İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dersimliler Ermeni mi?

Ali Rıza Özkan
Ülkemizde kimlik tartışması uzunca bir süredir toplumsal travmaya dönüştü… Halkların karşılıklı etkilenimlerini doğal kabul etmeyen, etnik kökeni bireysel kimliğe baş tacı yapan bir şovenizm, ailesinde Ermeni bir anneannenin varlığını dahi Türk olmamak, ama Ermeni olmak için yeterli sayan akıl ve bilim dışı bir bağnazlığı körüklemeye çalışıyor. Halbuki, halkların akrabalıkları doğal olduğu kadar, özellikle de Anadolu’da tarihsel dayanaklara sahiptir. Dersim’de de Türkmenler, Kürtler, Zazalar, Ermeniler birbirleri ile kız alıp vermişler, derin ve kopmaz akrabalıklar kurmuşlardır. Ancak, bu karşılıklı ilişkileri tek yanlı ele alarak, “Dersimli Kızılbaşların “Acaba Ermeni kökenli miyiz?” diye sorması abesle iştigaldir.”

***
Ülkemizde kimlik tartışması uzunca bir süredir toplumsal travmaya dönüştü. Modernizmin olanaklarından yararlanmak isteyen, cumhuriyet devriminin kazançlarının farkında olan ve kimliğini yaşadığı zaman içerisinde tanımlayan geniş bir kesim yanında, varlığını tarihsel kimi dayanaklarla açıklamaya çalışan ve bu nedenle de regresif bir toplumsal travmayı tetikleyen kesim de var.
 “Sanayi sonrası dönem” olarak ifade edilen yaşadığımız zamanda birey aidiyetini kendi kişiliği ile sınırlayabiliyor. Dünyada yer almanın sadece ve tek yönteminin topluluklara üye olmaktan geçeceği “tezi” zorunluluk olmaktan çıkıyor. Geleceğe ait tasarımların yer aldığı sanat eserlerinde tekleşmiş ve toplumsal özelliklerini tamamen yitirmiş bireylerin kahraman rolünü üstlenmesi, metropollerdeki “kim”lik sorgusuna cevap oluyor.
Öte yandan, sanayi öncesi ile sanayileşmiş toplumların ortasında “beynamaz” durumunda kalan bizim gibi ülkelerde ise, “kim”lik, ait olduğumuz topluluğun adına denk geliyor. Toplumsal aidiyetini gösteremeyen bireyin dışlanması ve hatta düşmanlaştırılması sıradan bir alışkanlık! Ancak, bu tepkinin kendi içinde tutarlılığını sorgulamak bir yana, bireysel tanımlamanın toplumsal kimlikler üzerinden geçerli olduğu bir toplumda kriz yaratmanın gene en etkili yolu, toplumsal kimlikler üzerine yaratılan kuşku oluyor. “Dersim” üzerine “yaratılmış duyarlığı” bir de bu açıdan okumakta yarar var diyorum.
Uzunca bir süredir konuya ilişkin düşündüğüm halde, bunları yazıya dökme fırsatını, Erzincan Üniversitesi’nden iki uzman akademisyenin “Dersimliler Ermeni Mi?” kışkırtıcı başlığı ile sundukları çalışmalarını değerlendirerek elde etmiş oluyorum. Abdulkadir Gül ile Ali Rıza Özdemir 16. yüzyıldan 20. yüzyıla nüfus hareketlerini takibe alarak Dersim kimliği hakkında bilimsel bir dayanak yaratmaya kalkışmışlar. Dersim araştırmalarını 11 başlık altında derinleştirmeyi hedefleyen akademisyenlere çokça hararet içeren ancak hamaset duvarından aşamayan bir konu/bölgeye bilimin sakin üslûbuyla girdikleri için teşekkür etmeliyiz.
Dersim nire lo?
Tartışma başlar başlamaz Dersim ismi üzerinden bir saflaşma yaratılmak istendi. Halbuki, Tunceli ismi Cumhuriyet Devrimi’nin en yüksek yasama organı olan TBMM tarafından nasıl yasalaştırıldı ise, Osmanlı Devleti de 1847’de Dersim Sancağı adı altında bir idari teşkilat kurmuştu. Yani, Dersim adı üzerinden bölgesel şovenizm üretenlerin ıskaladığı, kıymetlendirdikleri ismin de coğrafi veya tarihsel bir dayanağı olmaması, ama tersine “Pay-i Taht” tarafından kararlaştırılan bir isim olmasıydı.
Murat ve Peri çaylarının Fırat’la birleştiği batı ekseninden başlayarak kuzeye ve doğuya doğru her iki koldan çevrelenen toprak alanını ifade eden Dersim, M.Ö. 500 yıllarında bütün Küçük Asya’yı egemenliği altına alan Pers Kralı Darius’tan dolayı “Daranis” olarak geçiyordu. Öte yandan 1. Darius’un Bestun mağarasında bulunan kitabelerinde Zuza sözcüğünün geçmesini Zazaların varlığına işaret olarak yorumlayan Nuri Dersimi gibi pek çok iddia sahibi vardı.
Gerçekte ise, Zuza kuruluşu M.Ö. 4000 yılına kadar tarihlenen dünyanın en eski kentlerinden birisiydi. Elam ve Akad uygarlıklarının başkenti konumundaki Zuza yüzlerce yıl Ortadoğu’nun her noktasına ihraç ettiği lüks tüketime dönük ürünleri ile hafızalarda yerini korurken, halen 60 binlik nüfusuyla canlılığını sürdüren dünyanın ender habitat alanlarından birisidir. Bir an için M.S. 1218’de kenti işgal eden Cengiz Han’ın askerlerinin önünden kaçan Zuza’lıların bugün tartıştığımız bölgeye yerleştiğini kabul etsek bile, bu muhteşem uygarlıktan hiçbir işaret, gelenek, destan vs. bulamayışımızı nasıl yorumlayacağız?
Ancak, bölgeye gene Moğol saldırıları nedeniyle bir göç olduğu da doğrudur. Fakat bu yaklaşık 23 yıl sonra 1231’de, Harzemşah devletinin son sultanı Celalettin Harzemşah’ın maiyeti ile birlikte Moğol takibinden kurtulmak için Ovacık’ta bugünkü Torunoba bölgesine sığınması olayıdır. Celalettin Harzemşah Moğolların intikam almasından korkan aşiretler tarafından öldürülse de, maiyetinin bölgeyi terk etmediğini biliyoruz.
Dersimiz Dersim
Öte yandan, Der (kapı) sim (gümüş) tamlaması üzerinden Dersim ismini açıklayarak bölgesel kimliği özgünleştirmeye kalkışan iddialar da var.  Ancak, gene önce Nuri Dersimi’nin ve sonrasında çeşitli derecelerden bölücülerin itibar ettiği bu gerekçe neden 17. Yüzyıldan önce kimsenin bu tanımı kullanmayı akıl edemediği sorusu bir yana, dil açısından da sorunlu. Çünkü, Kürtçe “der” olan kapı, Zazaca “ber” ve gene Kürtçe “zvî” olan gümüş, Zazaca “sêm”. Yani, nerden baksan tutarsızlık!
Dersim üzerinde yürütülen isim tartışmasında akıl dışı bir örnek de Ermeni tarafından geliyor. Türk kanı içmenin ibadet olduğunu düşünen Andranik’in anılarına ve Kevork Halacyan’ın “Dersim Ermenilerinin Etnografyası” gibi tamamen şoven-milliyetçi bir politik hedefin emrinde yazılan eserlere göre bir Ermeni rahibi olan Ter Simon bölgenin Ermeni halkını Müslümanlığa geçerek hayatta kalmaya ikna etmişti. Halkın bu rahibe olan sevgisi bölgeye Dersim isminin verilmesi ile ölümsüzleştirilmişti. Son dönemde örneğin “misyoner etnolog” Hranuş Haratyan gibi sözde akademisyenler tarafından da kullanılan bu hikaye ile aslında kimliksizleşme anaforu yaratılıyordu. Kimlik tartışmasını köken tartışmasına dönüştürerek “hepimiz Ermeni olabiliriz” kuşkusu yaratmak son dönemde Ermeni toplum bilimcilerinin moda çalışmaları arasına girdi.
Halbuki, bu bölgeye özel bir isim verilmesi için herhangi bir neden yoktu. Verimli topraklara ve bol su kaynaklarına sahip olarak bugünkü Çemişgezek ilçesi yüzlerce yıl bölgenin ticari ve siyasi merkezi oldu. Dolayısı ile, bir isim söz konusu ise bu, Çemişgezek beyliği olarak tarihe kaydedilmiştir. Nitekim, Şah İsmail’in Erzincan’daki halifesi Nur Ali Sultan kendilerine katılmaları için davet yaptığında Çemişgezek beyi Hacı Rüstem’in makamını bırakıp Tebriz’e Şah’ın sarayına gittiğini biliyoruz. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran zaferi sonrasında ise, ilk kez Osmanlı idari teşkilatına bağlı Çemişgezek merkezli Mazgirt, Keban, Ovacık, Pülümür, Palu, Hozat, Pertek’i içine alan geniş bir alanda sancak idaresi kurulmuştur. Teşkilatın adı da Çemişgezek Sancağı’dır.
Hacı Rüstem Bey’in oğlu Pîr Hüseyin’in idaresine verilen Çemişgezek Sancağı’nda yoğun katliamlarla Kızılbaşlar ortadan kaldırılmış ya da göçe zorlanmıştır. 1515’den itibaren Anadolu’nun Kızılbaşlar tarafından meskûn tüm yerlerinde olduğu gibi, Keban ile Ovacık, Hozat ile Mazgirt arasında kalan bölgede Kızılbaşlar yoğun olarak Safevi devletine göç etmiş ve bölge Kürtler ve kısmen Sünnileşen Türk aşiretleri ile doldurulmuştur. Örneğin Keban’da 12 olan meskûn köy sayısı 1518 yılına gelindiğinde 6’ya düşmüştür. Kızılbaşların Anadolu’ya tekrar gelmeleri en erken 4. Murad’ın ölümü sonrasına rastlar. Dolayısıyla, “kripto” Kızılbaş Ermeni yaratarak bölgeyi Büyük Ermenistan’a katma hayali boş bir çaba olarak kalıyor. Çünkü Kızılbaş olmak iddianın tarihi olan 17. yüzyılda bölgede bir kişinin hayatını kurtarmak değil, tersine kaybetmek için bir sebep olabilirdi!
Dersim’in Ermenileri
Şimdiki zamanda CHP milletvekili olan Hüseyin Aygün’ün “Dersim 1938 ve Zorunlu İskân” adlı çalışmasında Suat Akgül’den aktardığı ve Jandarma Umum Komutanlığı’nın “Dersim Raporu”nda da sunulduğu şekliyle 1800’lü yılların ortasından itibaren Desimlü aşiretine atıfla Pülümür ile Nazımiye arasındaki bölge Dersim olarak adlandırılmış. Giderek Murat ve Fırat nehirlerinin ortasında kalan tüm bölge Dersim olarak anılmaya başlamıştır. Bu isimlendirme tarihsel-kültürel anlamda ne idari ne de coğrafi bir dayanağa sahiptir. Hatta, Nuri Dersimi 1940’larda Halep’te eserlerini yazarken bile Dersim isminin bölgesel-coğrafi bir tanımlama olarak kullanılması konusunda emin değildir. Dersim Sancağı adı altında ilk idari teşkilatın kuruluş tarihinin 1847 olduğunu göz önüne alırsak, yüzlerce yıllık Dersim tarihinden söz etmenin bilimsel bir dayanağının olamayacağını da kabul etmek durumundayız.
İki nehrin arasında kalan bir bölge olmaktan başkaca ortak yanı olmayan Çemişgezek ve Pertek gibi yerleşim yerlerinde Ermeni nüfus (cemâ’at-ı Erâmine) çoğunluk halinde yaşarken, Pülümür ve Ovacık gibi kuzeyde ise Müslüman konar-göçer topluluklar çoğunluktadır. Elbette, bu noktadan itibaren Müslüman/Hıristiyan tanımlarının dışında Osmanlı döneminde kullanılan kavramların etnik kökenleri vurgulamakta güvenirliği sorgulanmaya başlayacaktır. Nitekim, Abdulkadir Gül ile Ali Rıza Özdemir de “Dersimliler Ermeni mi?” çalışmasında öncelikle bu kavramsal soruna yoğunlaşmışlar.
Müslüman nüfus için kullanılan 4 tanım tespit edilmiş. Ekrâd, Yörük, Türkmen ve Türkmen Ekrâdı. Ancak hristiyanlar için gayrimüslim dışında tanımlama pek kullanılmadığı görülüyor. Yer yer “Erâmine” kullanılsa da, “XIV. Yüzyıl Çemişgezek tahrirlerinde bütün gayrimüslim unsurların “Erâmine” kavramı altında toplandığını da bu noktada vurgulamak gerekmektedir.” (sayfa 33)
Öte yandan, 1893 yılına gelindiğinde etnik kökenleri tespit eden ilk sayımda Dersim Sancağı’nın Çemişgezek kazasında Ermenilerin yanında gayrimüslim topluluk olarak Rum, Protestan ve Süryaniler de tespit edilmiştir. O nedenle, 1523 yılında yapılan tahrirlere bakarak gayrimüslim topluluğu tamamen Ermeni varsaymak doğru olmayacaktır. Protestanları elersek, 1500’lü yıllarda da Rum ve Süryani toplulukların bölgedeki varlığını kabul etmemiz gerekir.
Elbette, tek başına bu bilgiler Dersim nüfusunun kökeni hakkında bilgi vermeye yeterli değildir. Nitekim, Abdulkadir Gül ve Ali Rıza Özdemir de tahrirlerin izini sürerken, aynı zamanda aşiret ve cemaatleri köy, nahiye ve kazalardan takip ederek şu ana kadar Dersim bölgesi hakkındaki en kapsamlı nüfus analizini gerçekleştirmişler. 500 yılı aşan bir süreyi kapsayan bu nüfus coğrafyası çalışmasının bence en çarpıcı yanı, hurafe ve söylentiler üzerinden güncel politikalara etki etmek isteyen “toplum mühendisleri”nin önüne karşı konulamaz bilgi ve belgeler sunmasıdır.
Dersimliler Ermeni mi?
Küçük ulusların zaman/mekan uzamında gerçek dışı hayallere kapılmaları büyük travmalara neden olmaktadır. Büyük Ermenistan ve Büyük Yunanistan bu türden hayallerdir. Resmiyette Anadolu’daki 1000 yıllık Türk varlığını yok ederek yerine gerçekleşmesi imkânsız bir büyük devlet kurma hayali her iki ulusu da komşuları ile barış içerisinde yaşamaktan alıkoyan travmalara dönüşmüş durumda. Ne Yunanistan’ın ve ne de Ermenistan’ın halkına barış sunamayışının temelinde yatan asıl sorunun “ulusal ortak ülkü” olarak düşmanlık ve şovenizmden beslenişleri olduğunu düşünüyorum.
Yunanistan’ın Türklere, Makedon ve Bulgarlara karşı büyüttüğü “resmi düşmanlık” ile Ermenistan’ın aynı şekilde Türklere, Azerilere, Kürtlere ve Gürcülere karşı inşa ettiği şoven-milliyetçi duvar sonunda bölgesel çıkarları için bu zaafları istismar etmeye kalkışan emperyalist devletlerin enstrümanı olmaya yol açıyor.
Şovenizmin en büyük kâbusu her zaman gerçekler olmuştur. Çünkü, ulusal bir travmaya dönüşebilmesi için, şovenizmin en çok ihtiyacı olan hayal, hurafe ve söylencelerdir. Nitekim, Dersimlilerin kimliği üzerinden yapılan spekülasyonun her iki kanadında da şovenizm oturmaktadır.  Türkiye tarafında Dersimlilerin Ermeniliğine dair yapılan açıklamalara zamanında Berfin Bahar dergisinin 115. Sayısı, Eylül 2007 baskısında gerekli cevapları vermiştim. Öte yandan, Türk düşmanlığı temelinde Ermeni resmi tarihini oluşturmak isteyenlerin de aynı argümanlara sarılması bize bölücülüğün milliyeti olmayacağını, aslında aynı madalyonun her iki yüzü olduklarını gösteriyor.
Biz gene de, Abdülkadir Gül ile Ali Rıza Özdemir gibi iki değerli akademisyenin sabırla işledikleri çalışmalarındaki belgelere bakalım. 1523 tahririnde görülmektedir ki, Çemişgezek Sancağı’ndaki gayrimüslim nüfus 27.837 iken Müslüman nüfus ise 19.716’dır. 1541’de ise gayrimüslim nüfus 42.497 olurken Müslüman nüfus 67.344’e çıkmıştır. 1900’lere kadar sürekli azalan gayrimüslim nüfus gözlenirken, sürekli çoğalan Müslüman nüfus tespit edilmektedir. 1893’te Müslüman nüfus 48.465 olarak tespit edilirken, gayrimüslim nüfus ise 13.057’de kalmış.
Pîr Hüseyin Bey’in ölümünü takiben Çemişgezek Sancağı’nın bir kısmının oğulları arasında paylaştırılması ve bir kısmının da ümeraya verilmesi sonrasında, yani 1600’lü yıllara gelirken hem bölge yeni göçler alıyor hem de demografik olarak değişime uğruyordu. Şeyh Hasanlıların ve Desimlülerin bölgede oluşan otorite boşluğunun farkına varmaları ve bu duruma müdahale etmeleri ile Çemişgezek’in kuzey ve doğu kazalarından kaynaklanan eşkıyalık faaliyetleri artmaya başladı.
Eşkıyaların hedefinde Keban, Çemişgezek, Pertek gibi güney kazalarında ve Munzur dağlarının kuzeyinde yer alan Kemah’da verimli toprakları işleyen Ermeniler başta olmak üzere, Sünni ve Kızılbaş Müslümanlar vardı. Tarıma elverişli olmayan büyük bir arazi üzerinde hâkimiyet kuran her iki aşiret çevre kaza ve sancakların düzenli şikâyetlerine konu oluyordu. “Çarsancak Ermenilerinin Tarihi” adlı eserini 1956’da Beyrut’ta yayınlayan Kevork Yerevanyan’a dayandırılan “Dersim/Ermeni kardeşliği” bu açıdan da temelsizdir. Çünkü 20. yüzyılın başına kadar sürecek olan bu çatışma ve yağmacılık bölgede ve çevrede yaşayan Ermeniler de dahil olmak üzere bütün toplulukların Dersim aşiretlerine bakış açısını belirleyen temel şikâyet konusu olmuştur.
Kaldı ki, Nuri Dersimi de Koçgiri aşireti lideri Alişêr’den aktararak, Rus işgalcilerle birlikte davranan Ermeni isyancıların “Büyük Ermenistan emelini takip eden bir proje” teklif ettiklerini, “devlet idaresinin kendi nüfuzları altında bulunmasını ve bunlara benzer başka ağır şartlar ileri sürdükleri için” Dersim aşiretlerinin anlaşma yapmadan Erzincan’ı terk ettiklerini anlatır.
Bütün bu gerçeklerin yanında, toplam nüfusu yüzlerce yıl 60 binleri aşmamış ve her dönem göç vermiş bir bölgede Dersimliler tarafından 1915’de 60 bin Ermeni’nin (kimi “insaflı atıcılar” bu rakamı 30 binlere de çekiyor) kurtarılmış olduğunu iddia etmek, kulağa hoş gelebilir, ancak madden imkânsızdır. Kaldı ki, 1918’de yapılan nüfus sayımında Ermenilerin 1893 sayımındaki nüfuslarını korudukları görülmektedir.
Halkların karşılıklı etkilenimlerini doğal kabul etmeyen, etnik kökeni bireysel kimliğe baş tacı yapan bir şovenizm, ailesinde Ermeni bir anneannenin varlığını dahi Türk olmamak, ama Ermeni olmak için yeterli sayan akıl ve bilim dışı bir bağnazlığı körüklemeye çalışıyor. Halbuki, halkların akrabalıkları doğal olduğu kadar, özellikle de Anadolu’da tarihsel dayanaklara sahiptir. Dersim’de de Türkmenler, Kürtler, Zazalar, Ermeniler birbirleri ile kız alıp vermişler, derin ve kopmaz akrabalıklar kurmuşlardır. Ancak, bu karşılıklı ilişkileri tek yanlı ele alarak, “Dersimli Kızılbaşların “Acaba Ermeni kökenli miyiz?” diye sorması abesle iştigaldir.”
Bilimin soğukkanlı duruşuyla Abdulkadir Gül ve Ali Rıza Özdemir haklı olarak soruyor: “Neden sadece Dersim ile Ermeniler arasında bir irtibatlandırma yapılmak istenmektedir? Dersim’e yakın, yani çevre vilayetler olan Erzincan, Harput, Sivas vb. için böyle büyük bir gayret yokken neden sadece Dersim için vardır? … Özellikle bölge üzerine çalışma yapan; fakat arşiv kaynaklarına müracaat etmeden sadece Ermeni ve Hristiyan seyyahları ve araştırmacıları referans alan sözde araştırmacıların varmak istedikleri hedef nedir?” Sakın, asıl hedef kimliksizleştirme üzerinden toplum mühendisliği olmasın?

Yorumlar kapatıldı.