İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Prof. Dr. Adanır: 1915 Tarihimizin Yüzkarası

Özgür Kaymak
Adanır konuşmasına 1915’in tarihimizin yüzkarası olduğunu ve bununla nasıl baş edeceğimizi tartışmamız gerektiğini, bu toplumun bireyleri olarak sorunun hepimizi ilgilendirdiğini ve yine birey olarak herkesin bu sorunla yüzleşmesi gerektiğini söyleyerek başladı. “2015 yaklaşırken bir tarihçi olarak nasıl konuşmak gerekir, bir vatandaş olarak nasıl konuşmak gerekir?” sorularının aynı şeyler olmadığını, farklı açılımları olduğunu belirtti. Anadolu’daki veya Rumeli’deki Osmanlı’nın son dönemindeki Ermenilerin yaşadıkları felaketlerin, uğradıkları haksızsızlıkların boyutunu ifade etmenin bile yeterince zorlayıcı olduğunu, Hükümet başkanının taziye mesajı göndermesinin artık bunu inkar etmenin imkansız oldugunun bir göstergesi olduğunu söyledi.

***
Tarih Vakfı’nın düzenlediği Perşembe Konuşmaları’nın ikincisinin konuğu Prof. Fikret Adanır idi. Adanır Soğuk Savaş sonrası dönemde, Türk-Ermeni ilişkilerinin soykırım iddiaları ve bunların reddi arasında giderek nasıl çetrefilleşen bir süreç yarattığını anlattı.
Tarih Vakfı’nın güz dönemindeki Perşembe konuşmaları 1915’in 100. Yılının arifesinde Ermeni Soykırımı’na odaklanıyor.
Perşembe Konuşmaları bu dönem şu sorulardan yola çıkıyor:
Ermeni Soykırımı’nı milliyetçi önyargıları yeniden üretmeyen, tersine resmî tarih ve milliyetçi anlatılarla mücadele eden bir anlayışla tartışabilir miyiz?
Meseleyi devlet ya da uluslararası hukuk düzlemlerinin ötesinde, tüm sosyal bilimleri de kavrayan sosyal tarih perspektifiyle incelemenin olanak ve koşulları neler olabilir?
1915’i bugün içinde yaşadığımız siyasal ve sosyal sistemin kurucu momenti olarak ele alıp imparatorluk ile cumhuriyet arasındaki süreklilikleri ve özellikle İttihatçı dönem ile tek-parti iktidarı arasındaki geçişleri hesaba katan bir perspektif değerlendirmek tarihsel anlayışımızı ne yönde geliştirir?
Perşembe Konuşmalarının ikincisi 16 Ekim 2014 Perşembe günü Prof. Fikret Adanır’ın katılımıyla gerçekleşti.
Adanır’ın koşumasının başlığı “2015’e Doğru Ermeni Sorunu, Tehcir ve Soykırım: Düşünce ve Değerlendirmeler” idi.
İlk konuşmayı 2 Ekim 2014 Perşembe günü Michigan Üniversitesi’nden sosyal bilimci Fatma Müge Göçek yaptı. Konuşmanın başlığı “İnkarın Şiddeti: Ermenilere Yönelik Toplu Şiddet, 1789-2009” idi.
Adanır konuşmasına 1915’in tarihimizin yüzkarası olduğunu ve bununla nasıl baş edeceğimizi tartışmamız gerektiğini, bu toplumun bireyleri olarak sorunun hepimizi ilgilendirdiğini ve yine birey olarak herkesin bu sorunla yüzleşmesi gerektiğini söyleyerek başladı. “2015 yaklaşırken bir tarihçi olarak nasıl konuşmak gerekir, bir vatandaş olarak nasıl konuşmak gerekir?” sorularının aynı şeyler olmadığını, farklı açılımları olduğunu belirtti. Anadolu’daki veya Rumeli’deki Osmanlı’nın son dönemindeki Ermenilerin yaşadıkları felaketlerin, uğradıkları haksızsızlıkların boyutunu ifade etmenin bile yeterince zorlayıcı olduğunu, Hükümet başkanının taziye mesajı göndermesinin artık bunu inkar etmenin imkansız oldugunun bir göstergesi olduğunu söyledi.
Karar bir gecede mi alındı?
Adanır son yıllarda, özellikle son 10-15 senede, “soykırım çalışmaları” (genocide studies) adı altında birçok çalışma yapıldığını ve bu alanın giderek popülerlik kazandığını belirtti. Aynı zamanda bu alanın bir disiplin olmadığının da özellikle altını çizdi. Soykırım çalışmalarının operasyonel olarak kullandığı kavram genocide olgusudur. Adanır 1915 ile bağlantılı olarak buradaki kritik soru olarak şunu sordu: “Osmanlı Devleti böyle bir kararı bir gecede mi çıkarttı? Yoksa 50 sene sonra retrospektif bir bakışla o kararın sonuçlarını biz bugün genocide diye mi yorumlayacağız?”
Burada iki önemli noktanın altını çizdi. Bunlardan ilki ortada böyle bir planın olup olmadığına dair: “Kurtulmaları imkansız çöllere sürülecekler ve yok edilecekler” diye bir karar mı alındı? Eğer bu sorunun cevabı evet ise bu bir çeşit genocide kararı oluyor. Yoksa belirli olaylar oluyor, olaylar olduktan 40-50 yıl sonra tarihçiler “biz buna genocide diyelim” mi diyorlar? Adanır bu sorulara verilecek cevapların “1915 olayları genocide mı değil mi” ‘nin cevabını etkileyeceğini belirtti ve kavramın muğlaklığına dikkat çekti.
Adanır konuşmasına olayın hukuki boyutlarının dışında 1915’e ilişkin bu toplumda yaşayan bir vatandaş olarak empati yapmamızın ne kadar önemli olduğunu vurgulayarak devam etti. Adanır empati gösterilirken özellikle Ermenilerin kimlik oluşumundaki en büyük köşe taşının soykırım olduğuna dikkat etmemiz gerektiğini söyledi. Dolayısıyla topluluk içinde bir Ermeni ile konuşurken metodolojik veya bilimsel konuşmanın çok bir anlam ifade etmeyeceğini, eğer karşımızdaki kişi bunu genocide olarak görüyorsa bizim de o şekilde bir bakışla yaklaşmamız gerektiğini belirtti. Bu duruma en yakın örnek olarak da kendisini gösterdi.
80’li yıllardan itibaren çeşitli kerelerde genocide kavramını kullandığını fakat bu kavramı hukuksal anlamda kullanmadığının altını çizdi. Konuşması boyunca özellikle genocide kavramını analitik değil descriptive olarak yorumlayacağını vurguladı. Tarihçilerle beraber 1915 olaylarını çalışırken kullanacağı kavramın genocide olmayacağını, politik şiddet/kitlesel şiddet gibi bilimsel kavramlar kullanmayı tercih edeceğini belirtti. IŞID’in, Amerikalıların veya Türklerin Kürtlere uyguladığı kitlesel şiddetin de bu bağlamda ele alınabileceğini belirtti.
Tarihçilerin anlaşamadığı iki nokta
Adanır’a göre Osmanlı Devleti ve 1915’i tartışırken tarihçiler arasında üzerinde anlaşılamayan iki nokta var. Bu noktalardan birincisi kimi tarihçilerin olaylara rölativist yaklaşması. Tarihçilerin birinci vazifesinin böyle ahlaki yargılar ortaya koymak olmadığını, olayların karakterini, niçin öyle olduğunu ve aralarındaki farkları göstermek olduğunu söyledi. Tarihçinin esas görevi bir olayla ilgili karşılaştırma yaparken benzerliklerden çok farklılıkları vurgulamak olmalı. Olayların ahlaki boyutu olduğunu vurgularken kendi öznel durumundan örnek verdi. Kendisini bir Alman vatandaşı olarak Holocoust tan sorumlu tutması gerektiğini söyledi. “Almanların İkinci Dünya Savaşında yaptıkları soykırımdan ben de sorumluyum” dedi. O sebeple bizlerin de vatandaş olarak Türkiye tarihindeki tüm ayıp şeylerden sorumlu olduğumuzu söyledi. Soykırım kavramının günümüzde politize bir kavram olduğunu ancak ve ancak bu çerçevede soykırım kavramını kullandığının altını çizdi.
Soykırım kavramının ortaya çıktığı zaman dilimine bakarsak İkinci Dünya Savaşı yıllarına geri gidiyoruz. Lemkin (Polonyalı hukuk bilimcisi) ilk olarak bu kavramı ortaya atan kişidir. Ortaya atıldığı yıllarda soykırım kavramı aslında belirli toplumları disipline etmek, cezalandırmak için kabul görmüştü. Bugüne geldiğimizde ise kavram “bir toplumun kısmen (bir kişi de öldürülürse genocide olabilir) ya da tamamen ortadan kaldırılması” amaçlı kullanılıyor. Hatta genocide sayılabilmesi için bugün fiziksel olarak bir toplumun ortadan kaldırılmasına gerek yok, kültürel olarak da bir toplumun gelişmesinin engellenmesi olayın genocide kabul edilmesi için yeterli sayılabiliyor. Adanır bu şekilde kavramın çok elastiki ve muğlâk bir hal aldığının da altını çizdi.
Abdülhamit ile başladı
Konuşmasının devamında bir tarihçi olarak o dönemdeki “context”e yani olayın gerçekleştiği şartları öncelikle incelediğini belirtti. Adanır Türkiye’de genocide’a giden yolun Abdülhamit dönemiyle başladığını belirtti. Osmanlı-Rus savaşı sonunda, 1878 Mart’ında, Yeşilköy’de Ruslarla Ayestefanos anlaşması imzalandı. Osmanlı Hariciye Nazırı Saffet Paşa Rus Büyükelçisine “bir zorunlu mübadele yapalım” teklifinde bulunuyor. Adanır dünya tarihinde gerçekleşen ilk mübadele olarak gösterilen Yunanistan ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 1922-1923 yıllarındaki mübadeleden önce asıl olarak ilk mübadele teklifinin 1878 yılında Osmanlı zamanında yapıldığını belirtti. Abdülhamit bu mübadele ile Balkan dağlarının kuzeyindeki bütün Müslümanları zorunlu olarak Anadolu topraklarına almayı, güneydeki bütün Hıristiyanları da ülke topraklarından zorla göçe tabi tutmayı planlıyordu. Sonuçta böyle bir mübadele gerçekleşmedi fakat Adanır fikir olarak demografik mühendislik kavramının ilk kez bu dönemde ortaya çıktığını belirtti. Daha da evveline gidersek bu bağlamda 1864 Çerkez göçünün de genocide olarak görülebileceğini, uluslararası tarihçilerin bazıları tarafından da bu şekilde kabul edildiğini söyledi. Adanır’ın konuşmasının bu kısmında özellikle altını çizdiği nokta Ermeni soykırımını iyi anlamak için göçleri iyi analiz edebilmemiz gerektiği idi.
Adanır konuşmasının devamında 1915’e giden yolun taşlarının Abdülhamit döneminde döşendiğini belirtti ve Abdülhamid’i Türkiye’nin “ilk Kemalist”i olarak tanımladı. Abdülhamit’e yakınlığıyla bilinen Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) “Ekonomi Politik” adıyla yayınladığı kitabında “Osmanlı’nın burjuvasizi kimdir?” sorusuna gayrimüslimlerdir cevabını veriyor.
Müslümanyar ve “gavurlar”
“Ulus devlet kurulmasının hazırlıkları o dönemde başlıyor ve yavaş yavaş komprador burjuvaziyi milli burjuvaziye dönüştürme çabaları artıyor. Bu fikirler gazetelerde ve dergilerde yayınlanan yazılarla halka aşılanmaya çalışılıyor. Buradaki nihai hedef Osmanlı’daki gayrimüslimlerin elimine edilmesi oluyor”. Adanır buradan Nazi Almanyası’na geçiş yapıyor ve Nazi Almanyası’nın da aynı söylemlerde bulunduğunu belirtiyor: “Hitler’e göre Almanya’da Yahudiler uluslararası bir kartel kurmuşlardı ve tüm bankacılık ve finansı ellerine geçirerek Alman halkını sömürüyorlardı. Böylelikle antisemitik akıma yeni bir modern akım ekleniyor ve Avrupa’da soykırımın temelleri atılıyor.” Adanır Osmanlı tarihinde de buna benzer bir gelişmenin olduğunu, vurgulanan noktanın Almanya’daki gibi ırk değil İslamcılık olduğunu belirtiyor. 19. Yüzyılın ikinci yarısında göçlerle Anadolu’ya getirilen halkların çoğu Türkçe bilmiyordu, ya Slavca ya da Kafkas dillerini konuşuyorlardı. Bütün bu insanları birleştiren tek temel faktör, ortak payda ise İslam dini idi.
“Genç Türklere geldiğimizde ise İttihatçılar ne kadar Türkçüydü?” sorusunu soruyor Adanır.
Bizim tarihimizde “Ermeniler zaten yüzyıllardan beri bu toplumda reaya olarak yaşadılar ve sonunda Türk devleti kurmak için böyle bir proje içinde yok edildiler. İttihatçılar aslında Türkçüydüler” şeklinde bir tez bulunduğunu fakat İttihatçıların aslında Teşkilat-ı Esasiye’yi (Osmanlı Anayasası) yeniden geçerli hale getirmek suretiyle bütün gayrimüslim unsurlarla anlaşarak meseleyi Osmanlı Parlamentosu bazında çözmek istediğini belirtiyor. Fakat bu politika başarılı olamıyor ve ortaya iki yol çıkıyor: Birincisi bugünde Kürt meselesinde yaşadığımız gibi anayasal zeminde eşit haklar bazında bir demokratik sistem oluşturmak. İkinci yaklaşım ise çeşitli bölgelere özerklik verilmesi. Fakat her iki yolunda başarıya götürmeyeceği belliydi. Çünkü Osmanlı meşhur millet sistemi bünyesinde çeşitli guruplara milli gelişme perspektifi sunmaktaydı. Gayrimüslimler özgür bir şekilde anadillerinde eğitim alabiliyorlardı (Rumca, Ermenice…).
Anayasal zeminde bütün Osmanlı vatandaşlarını eşit saymak demek millet sisteminin ortadan kalkması demekti. Tanzimat’tan beri Osmanlının da çabası buydu. Müslümanlar ise “gavurlarla” eşit olmak istemiyordu ve halk arasında da huzursuzluklar baş gösteriyordu. Öbür taraftan hiçbir millet de buna razı değildi; hem birinci sınıf eşitlik istiyorlar, hem de millet imtiyazlarını muhafaza etmek için uğraşıyorlardı.
Kaçınılmaz olan
Buna benzer ulus devlet oluşma süreçlerinde genocide’ların kaçınılmaz olduğunu vurguladı Adanır. Ulus devlet oluşturulması demek o andan itibaren etnik temizlik yapılacağı anlamına geliyordu. Adanır konuşmasında çizmeye çalıştığı resmin, şu ana kadar anlattıklarının 1915’de olanlarla ilgili olduğunun altını çizdi. Bu noktada Balkan Savaşı yenilgisi bir dönüm noktasıydı. Artık Osmanlı’nın yaşayamayacağı herkes tarafından görülmüştü. Bu süreçte Rusya hem Ermenilerle hem de Kürtlerle de müşterek çalışarak Doğu Anadolu’ya hakim olmak istiyordu.
1913’e geldiğimizde ise Ermeniler artık Doğu’da özerk bir bölge istiyorlardı. Bu bölgede nüfusun çoğunluğu Müslümandı fakat Ruslardan aldıkları destekle bölgede sadece yerleşik halkın politik hakları olmasını istiyorlardı. Yerleşik halkın dışındakilere yani aşiretlere sivil haklar verilmesini kabul etmiyorlardı. İttihatçılar buna karşılık Kürtlerin haklarını korumaya çalışıyorlardı. Diğer taraftan Ruslar Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen muhacirleri Ermeni vilayetlerine yerleştirmişti ve kurulacak özerk Ermeni bölgesinden bütün aşiretlerin ve yerleşik olmayan halkın sürülmesini şart koşuyordu. Böylelikle bölgenin yaklaşık yarısı Hıristiyan nüfustan oluşmuş olacaktı. İttihatçılar bu süreçte Ermeni mebusları Kürtlerin de o bölgede hakları olması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Bölgede ileride yaşanacak sıkıntıların da ilk kıvılcımlarıydı bunlar. Adanır bu resme baktığımızda bölgede şiddete hazır bir coğrafi ve toplumsal yapının ortaya çıktığını vurguluyor. Bu bölgelerde zaten devlet düzeninin kalmadığını, şu an Suriye ve Irak’da olduğu gibi, eline silahı kapanın kendi gücüne göre bölgede hakimiyetini ilan etmeye çalıştığını işaret ediyor. Ve böyle bir toplumsal ortamda soykırım ve şiddetin kaçınılmaz olduğunun altını çiziyor.
Göç ve şiddet
Adanır 1915’e dair olayların zeminin oluşturan şartlara değindikten sonra artık bir vatandaş olarak tarihimizin en kara sayfasını kabul etmek durumunda olduğumuzu, şahsen kendisinin Ermenileri genocide ın kurbanı olarak gördüğünü ve Türkiye toplumunun bununla yüzleşmesi gerektiğini belirtti. Burada Ermenileri memnun edecek bir çözüm bulunması gerekmektedir.
Nedir bu çözüm? Adanır’a göre bunun cevabı tazminat. Bu tazminat bütün Ermeni mallarının iadesini içeriyor. Bu yapılırken de bir taraftan tarihçi olarak ortada “1915 için bir master plan vardır” diyemeyeceğini belirtti. Günümüzde Ermeni soykırımı konusunda en uzman kişilerden biri olan Donald Bloxham soykırım sürecini kümülatif radikalizasyon kavramıyla (cumulatif radicalization) tanımlıyor. Bloxham’a göre olaylar, göç ve şiddet, başlıyor ve başladıktan sonra yavaş yavaş öyle bir noktaya geliyor ki sonuçta ortaya bir genocide çıkıyor. Bunun Nazi Almanyası için de geçerli olduğunu söylüyor.
Adanır konuşmasının sonunda bir tarihçi olarak “ne olduğunu anlamaya çalışmak” gerektiğinin önemini vurguladı. Adanır’a göre genocide kavramı ahlaki, politik ve hukuki bir kavram olarak ele alınmalıdır. 2015’de Ermeni soykırımın 100. Yılını anarken “Ermeni soykırımı olmuştur” demenin sürecin çeşitli yönlerini ortaya koymak açısından çok önemli olduğunu belirtti. Adanır burada atlanmaması gereken bir diğer noktanın da Osmanlının soykırımı sadece gayrimüslimlere karşı uygulamış olması olduğunu belirtiyor. Müslüman olan Ermeniler zorunlu göçe tabi tutulmamışlardı ve topraklarında kalabilmişlerdi. Buna dayanarak olaylarda ırkçı bir yaklaşımın değil din bazında bir yaklaşımın olduğunu vurguluyor. Ulus devletin temelinde dine dayandığını, kimliğin oluşmasında bugün dahi laik Türkiye’de “Hıristiyan Türk” diye bir söylemin olmadığını, kimliğin hala İslam bazında kavrandığını belirtti.
Yanıtı önemli sorular

Adanır konuşmasının sonunda bizi düşünmeye sevk eden şu soruları sordu: Genocide olaylarını Birinci Dünya Savaşı olaylarından ayrı düşünmek mümkün mü? Mesela olaylarda Almanların rolü neydi? İttihatçılar savaşa girmek niyetinde miydiler yoksa zorunda mıydılar? Osmanlının askeri bakımdan katkısında Almanların etkisi ne kadardı? Osmanlı Batı cephelerini ne kadar hafifletti? 1918 yılında Rus Devriminden sonra Enver Paşa Bakü seferi düzenledi. Bu ordu Türkçü bir ordu muydu? (ÖK/HK)

Yorumlar kapatıldı.