İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ortadoğu ve İslam Dünyasında Katliam Geleneği

Sait Çetinoğlu
İslam’da bu güne kadar zamana/çağa uygun bir yorumun  zemin bulamaması ve gerçekleşmemesi, İslam’da bir reformasyon dönemi yaşanmamış olması, bu gün böyle katı bir yargıyı gerçekliğe dönüştürmektedir. Teorik olarak,  o yolun ilelebet kapalı olduğu anlamına gelen bir ifadeden sakınmak uygun olsa da pratikten vereceğimiz bir örnek bu konudaki ümitlerin sönmesine neden olmakta, bu katı yargıyı bir buçuk asra yakın bir zamanın pratiğinde olduğu gibi, günümüzde de doğrulamaktadır: Nitekim1960’lı 1970’li yıllarda, Sudan’lı Mahmut Muhammed Taha o yönde bir hamle yapılmış, İslamın İkinci Mesajı başlığını taşıyan bir kitap da yazılmıştı ve Taha orada, Cihad’ın bir İslâmi ilke olmadığını iddia ediyordu… Ama Müslüman Kardeşlerin de dahliyle 1986 da idam edildi… Teslimden gelen İslam’dan bir kurtuluş teolojisi çıkması yapısal olarak imkansızdır. Zira kapitalizm gibi kutuplaştırıcıdır. Tekfirci ve selefi gruplar bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde, bu grupların yükselişleri anlamlandırılabilir. Dar – ül harb ve Da -ül İslam kavramı İslam için hayati öneme haizdir. İslamın dar-ül harb olmadan uygulanması ve yaşatılması imkansızdır. İslam’ın bugünkü krizi de buradan kaynaklıdır. (Foti Benlisoy’dan ödünç aldığımız iki kavramla açıklarsak) şimdinin canavarlar zamanına denk gelmesi ve vahşetin idaresi ile İslam Devleti’nin önemli kazanımlar sağlaması mümkün olmuştur: “Kurucu kaos” . Kısaca Siyasal İslam’ın vahşete dönüşmesi yapısaldır.
***
Ortadoğu’da İslam Devleti (IŞİD – İD)
Ortadoğu’da Siyasal İslam son günlerde İslam devleti/ IŞİD-İD eliyle muazzam bir güç devşirdi. Irak ordusunun Sünni bölgesinde (Musul) örgüte teslim ettiği ağır silahlar ile durdurulamaz bir güce ve hareketliliğe ulaştı.
Irak’ın sünni bölgesini kontrolüne alıp taban oluşturarak adım adım vahşetini ve etki alanını genişletip ilerleyerek, son yılların en büyük etnik temizliğine – soykırımına imza atmaktadır.
Irak’ta siyasal İslam, IŞİD (yeni adıyla İslam Devleti-İD)eliyle uyguladığı, -Musul ’un ele geçirilmesiyle çok daha fazla görünür hale gelen- şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir vahşet politikası ve soykırımcı bir zihniyetle Suriye’de  ve bölgede kendinden saymadığı kadim unsurları; Şii Arapları,  Hristiyanları (Asuriler, Kildaniler, Nasturiler, Süryaniler, Ermeniler,…), Ezidileri , Nusayrileri , Şiileri, Şii Türkmenleri, Kakaileri , Mandaileri (Sabailer) , Şabakları , …  ve önüne çıkan herkesi  yok ederek ilerlemeye devam ediyor. Bu halkların çoğunun feryatları duyulmamakta, sessizlik içinde yok olmaktadırlar.
İslam Devleti, daha önce Suriye sınırları içerisinde Arami kasabası Malula’da  ve 1915 Soykırımından arta kalan MusaDağ direnişçilerinin mirasçısı Ermeni kasabası Kessab’ta, Şii ve Alevi Türkmen köylerinde  ve Akdeniz kıyı şeridinde Nusayri bölgelerinde başlatılıp uygulanan vahşet politikası daha büyük boyutta Irak’ta yürütülüyor ve basına servis ediliyor.
Uluslararası toplum (siz bunu emperyalizm/kolonyalizm olarak okuyun) yükselen insanlık dramına karşı  sessiz.
Emperyalizmin/ Kolonyalizmin bölgede insan hakları ihlali ve azınlıkları  koruma kaygısının  olacağının düşünülmeyeceği gerek Suriye’de gerekse Irak’ta yaşanan insani dramlardan apaçık ortaya çıktı. Zaten emperyalizmden böyle bir beklentimiz de yoktu.
Kolonyalizmin bölgedeki en eski vasal’ı T.C. nin sınırlarını zaman zaman mültecilere kapatması ve zorluk çıkartması ayrı bir insanlık dramına sebep oluyor. Vasal,İslam Devleti mensuplarını Türkiye’de tedavi ederken diğerlerine yaralı olsun, sağlam olsun sınırları kapatıyor.
Vahşetin durdurulamaması (!) ve Soykırım
Emperyalizmin kırmızı çizgisinin İslam Devleti’nin sebep olduğuinsan hakları ihlallerive soykırıma varan etnik temizlik değil, İslam Devleti’nin Erbil’e dayanması olduğunu hava  harekatından belli olmuştur. Hava harekatının bölgede var olan insanlık dramına bir çözüm olacağını ve emperyalistlerin böyle bir gailesi olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Dolayısıyla bunun,  sınırlı bir harekat ile  İslam Devleti’nin  belli bir yörüngeye çekilip petrol şirketlerinin karları güvenceye alınmasının yanında, Suriye’deki yandaş unsurlarına destek harekatı olduğunu ve olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ayrıca,Bölge yönetimi adı altındaki prematüre devletin, İslam Devleti’ne yol vererek soykırıma varacak bir etnik temizliğin kapısını araladığını bu yüzden Peşmergenin dolaylı yoldan etnik temizliğe yol verdiğini de söyleyebiliriz.Peşmergenin terk ettiği kasabaların etnik bileşeni ve İslam Devleti’nin işgali sonrasında gerçekleşenler bu görüşü doğrular niteliktedir.
İslam Devleti’nin harekatlarıyla bölge yönetimi denen prematüre devletin, kendini olduğundan fazla önemseyen diğer aktörlerinve  Bağdat’ın da  savaş gücünün olmadığı ortaya çıkmış görünüyor. Bir kısım askeri başarıların Amerikan bombardımanından sonra gerçekleştiği, bombardımanın kesilmesiyle elde edilen yerlerin bir kısmının geri verildiğini görüyoruz. ABD şemsiyesi olmadan bu unsurların savunma, savaşma ve başarı şanslarının olmadığı da rahatlıkla söylemek mümkün.
Musul,  Hıristiyan, Kakai, Ezidi, Mandai, Şabak,.. gibi Ortadoğu tek ve çok tanrılı dinlerine mensup etnik ve dini azınlıkların yaşadığı bir bölge olduğu gib,i  bu etnik ve dini azınlıkların  tarihsel topraklarıdır. İslam Devleti’nin ilerlemesinin en önemli ayağı Musul başlangıcının Türkiye üzerinden tezgahlandığı sünni politikacı ve yöneticilerinin Türkiye’ye geliş gidişlerinden ve Türkiye’yi mesken tutmalarından  çıkarmak mümkün.
Anglosakson jeostratejisi gereği kolonyalizminLozan ile bölgedeki vasal  gücü olarak oluşturduğu bir yapı olarak Türkiye’ninbaşka bir konumda olması düşünülemezdi. – bu olguyu aşağıda daha geniş olarak açacağız-
Musul konsolosluk mensuplarının rehine durumu da bir mizansendi.  Bu durum  Türkiye’nin elini güçlendirerek İslam Devleti’ne lojistik imkanını dikkat çekmeden yükseltmenin yanında  zaman kazanmasını da sağlamıştır.
Cep telefonu elinde ülkesiyle iletişimini kesmeyen bir rehineolur mu?
İslam Devleti (IŞİD –İD) bu gücü nasıl elde etti?
Irak El-Kaidesinden bir hizip, böylesine güç devşirerek, bölgenin muktedir olmayanlarına karşı bu olağanüstü bir vahşeti uygulayabilir hale nasıl geldi?
Bilindiği gibi, olguları tanımlamak ve açıklanmak istenildiğinde içsel (yapısal) ve dışsal etmenler göz önüne alınır. Bu etmenlerin kesiştiği ve ayrıştığı noktalar belirlenir. Bu pencereden baktığımızda  iç ve dış etmenlerin üst üste gelmesiyle bölgenin  vahşetsürecine girdiğini görüyoruz.
Bugünkü Ortadoğu yada eski ve daha doğru tanımlamayla Yakındoğu’da meydana gelen olayların ve olguların kabaca öne çıkan içsel ve dışsal etmenlerine işaret edersek, İslam  ile kolonyalizm / emperyalizm,  iki ana temel etmen olarak önümüze çıkmaktadır.
İslam ve katliam geleneği
Yapısal etmenin en önemli aktörü, bu coğrafyanın ezici çoğunluğunun inancı olan İslam’dır. Her din gibi İslam’ın da bir ideoloji olmasına karşın, bir toplum projesi olmayan İslam,revizyonu ve dönüştürülmesine olanak olmayan arkaik bir ideolojidir. Günümüze 1400 yıl öncesinden referans verilemez.
Son tahlilde din de bir ideoloji olduğuna göre, bu kadar katı bir yargıdan kaçınmak gerektiği söylenebilir. Ancak   İslam’da bu güne kadar zamana/çağa uygun bir yorumun  zemin bulamaması ve gerçekleşmemesi,  İslam’da bir reformasyon dönemi yaşanmamış olması, bu gün böyle katı bir yargıyı gerçekliğe dönüştürmektedir.
Teorik olarak,  o yolun ilelebet kapalı olduğu anlamına gelen bir ifadeden sakınmak uygun olsa da pratikten vereceğimiz bir örnek bu konudaki ümitlerin sönmesine neden olmakta, bu katı yargıyı bir buçuk asra yakın bir zamanın pratiğinde olduğu gibi, günümüzde de doğrulamaktadır:
Nitekim1960’lı 1970’li yıllarda, Sudan’lı Mahmut Muhammed Taha o yönde bir hamle yapılmış, İslamın İkinci Mesajı başlığını taşıyan bir kitap da yazılmıştı ve Taha orada, Cihad’ın bir İslâmi ilke olmadığını iddia ediyordu… Ama Müslüman Kardeşlerin de dahliyle 1986 da idam edildi…
Teslimden gelen İslam’dan bir kurtuluş teolojisi çıkması yapısal olarak imkansızdır. Zira kapitalizm gibi kutuplaştırıcıdır. Tekfirci ve selefi gruplar bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde, bu grupların yükselişleri anlamlandırılabilir. Dar – ül harb ve Da -ül İslam kavramı İslam için hayati öneme haizdir. İslamın dar-ül harb olmadan uygulanması ve yaşatılması imkansızdır. İslam’ın bugünkü krizi de buradan kaynaklıdır. (Foti Benlisoy’dan ödünç aldığımız iki kavramla açıklarsak) şimdinin canavarlar zamanına denk gelmesi ve vahşetin idaresi ile İslam Devleti’nin önemli kazanımlar sağlaması mümkün olmuştur: “Kurucu kaos” . Kısaca Siyasal İslam’ın vahşete dönüşmesi yapısaldır.
Samir Amin, İslam Devleti  ve İslam olgusunu çok net özetler:   Kuzeyde bir İslam Devleti peydahlandı ki, bu İslam Devleti denilen tanımı ve doğası gereği yayılmacıdır. Tüm Dünya Müslümanlarını kendine bağlama, kapsama iddiası ve perspektifi olan bir hareket… Türkiye’den Çin’e kadar tüm Müslümanları İslam Devleti bayrağı altında birleştirme hedefi var. Yani dünyanın tamamını fethetme peşinde… Bu yüzden tam bir çılgınlık hâli söz konusu…
İslam Devletivahşetinin/ Kafa kesmenin/kadınlara el konarak köleleştirmenin  dinsel ve tarihsel arka planı vardır. Bu konuda bölgeden vereceğimiz iki örnek yeterince açıklayıcıdır:
Muhammed döneminde hile ile tutsak edilenBeni Kureyza Yahudileri hakkında verilen hüküm  ibret vericidir. “Kureyza erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecek, malları müsadere edilecektir. Muhammed Allah’ın ve resulunün yargısıyla yargıladın diyerek onu onaylar.”
“Resulallah karardan sonra Medine’nin çarşı alanına giderek hendekler kazdırır. Beni Kureyza erkekleri gruplar halinde buraya getirilerek hendeklerin başında kafaları kesilir. Toplam katledilen sayısı bazı kaynaklara göre 600 ila 700, bazılarına göre 800 ila 900 kişidir. İdamların çoğunu Ali b. Ebu Talib (sonradan dördüncü halife) ve Zübeyr infaz ederler.”
Kesim sırasında Ali yorulur gölgede mola verir. Mola sırasında tutsaklara merhamet gösterilerek süt ikram edilir. Sonrasında kesim kaldığı yerden devam eder.
İkinci örnek, Osmanlı  Sultanı IV. Murat’ın Bağdat fethi sırasında, sene 1636.Bağdat Seferini Evliya Çelebi seyahatnamesinden okuyoruz. Seyahatnamede  teslim olan Şiilerin katledilmesi nakledilir. Katl esnasında kurbanlar kanlarıyla nehirlerin rengi değişir :
“Bağdâda eyle hücumlar oldu kim Kızılbaşların başları yine kaygulu işe uğradı. Gördiler kim gayri çare yok, hemân burc u bârûlar üzre beyaz emân bayrakları diküp,
‘Amân elamân ey güzidei Âl-i Osmân’ deyü feryâd u nâlâni sad-hezar etdiler.
Bağdat’ı tutan Şiiler pes edip teslim olurlar.
…”… derûn-i askerden bir sada zahir olur kim, Tîz Kızılbaş kırılsın derler.
Azâmet-i Hüdâ an saatde kırk bin piyade şâh tolusun içmiş [iran şarabı içmiş] tülüngi Kızılbaş ve yigirmi bin de gayri evbâş seyf-i miczem ile başları tırâş olup [keskin kılıç ile başları traş edilip] derûn-i Bağdad’da hûn-i Râfiziyân nehr-i âb-ı revân gibi cereyân etdi [zındıkların kanı akarsu gibi aktı] ve niöe bin atlı guzât cânib-i nehr-i Diyâle’ye gitdi ve emân ile mukaddemce çıkan Kızılbaş’a yetdi ve bu perîşân olmuş Kızılbaş’a girişdiler ve eyle kırdılar kim az Kızılbaş, ‘Feryâd-reses yâ Ali’ deyüp nehr-i Diyâle’ye urdular.”
Şehir içinde kan oluk oluk akarken bir kısım gaziler de Diyale nehrine kendini atmış olan Şiilere yetişir. Kızılbaşlar feryadımızı duy ya Ali diye bağırırlar.”
“Düldül-süvâr Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler.
Hakkâ böyle bir kırgın dahi diyâr-ı Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı Osmanlı’nın merhametli ellerinde canını kurtarır.
Şimdi devir değişmiş, üçyüz-beşyüz kişilik kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.”
“Düldül-süvâr Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler.Hakkâ böyle bir kırgın dahi diyâr-ı Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı Osmanlı’nın “merhametli ellerinde” canını kurtarır.Şimdi devir değişmiş, üçyüz-beşyüz kişilik kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.”
Emperyalizm ve 20. Yüzyılda Arap toplumsal yapısının dönüşümü
Mağripten Maşrike Arap coğrafyası geçmiş çağlarda uzak mesafe (uluslararası) ticaret sayesinde yükselmiştir. Kentler bu sayede yükselip, durumun tıkanmasıyla gerileyerek çöküntüye uğramıştır.
Bölgenin/havzanın gelişme ve yükselmesini sağlayan,uzak mesafe ticaretini yürüten ve kontrol eden Hristiyanların  Baas milliyetçiliği tarafından  yok edilmesiyle onulmaz yara almış. Bu yara yine uzak mesafe ticareti olarak niteleyebileceğimiz fosil yakıtların ticareti bir süre bölgede statükoyu koruyabilmiştir.
Ancak bu statüko yada fosil yakıtların ticaretinden kaynaklı saadet zincirinin ila-nihaye devamının garantisinin olmadığı, Arap-İsrail Savaşlarıyla ortaya çıktığı gibi Körfez Savaşlarıyla daha da belirginleşmiş ve derinleşmiştir.
Hristiyanların yok edilmesi,millet-i mahkûmenin ortadan kaldırılmasına ve altın yumurtlayan tavuğun kesilmesine yol açtı ve krize girildi. Bilindiği gibi, bu ticaret ve millet-i mahkûme sonsuz diyebileceğimiz gelir kaynağıydı. Bu ticaret zinciri bir çok grupların da gelir paylaşımına dâhil olmasını temin ederek gelirin paylaşılmasının da önemli bir mekanizmasıydı.
Fosil yakıtların ticareti, sadece iktidardaki aileye ve onun dar çevresine bir gelir sağlamakta, bunların isteği halinde gelir halka sadaka kabilinden dağıtılmaktadır.
Bu imkânların ortadan kalkması ve içine düşülen kriz ortamının dışsal etmenlerle çakışmasıyla  İslam vahşete dönüştü. Şimdi İslam Devleti’nin  Müslüman olmayan son gurubunun elinden son lokmasını alma peşinde olduğunu söyleyebiliriz.
Yakındoğu, Kolonyalizm için stratejik bir bölgedir ve  bu stratejik önem Batı için yaşamsaldır. Lozan ile onaylanarak Anglosakson politikanın yani kolonyalizmin  çıkarlarının  bölgedeki bekçisi olarak İngiltere ile Sovyetler arasında tampon bölge devleti olarak organize edilen yeni Türkiye,  boğazın vasalı olarak Akdeniz’in 30. ile 36. paralel arasındaki yatay alanın doğu ucundaki bölge ile bu paraleli Ege’den dikey olarak kesen bölgeyi güvenceye almaktadır. Bu yatay alanın doğu ucu Suriye önlerine tekabül etmektedir. Bu bölgenin jeostratejik önemi sadece günümüze  özgü değildir. Akdeniz ticaret yolu üzerindeki Kıbrıs ile birlikte bu bölgenin  jeostratejik önemi, çok eski tarihlere dayanır.
Samir Amin de bölgenin tarihsel ve jeostratejik öneminin altını çizer: jeostratejik pozisyonu çok önemli. Zira, orası Eski Dünya’nın kalbidir, merkezidir. Dikkat edilirse, Bağdat, Moskova’ya, Pekin’e, Singapur’a, Johannesburg’a eşit uzaklıktadır. Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi, emperyalistlere uzun mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma, kolay müdahale imkânı demek.
Bölgenin  stratejik önemine ilişkin  teoriler, Anglosakson(kolonyal) jeostratejik yaklaşımın önemli teorisyenleri olan  iki Anglosakson coğrafyacı ve jeopolitik uzmanı Sir Halford Mackinder (1861-1947) ve Nicholas Spykman (1893-1943) tarafından formüle edilerek geliştirilmiştir. Bölgenin  jeostratejik önemi 20. Yy da yeniden dizayn edilerek günümüze uzanır. Bu stratejik önem İsrail’in bölgede kurulmasıyla daha da önem kazandığını söyleyebiliriz. Sürekli kriz İsrail’in de yaşam kaynağıdır. Bu da kurucu kaosa denk geliyor.
Kolonyalizm, 1. Büyük Savaş sonrası bölgedeki sömürge ve manda devletlerinden çekilirken, yarattığı kaosile birlikte bölgeye İsrail devletini armağan olarak  bıraktı.
Emperyalizmin yeni stratejisi öncelikle devletin çökertilerek kaos ortamı yaratıyor, bunu yaparken iç çatışmaları ve iç savaşı kendine yedekliyor. Körfez savaşı sonrasında bu çok daha belirgin. Körfez savaşları ile bir anlamda devletin çökmesi ile birlikte saadet zinciri de koptu. Sübvansiyonlar ortadan kalktı devletin halkına rüşvet olarak dağıttığı paralar kolonyal bankalara akınca içeriye bir şey kalmadı. Kaldı devlet de olmayınca bereketli bir zemin oluştu.  Siyasal İslam’ın bu  toprakta serpilip gelişmesi kolay oldu.
Emperyalizmiçin bu çöküntü ortamında kaynakların talanını kolay, maliyet yüklemeyen iç savaş da yeni bir yöntem. Kaldı ki silahı sen temin ettiğinden baştan kar ederek başlıyorsun.
Bu bir anlamda bölgedeki özgürlükçü taleplere, Arap baharına Emperyalizmin verdiği bir cevaptır.
BM kararları ve Emperyalizmin  bölgede yeniden yapılanması:
Son günlerde bölge ile ilgili BM nezdindeki yeni kararlar ışığında yeni bir koalisyon (siz bunu yeni emperyalist ittifak olarak okuyun) kotarılarak bölgeye yeni müdahale olanakları oluşturuldu. Bu toplantılardan dönen Vasal, toplantılardan ve kararlardan ne anlaşılması gerektiğini özetliyor:
 120 devlet başkanının katıldığı zirvede hangi adımların atılması gerektiği düşünüldü. Zirvenin başarılı geçtiğini düşünüyorum. Bölgede kritik bir dönemi yaşıyoruz. Kritik diyorum çünkü 1250 km yaklaşık sınırımız olan Suriye ve Irak’ta terör eylemleri bizi ilgilendirmez veya bize ne deme lüksümüz yok. 1,5 milyon sığınmacı bizim ülkemizde. Bu sığınmacıların Türkiye’ye gelmiş olduğu bir ortamda bize ne diyemeyiz. Atılan bu adımlarda başta Suriye rejimi olmak üzere bu zalim rejimden kaçanların sığındıkları bir başka zalim olmamalı. Özgür Suriye Ordusu da orada bir mücadele veriyorlar. Başka örgütler de var orada… Şimdi ise durumun ne vahim olduğu, IŞİD’in Irak’ı işgal etmesi, Sünnilerin Musul’u boşaltmış olmaları bunlar görünen gerçekler. Bir de çok acımasız devam eden, bizim dinimizle alakası olmayan bir uygulamayı kabullenmek mümkün değildir. Tüm yapılanlar İslam’a mal edilmektedir. Bizler Müslüman olarak elimizden geleni yapmamız lazım. Hıristiyan dünyası böyle bir adım atıyorsa biz buna seyirci kalmayacağız. İşte 49 kişi. İçeriden dışarıdan birçok yakıştırmalar yapıldı. Biz sözün değil, eylemin tarafı olmak durumundaydık. Bundan sonra atacağımız adımlar bizim aynı felaketleri tekrar yaşamamak. Onun için atmamız gereken adımlarda ana başlık olarak; uçuşa yasaklı bölgenin ilan edilmesi ve bu bölgenin güvence altına alınması. Güvenli bir bölgenin Suriye tarafında tesis edilmesi. Güvenlik Üst Kurulu toplantısında konuşacağız ve adım atacağız. Bu süreci kimlerle nasıl yöneteceğiz bunlar görüşme başlıklarımız arasında
Bu sözlerle, T.C. nin  aldığı konumunun 180’ derece değiştiği izlenimi verilse de,yenikonum 2011 den farklı değildir. Erdoğan’ın sözlerinden Irak’ın yeni durumundan dolayı bir endişe taşımadığı, sorununun  sadece,Suriye ve Esad ile olduğunu  net olarak anlıyoruz.
İkincisi, Erdoğan,doğan sorunlardan siyasal İslam’ı vareste tutmaya çabalamaktadır. Sözlerindeki Müslüman-Hristiyan vurgusu ayrıca dikkat çekicidir.
Sonuncusu,Türkiye halen durumu kavramaktan uzaktır. 2011’den bu yana durum oldukça değişmiştir.
Bu durumu BM genel kurulunun boş sıralarından anlamak mümkündür.  BM genel kurulu salonu yeterince açıklayıcıdır.
İslam Devletine yakın duran sünni cephede Erdoğan tek başına kalmış gözüküyor. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri cepheden ayrılmışlardır. Kaldı ki, son tahlilde İslam Devleti bunların rakibi durumundadır ve düşman kampta yer almalarından daha normal bir şey yoktur.  Bilindiği gibi Suudi Arabistan’ın  anayasası Kur’an’dır ve bayrağında da La ilahe illalah yazar. İslam devleti ile sadece bayrağının rengi farklıdır.
Koalisyon Güçlerinin yeni hava harekatları ve Suriye
BM toplantılarından ve alınan kararlardan sonucun ne olacağını biz kestiremediğimiz gibi karar alıcılarının da bir kestirimde bulunabildikleri şüphelidir:
Birincisi, Esad’ın düşürülmesinde Vasal kadar istekli olmaları mümkün gözükmüyor. Esad’ı düşürüp düşürmeyeceklerini, bu yönde girişimlerde bulunup bulunmayacaklarını bilmiyoruz. Kendilerinin de bildiklerini sanmıyoruz. Bu konuda Irak’taki durumu saymasak bile,  Libya örneğinden yeterince ders çıkarmadıkları düşünülemez. Ayrıca Yemen’deki gelişmelerin de istedikleri gibi gitmediği ortada…
İkincisi, ABD bölgeye asker göndermeye ve hava harekatını kara harekatıyla desteklemeye hevesli değil. Kara harekatı olup olmayacağını da bilmiyoruz. Olsa dahibu harekat bölgedeki paryaların üstesinden gelebileceği bir şey değil. Binlerce kilometre uzaktaki Yeni Zelanda’dan gelecek askerin  kendini riske atacak bir sebebi de yok.
Sonuncusu, emperyalizmin herşeye kadir olduğunu düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
BM toplantıları ve görüşmeleri sürerken ABD’nin Suriye’deki bazı İslam Devleti mevzilerini derhal bombaladığını ve İslam Devletinin kontrol ettiği Der-Zor vilayeti çevresindeki petrol tesislerini tahrip ederek İslam Devletinin ekonomik gücünü de hedeflediğini görüyoruz.
Ancak, Kürt güçlerininİslam Devleti‘nin saldırılarına direnmeye çalıştığı, önemli direniş noktası Kürtlerin Kobani dedikleri  Ayn-ül Arab bölgesine müdahaleden gecikilmesi, Vasal’ın güvenli bölgebeklentilerine yol açtı.
Kobani/ayn ül Arab savaşının naklen yayınlanması ile  direniştezaman zamanyetersiz kalan Kürt güçlerine vurgu yapılması, Ayn ül Arab’taki savaşın yeni insani felaketlere sebep olduğunun gün yirmi dört saat ekranlardan tekrarlanması, görüntülerinin ekranlardaninmemesi ve gelen mülteci sayısının olağanüstü abartılmasındaki  amaç, gerçekte  bölgenin  insansızlaştırılmasına, bunun meşrulaştırılmasına ve güvenli bölgenin alt yapısının de facto Suriye topraklarında oluşturulması hevesine yöneliktir.
Vasal durumu yanlış okumaktadır.   Hazırlıkları da,sürecin ve  bombardımanların seyrinden,Suriye’ye yeni müdahale olanaklarınındoğduğu anlamınıçıkardığının  ip uçları olarak okumak mümkündür. Sanki bizi, İslam Devleti’yleölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışmaktadır.
Yeni tezkereler, Vasal’ın yeniden hevesinin kabardığını ve yeni maceralara hazırlandığını  göstermektedir. Yanılarak felakete sebep olması durumu fıtrattandır nasıl olsa!
Ancak Ayn ül Arab’taki İslam Devleti mevzilerine ve buraya lojistik destek verebilecek mıntıkalarayapılan hava harekatı bu düşüncenin hayata geçmediğinin işareti olsa gerektir. Kaldı ki Esad’ın bu bölgeden vazgeçtiğine dair bir işaret de yoktur. Koalisyondan önce Ayn ül Arab yakınlarındaki İslam Devleti mevzileri Esad güçleri tarafından da hedef alınmıştır.Olağanüstü bir durum olmazsa, Ayn ül Arab’taki Kürt direnişi İslam Devleti tarafından kırılamayacak gibi gözüküyor. Kırılsa dahi bu durum geçicidir.
Şunu unutmamamız gerekiyor:
İster BM’nin, istersekoalisyon güçleri denilenlerin ve tabii Türkiye’nin de, bölgede süregelen insanlık dramından zerrece kaygısı olmadığından şüphemiz yoktur. BM bu konuda bir çaba harcamıyor demek için yeterince sebebimiz var.
Türkiye için ise, neredeyse her büyük ilinin caddelerinde dilenci durumuna düşürülen Suriyeli sığınmacıların içler acısı durumu yeterince açıklayıcıdır. Bu durumun Suriye’ye müdahaleyi meşrulaştırıcı bir argüman yapılmak istendiğini, dolayısıyla bilinçli bir tercih olduğunu düşünmek için de yeterli nedenimiz mevcuttur.

Sait Cetinoglu [cetinoglus@gmail.com]

Yorumlar kapatıldı.