereğli Demir-Çelik, Birikim Yayınları, sayfa 34-35)

Yorumlar kapatıldı.