İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mezopotamya’nın üvey evlatları (Ezidiler 1-2-3)

Muhsin Kızılkaya
Kürtçe adıyla Çiyayê Şingalê, Arapça adıyla Cebel Sıncar, Türkçe adıyla Sincar Dağı, uçsuz bucaksız Mezopotamya Çölü’nün tam ortasında görkemli bir çınar gibi, bir başına, yapayalnız duran bir dağdır. Derin vadilerle bölünmüştür; gür pınarlar, coşkun dereler akar her yerinden. Kızgın çölün ortasında bir vaha, serin bir gölgeliktir; kaçakların, asilerin yurdudur aynı zamanda. İşte bu dağ ve çevresindeki ovaya yayılmış olarak, kendilerinin bile henüz sırrına vakıf olmadıkları, üzerine yazılan onca kitaba rağmen âlimlerin henüz ortak bir fikre varmadıkları, sosyologların, antropologların iştahını kabartan, teologların aynı görüşü paylaşmadığı çok özgün bir dini inancın sahibi olan Ezidiler yaşar.

***
IŞİD, onların ilk celladı değil /
Ezidiler, Nasturiler, Süryaniler… Mezopotamya’nın üç kadim halkı… İnançlarından dolayı aşağılanmış, hor görülmüş, sürgün yemişler. Kâh Kürtler, kâh Araplar, kâh Osmanlı tarafından katliama uğramışlar. Yurtları işgal edilmiş, malları bölüşülmüş, kültürleri yok sayılmış, her açıdan ağır tahribata uğramışlar. Ama her defasında tırnaklarıyla, dişleriyle hayata tutunmuşlar. Yakın bir zamana kadar kardeşlerimizdi; aynı havayı soluyor, aynı topraktan besleniyorduk. Fakat bizi, onlara karşı işlediğimiz “günahlarımızla” baş başa bırakıp gittiler. Eskiden o kadar çoktular ki… Şimdi o kadar azaldılar ki… İşte bu yazı dizisi otuz iki kısım tekmili birden onlara dairdir.
IŞİD, ONLARIN İLK CELLADI DEĞİL
Sanmayın ki IŞİD’in Şengal Dağı’na sefer düzenlemesi, kadınlarını cariye yapması, erkeklerinin kafasını kesmesi, çoluk çocuk demeden yüzlercesini katletmesi, Ezidilere yapılan ilk saldırıdır
Kürtçe adıyla Çiyayê Şingalê, Arapça adıyla Cebel Sıncar, Türkçe adıyla Sincar Dağı, uçsuz bucaksız Mezopotamya Çölü’nün tam ortasında görkemli bir çınar gibi, bir başına, yapayalnız duran bir dağdır. Derin vadilerle bölünmüştür; gür pınarlar, coşkun dereler akar her yerinden. Kızgın çölün ortasında bir vaha, serin bir gölgeliktir; kaçakların, asilerin yurdudur aynı zamanda. İşte bu dağ ve çevresindeki ovaya yayılmış olarak, kendilerinin bile henüz sırrına vakıf olmadıkları, üzerine yazılan onca kitaba rağmen âlimlerin henüz ortak bir fikre varmadıkları, sosyologların, antropologların iştahını kabartan, teologların aynı görüşü paylaşmadığı çok özgün bir dini inancın sahibi olan Ezidiler yaşar.
TARİH ÖNCESİNDEN BERİ ORADALAR
Sanmayın ki IŞİD’in bu dağa sefer düzenlemesi, kadınlarını cariye yapması, erkeklerinin kafasını kesmesi, çoluk çocuk demeden yüzlercesini katletmesi, bu kavme yapılan ilk saldırıdır. 1833 yılında, Kürtlerin ‘Mîrê Kor’ lakabını taktığı ‘Rewandizli Kör Mehmet Paşa’ -ki kendisi Osmanlı egemenliğindeki Soran bölgesinin tekmil emiriydisultana isyan etti. Tarihe ‘ilk Kürt isyanı’ olarak geçen bu isyan o kadar kısa sürede Irak Kürdistanı’na yayıldı ki, Dersaadet’teki Sultan 2. Mahmut, hem Bağdat’tan Ali Paşa’yı hem de İstanbul’dan Reşit Paşa’yı ‘mîr’in üzerine göndermek zorunda kaldı. Emir derdest edilip Dersaadet’e götürüldüğünde, isyanından geriye korkunç bir Ezidi katliamı kalmıştı.
41 HANÇER YARASININ BEDELİ
Tarihin her döneminde inançlarından dolayı “şeytana tapan kavim” olarak görüldüğü için Ezidiler, hep hedef oldular. Fırsatı bulan her muktedir, ilk olarak eline Ezidi kanını bulaştırdı. Müslümanlar onları hep kovaladı, onlar da hep kaçtı. Mezopotamya Çölü’nde sığınacak son yer Şengal Dağı olmalı ki, buraya bir kaleye sığınır gibi sığındılar, yurt bildiler. Ama Şengal Dağı da bu mazlum kavmi Kör Mehmet’in mezaliminden koruyamadı. Kör Mehmet saldırdığında, tekmil Ezidilerin başında Ali Bey vardı. Ali Bey, kavmini o zamana kadar Müslümanların saldırılarından çok iyi korumuştu. İyi bir lider, gözü pek bir savaşçıydı. Ancak Müslüman Mizûrî aşiretinin alt kollarından Elman aşiretinin ağası Balate’li Ali Ağa’yla aralarında uzun yıllara dayanan bir kan davası vardı. O gün Ali Bey, oğluna sünnet düğünü yapacaktı. Kanlısı Ali Ağa’yı da oğluna kirvelik yapsın diye davet etmek istedi, ancak amacı başkaydı. Haber Ali Ağa’ya gittiğinde hiç tereddütsüz kabul etti, ne de olsa kirvelik Ezidilerde kutsal bir gelenekti; kanlısının çocuğunu kucağına alırsa eğer, bu manasız kan davası da son bulacaktı. Yanına bir adam alarak sünnet düğününe gitti. Düğün için Ali Bey bütün Ezidi aşiret liderlerini kasrına çağırmıştı. Bir süre sonra misafirleri Ali Ağa da geldi. Öğle yemeği yendikten sonra, 40 Ezidi aşiret ağasının huzurunda Ali Bey adamlarını Ali Ağa’nın üzerine saldı. Gafil avlanmıştı, onlarca adam bir süre uğraşarak Ali Ağa’yı nefessiz bırakıp boğdu. Aslında buranın töresinde düşmanını evinde öldürmek yoktur ama işte Ali Bey bu kuralı çiğnemişti. Ali Ağa’nın naaşı divanhaneye uzatıldı. Ali Bey hançerini kınından çıkardı. İlk hançeri cesede sapladı, sonra hançeri geri kalan aşiret ağalarına sırayla verdi. Her biri cesede birer hançer sapladı, böylece Ali Ağa’nın ölü bedeninde 41 hançer yarası oluştu.
‘CİNAYETE HEPİMİZ ORTAĞIZ’
Sonra Ali Bey divanhanede bulunan aşiret liderlerine dönerek, “Bir Müslüman ağanın kanını hep birlikte döktük, cinayete hepimiz ortağız” dedi. Haber tez yayıldı, Ali Ağa’nın dayısı Mela Ehyayê Mizurî haberi alır almaz soluğu Kör Mehmet Paşa’nın yanında aldı. Yeğeninin intikamı için yardım diledi. Zaten çoktandır Ezidi kanı dökmek için bahane arayan Mir Mehemet, yanındaki Mela Muhammed Xatî’den, “Ezidilerin katli vaciptir” fetvasını aldı ve kana susamış ordusunu Ezidi yurduna doğru sefere çıkardı.
DİCLE’NİN SULARINDA AKIP GİTTİLER
BAHARDI. Musul ile Şengal’i birbirinden ayıran Dicle coşkun akıyordu. Ezidiler, çoluk çocuk kafileler halinde Musul’a kaçmak için nehir kenarına yığıldı. Kaçmalarına engel olsun diye köprü önceden yıkılmıştı. Kaçacak hiçbir yeri olmayan, kendini nehrin azgın sularına bıraktı. Çok az kişi karşı kıyıya ulaşabildi. Nehrin bu tarafında çocuklarını bırakmak istemeyen kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kalmıştı. Feryatları ovada kayboluyor, kurtuluş umutları nehrin azgın dalgalarına kapılıp gidiyordu. Kurttan korkan koyunlar misali bir araya toplandılar. Kör Mehmet’in “Bir dinsiz öldürerek cennete giderim” diyerek yola çıkmış gözü dönmüş savaşçıları aç kurtlar gibi daldı kalabalığa. Feryatlar arş-ı âlâya yükseldi. Kadınlara tecavüz edildi. Küçük çocuklar ayaklarından tutup sallanarak, suya taş atar gibi coşkun ırmağın azgın sularına atıldı. Irmağın karşı kıyısındaki Musul ahalisi, evlerinin damına çıkmış katliamı seyrediyordu. Bu mazlum, bahtsız, derbeder insanların kılıçtan geçirilmesini seyredenler Müslümanlar ve Hıristiyanlardı. İki dinin mensupları da “şeytanın çocuklarının” katlini bir tiyatro oyununu seyreder gibi seyrediyorlardı. Irmağın kenarındaki herkes öldürüldükten sonra Şengal Dağı’na yöneldi ordu. Mağaralara saklananlar vardı. Mağara ağızlarında büyük ateşler yakıldı, içeri duman verildi, kalanlar da orada dumandan boğuldu. Liderleri Ali Bey kıstırıldı. Kaçacak hiçbir yeri kalmamıştı. Esir alındı, Rewandiz’e götürüldü. İslam dinine geçmesi için zorlandı, eziyet gördü ama o, onca eziyete direndi. Dininden vazgeçmedi. Bunun üzerine kalbine bir hançer saplanarak öldürüldü.
HALİS MUHLİS KÜRTLER AMA…
Kör Mehmet Paşa’nın öfkesi, Ezidilerin tamamını kılıçtan geçirdikten sonra da dinmedi. O günden itibaren her gün 3 Ezidi’nin kellesini keserek Amediye Kalesi’nin kapısına çivilemeyi bir vazife olarak verdi adamlarına. Bu durum, ‘Mîrê Kor’un yakalanıp Dersaadet’e götürülmesine kadar devam etti. Şengal Dağı’ndaki katliamda, Ali Bey’in küçük oğlu Hüseyin’e ulaşamadılar. Annesi onu bir kuytulukta saklamıştı. Katliamdan kurtulan ender erkek çocuklardan biriydi Hüseyin. Kavim bu çocuğa daha sonra gözü gibi baktı. Halkını toplayıp yeniden bir hayat kurma görevini üstlendi. Bir süre sonra Şêxan (Şeyhan) Ezidilerinin lideri oldu. Bize bu hikâyeyi ilk defa İngiliz seyyah ve diplomat Austen Henry Layard anlattı. Başta Ninova olmak üzere yaptığı keşiflerle bugün “çağdaş arkeolojinin babası” olarak kabul edilen Layard sayesinde Ezidiler, Batılı gezgin ve oryantalistlerin araştırmalarına konu oldu. O zamana kadar medeni dünya Ezidilerden bihaberdi. 1840’lı yıllarda Layard, Hakkâri dağlarındaki Nasturilerin mekânlarıyla, Ezidilerin diyarı Şengal Dağı ile kutsal haç mekânı Laleş’e yaptığı ziyaretlerle, bu iki halkın çektiklerinden dünyayı haberdar etti. Gezisinin sonrasında kaleme aldığı “Ninova ve Kalıntıları” adlı kitabı çok uzun yıllar Türkiye’de yasaklı kaldı, kitap ancak 2000 yılında İstanbul’da, Kürt romancı müteveffa Mehmed Uzun’un önsözüyle, Türkçe’ye çevrilerek Avesta Yayınları tarafından yayımlandı. Ezidiler, Uzun’un deyimiyle, “dünyanın en fazla unutulmuş, yanlış anlaşılmış, en fazla acı çekmiş topluluğu”dur. Zerdüşt’ten beri, hiç kimseye bir zararları olmadığı halde, hep bir tehlike unsuru olarak görülmüş, murdar ve necis muamelesi görmüş, kestikleri hayvanın eti yenmemiş, yemek yedikleri kap kaçak kırılmış, oturdukları minder yıkanmış, hayvanlarından elde edilen ürünler bile yenmemiş, hep horlanmış, hem aşağılanmış, hep katledilmiş, hep savunmada kalmış ve her defasında kıyıma uğramışlar. Halis muhlis Kürt oldukları halde, edebiyat, konuşma, ibadet dilleri Kürtçe olduğu halde, kutsal kitapları Mishefa Reş (Kara Kitap) Kürtçe yazıldığı halde, kâh Kürt mirlerinin, beylerinin, ağalarının ayakları altında ezilmiş, kâh Osmanlı paşalarının ağır zulmüne maruz kalmışlar.
 HALA GİZEMİNİ KORUYOR
NINOVA’nın yanında “ikinci büyük keşfi” olarak kabul edilen Ezidilerin Layard tarafından keşfedilmesinden bugüne, onlara dair sayıları binlerle ifade edilen kitap yazıldı, üniversitelerde tez yazıldı, belgeseller çekildi. Buna rağmen, ne kendileri dinleri hakkında tam ve sağlıklı bir bilgiye sahipler, ne de araştırmacılar bu konuda hemfikir oldular. Bu tuhaf din hâlâ gizemini koruyor ve bu gizemden mütevellit hâlâ saldırılarla karşı karşıya kalıyorlar. Hayatları, tarihleri bütün zamanlarda kan, acı, hüzün, korku ve çaresizlikle örüldü. Tarihin her döneminde yerlerinden, yurtlarından edildiler. Zalimin kılıcından korunmak için hep dağların yükseltilerine sığındılar. Zaman zaman Osmanlı paşaları, zaman zaman yeminli düşmanları olan komşuları Müslüman Kürt ve Arap aşiretleri tarafından kılıçtan geçirildiler. Hemen hemen bütün Ezidiler benzer bir tarih yaşamışlar, hemen hemen hepsi kılıç artığıdır. Peki neden böyle?
MÜSLÜMANLIĞA ZORLADILAR
YİNE Babil’deki çivi yazıtlarını ortaya çıkaran Layard’ın meslektaşı Hormuzd Rassam’ın aktardığına göre, Kör Mehmet Paşa’dan sonra Osmanlı’ya başkaldırmış, tarihteki en büyük Kürt isyanına önderlik yapmış Botan Beyi Mir Bedirhan da Ezidi öldürmekten özel bir zevk alıyordu. Her Kurban Bayramı’nda bölgede birçok Ezidi’yi toplar, bayram günü büyük bir meydanda toplu bir şekilde Müslüman olmaya zorlardı. Müslümanlığı kabul etmeyenleri, herkesin huzurunda kendi eliyle keser; koç, koyun yerine kurban ederdi. Müslümanlığa geçenler ise emirin konağında hizmetçi olur, genç kızları da cariye yapılırdı. O cariyelerden birine daha sonra nikâh kıydı Bedirhan Bey. Tarihe Çöl Prensesi (Prensesa Çolê) olarak geçen bu kadın, yirminci yüzyılın en ünlü Kürdologları Celadet ve Kamuran Bedirhan kardeşlerin ninesidir.
YARIN: GERÇEKTEN ŞEYTANA MI TAPIYORLAR? NASIL İBADET EDİYORLAR?
Muhsin Kızılkaya
Hiçbir dinden değil, her dinden parça var
24 Eylül 2014 Çarşamba, 09:24:38Güncelleme: 09:33:04
EZİDİLİK, Ortadoğu’nun kadim dini geleneklerinden birisidir. Anavatanı Kürdistan coğrafyasıdır. Günümüzde, Irak Federal Kürdistan Bölgesi, Türkiye, Suriye, Ermenistan, Gürcistan, çeşitli Avrupa ülkeleri ve Rusya federasyonu sınırları içinde yaşıyorlar. Eskiye nazaran nüfusları çok azalmış. Ezidi kaynaklarına göre, şu anda bütün dünyada, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde 400-450 bin, Suriye’de 15-20 bin, Türkiye’de binlerle ifade edilecek küçük bir nüfus, Rusya Federasyonu’nda 150-180 bin, Avrupa’da 60-75 bin olmak üzere toplam 750 bin Ezidi yaşamaktadır. Avrupa’daki nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye’den gidenlerdir, dolayısıyla buradaki Ezidilerin hemen tümü Türkiyelidir. Dünyadaki toplam Ezidi nüfusun yarısından fazlası Irak Kürdistanı’ndadır. Musul’a bağlı Ninova ve Duhok’a bağlı Şengal bölgeleri barındırıyor bu nüfusu.
Ezidiler Kürt’tür. Hemen hemen tümü Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinin Botan şivesini kullanıyor. Bunun yanında Ninova’da bulunanların bir kısmı şu anda Arapça da konuşuyor.
Ezidi inanç sisteminin kurucusu ve peygamberi olarak kabul edilen Şeyh Adi bin Musafir, aslen Hakkârili olup Lübnan’a göçmüş bir ailenin çocuğudur. 1072 yılında Baalbek’te doğmuştur. Musul’un kuzeyinde yer alan Laleş Vadisi’ndeki eski bir manastırı bir dergâha çevirdi, bu dergâhta birçok mürit yetiştirdi, kimin yazdığı hâlâ kesinlik kazanmamış, dünyanın en kısa kutsal kitabı olarak kabul edilen ve tamamı Kürtçe olan Mishefa Reş’i (Kara Kitap) kutsal kitap belledi ve 1162 yılında vefat etti. Şeyh vefat ettikten sonra Laleş’teki tapınakta gömüldü, bu tarihten itibaren Laleş tapınağı, Musul, Hakkâri, Botan Çayı, Cizre, Nusaybin, Mardin, Van, Kafkaslar ve Urmiye’de bulunan Kürt aşiretleri içinde yaygınlaşmış olan Ezidi inancına sahip herkes için bir hac mekânına dönüştü.
KUTSAL VADİNİN GİZEMİ
HER yıl 6-13 Ekim günleri arasında Laleş’te büyük Ezidi buluşması yaşanır. Bunun adı “Cema (Toplanma) Bayramı”dır. Şeyh Adi’nin türbesine yapılan hac ziyareti, onlar için hem dini, hem de milli bir vazifedir. Bu tören sırasında, şeyhin sandukasına yüz sürüp üç kez tavaf eden her Ezidi hacı olmuş sayılır.
Şeyhin türbesine, Sırat Köprüsü denilen bir köprüden geçerek ulaşılır. Türbenin içinde bir pınar var. Pınarın adı “Akpınar”dır (Kahniya Sipî). Bu pınarın suyuna zemzem suyu adı verilir. Çocuklarını bu pınarın suyuyla vaftiz ederler. Hac vazifesi, bir tören şeklinde yerine getirilir.
Vadi boydan boya, kocaman dut ağaçlarıyla çevrilidir ve her dut ağacına bir büyük dini şahsiyetin adı verilmiştir. Bu ağaçlar teker teker ziyaret edilir. Vadide bulunan ağaçların tek dalını bile kesmek, günahların en büyüğüdür. Kutsal vadinin hiçbir yerinde ayakkabı ile dolaşılmaz. Burada zinhar cinsel ilişki kurulmaz. İçki içilip sarhoş dolaşılmaz. Kem gözle kimseye bakılmaz. Ziyaret boyunca her türlü kötülükten arınır insan, pür iyilikle dolar.
Ezidiler, tarih boyunca aldıkları yaraların acısını dindirmek istercesine seher vakti, güneşin ilk ışıkları vadiye vurur vurmaz, yüzlerini güneşe çevirip dua etmeye başlarlar. Sonra Şeyh Adi’nin türbesinin kapısında sıraya geçerler. Türbenin kapısında dizilmiş olan din adamları şeyh, pir, kaval (qewal) ve fakirlerin (feqîr) ellerini öpüp durmadan kavilleri okurlar. Kaval ve fakirlerin çaldıkları bendirler ve okudukları kaviller eşliğinde dans ederler. Güneş batarken de, tekrar hep birlikte yüzlerini güneşe çevirip içlerinden geçenleri kavil ve dualarla güneşe anlatırlar.
Sabah ve akşam günde 2 kez kılınır namaz. Sabah namazında, güneş belirli bir sarılığa ulaştıktan sonra, güneşe karşı durup 3 defa eğilmek (rükua varmak) suretiyle kaviller okunur. Akşam güneş batmaya yüz tuttuğunda da aynı hareket tekrarlanır.
Ezidilik hiçbir dinin, felsefenin kolu ya da devamı değildir. İçinde Mezopotamya’da bulunan bütün dinlerden, felsefelerden, inançlardan birer parça barındırır. Hıristiyanlıktan vaftiz ve İsa’nın yeniden doğacağı inancını, Zerdüştlük’ten düalizm ve ateşin kutsallığını, İslamiyet’ten hac, oruç, namaz, sünnet ve kurbanı, Alevilik’ten ahret kardeşliğini (birayê axretê), Şamanizm’den dans ve zikir törenlerini aldığını söylerler konunun uzmanları.
EZİDİ KELİMESİ NEREDEN GELİYOR?
SON IŞİD saldırısına kadar Türkiye’deki yazılı ve görsel basında isimleri hep “Yezidi” olarak geçti. Kürtçe kavramların doğru yazılmasına özen göstermeyen basın, ne olduysa son günlerde dil değiştirerek isimlerini gerçek biçimiyle “Ezıdi” olarak yazmaya başladı. Aslında isimleri konusunda, Batılı misyonerler tarafından keşfedildikleri günden bugüne bu karışıklık hep sürdü. Kimin onlara ne dediği önemli değil, önemli olan onların kendilerine ne dediği… Kürtçe bilen hiçbir Kürt’ün ağzından, onları tanımlarken “Yezıdi” kelimesi çıkmaz. Onlar ve Müslüman Kürtler onlara “Êzıdi” veya “Ezıdi” diyor. “Ezıd” kök isimdir, “i” eki aitlik bildirir Kürtçe’de. Yani “Ezıdi” derken, “Ezıd’e ait olan, Ezıd kavmine, dinine mensup” demek istiyoruz.
Kelimenin kökeni hakkında birçok fikir ortaya atılmış. İran’ın “Yezd” şehrinden geldikleri için bu isim aldıklarını söyleyenlerden, Farsça’daki “Tanrı” anlamına gelen “Yezdan”a, Kürtçe’deki “beni yaratan” anlamındaki “Ezda” kelimesinden, Farsça’daki “Îzed” kelimesine kadar bir yığın değişik fikir bugüne kadar hep tartışıldı. Ama günümüz Ezıdi aydınların en çok rağbet ettikleri isim “Ezıdi” kelimesi. Bu aydınlardan Xelil Cındi Reşo’ya göre bu kelime ilk defa “temiz ruhlar”, “dosdoğru yolda yürüyenler” anlamına gelen “E-zı-di” şeklinde Sümer yazıtlarında kullanılmış.
Gazetemiz yazarlarından Murat Bardakçı ise Yezıdi kelimesinin Kerbela’da Hazreti Hüseyin’i şehit eden Muaviye’nin oğlu Yezid ile hiçbir alakası olmadığını, buradaki Yezid’in kökeninin Farsça’da “Allah’a ibadet eden” anlamına gelen “Îzed” kelimesinden geldiğini, “Îzed” veya “Îzid”in İran’ın eski dini olan Zerdüştlük’te iyilik tanrısı olduğunu, bu tanrının bir başka adının “Hürmüz” olduğunu ve kötülük tanrısı “Ehriman”la mücadele halinde olduğunu, kelimenin Farça’dan Kürtçe’ye “Ezid” şeklinde geçtiğini” söyler ki, bu yorum günümüz Ezıdi aydınlarının da yorumuna çok yakındır. Ben de aynı fikirdeyim.
ŞEYTANA TAPMAZ ONU YOK SAYARLAR
EZİDİ inanışında Tanrı, dünyanın koruyucusu değil sadece yaratıcısıdır. O faal değildir ve dünya ile ilgilenmez. O yüzden dünya iktidarını 7 meleğe devretmiştir. Her bin yılda bir melekler insan kılığına girip yeryüzüne iner, yeni bir kanun getirir, giderlerken de geride bir çocuk bırakırlar. İşte o çocuk bir şeyhtir.
Tanrı adına yeryüzü nizamını sürdüren bu meleklerin başında Azazil, bir diğer adıyla “Tavus Meleği” (melekê tawûs) vardır. Tavus Meleği, meleklerin en güçlüsü, en iyisidir. Tanrı adına düzeni yürüten yani Tanrı’nın ikinci kişiliğidir.
Ezidi inanışına göre, Tanrı Adem’i yarattıktan sonra, bütün meleklerine Adem’e secde etmesini emreder. Ancak Tavus Meleği, Tanrı’dan başkasına secde etmeyeceğini, çünkü kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını söyleyerek secde etmeyi reddeder. Bunun üzerine Tanrı, onu cennetinden kovar, o da 7 bin sene ağlayıp gözyaşı döker, öyle ki döktüğü gözyaşlarıyla cehennemin ateşini söndürür. Tanrı ödül olarak, onu tekrar cennetine kabul eder.
Bu inanıştan, Ezidiler şöyle bir sonuç çıkarmışlar. Tavus Meleği, Tanrı’nın buyruğuna karşı gelerek “kötü” bir şey yaptı. Yaptığı “kötülükle” Tanrı bile baş edemediğine göre, kötülüğü “uyandırmamak” lâzım. Onun için en iyisi, Tanrı’yı bile dize getirebilen kötülük timsalini yok saymaktır. İnsanın karşılaştığı her şey Tanrı’nın isteğine göre olur ve iyidir. Bir şeyi kötü diye nitelendirmek, insanın bakış açısına bağlıdır. Kötülük ve cehennemin olmaması, kendisiyle birlikte cehennemin kapılarını açan varlığı da yok sayar. Ezidiler, şeytana tapınmayı değil, onun varlığını yadsımayı temel alıyorlar.
Tanrıdan sonra en büyük varlık olan Azazil, yani Tavus Meleği, Ezidilerin çevresinde yaşayan Sünni çoğunluk ve Hıristiyan azınlık tarafından kötülüğün simgesi “Şeytan” olarak görüldüğünden, Ezidiler bu yüzden “şeytan” kelimesini hakaret olarak algılamış, bu kelimeyi hayatlarından çekip almışlar. Bundan dolayı “şeytan” kelimesini kullanmaz, bu kelimeyi çağrıştıracak “şat”, “kaytan”, “na’let”, “şin” vb. kelimelerin kullanılmasını yasaklamışlar.
MARUL YASAK, KURU FASULYE HARAM
EZİDİ inanışına göre, insan ölür ancak ruhu ölmez, ruh başka gövdelere geçerek varlığını sürdürür. Güneş, ay ve yıldızlar ışık kaynaklarıdır, onun için hepsi kutsaldır. Ateş, nur saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Kutsal kitapları olan “Kara Kitap”ta (Mishefa Reş) bazı yasaklar şöyle sıralanır: “Peygamberin adını çağrıştırdığı için marul yemek yasaktır. Kuru fasulye haramdır. Koyu mavi boya kullanmak, mavi elbise giymek yasaktır. Onu karnında sakladığı için Yunus Peygamber’e saygısızlık olmasın diye, balık yenmez. Peygamberlerinden birinin sürüsü olduğu için ceylanların etini yemek haramdır. Tavus kuşuna saygısızlık etmemek için ona benzeyen horozun eti de yenmez. Güneş kutsaldır, ışık saçar, ısıtır, hayat verir. Yılan güneş ışığını çok sevdiği için yılan kutsal bir hayvandır, kesinlikle öldürülmez. Beyaz renk kutsaldır; beyaz, saflığın, temizliğin sembolüdür. Onun için Ezidiler, beyaz kıyafetler giymeye özen gösterir. Saç ve bıyık uzatmak, uzatılan saçları örgü yapmak gelenektir. Ezidiler için farz olan dini vecibeler şahadet, namaz (ibadet), oruç, zekât ve haçtır. Onlara göre Tanrı’nın birçok ismi vardır. Bunlardan en çok kullanılanı ve en güzeli “Xuda” (Hüda) dır. Şahadet, Tanrı’nın sonsuz kudret sahibi olduğunu gösterir. Şeyh Adi ile mürşitleri Sultan Ezit ise Tanrı’nın meleği, yerin nuru ve insanlığın sevincidir. Tavus Meleği, Tanrı’nın meleği ve elçisidir. Ezidiler, kendilerini büyük bir aile olarak görüyorlar. Bu aile kendi arasında “Binemal” veya “Babik” diye ayrılır.
Ezidiler birbirini aşiret, kabile, mal ve ocaklar üzerinden tanımaktadırlar.
KATI BİR HİYERARŞİ
SINIFLI bir toplumdur Ezidi toplumu. Katı bir hiyerarşi vardır. Temelini dinden almaktadır. Kan bağına dayanır. Sınıflar arası geçiş mümkün değildir. Toplumu tepeden aşağıya şeyhler, pirler ve müritler oluşturur. Şeyhler ve pirler toplumu yönetir, müritler ise onlara bağlıdır. Bu müritlere göre, Doğu’nun diğer ucunda veya Batı’nın diğer ucunda olsun, müridin yatağında kaç kez döndüğünü bilmeyen bir şeyh, şeyh değildir, bağlılık o derecedir.
Toplum yapısını inceleyen antropologlar ve sosyologlar, tarih boyunca uğradıkları onca kıyıma, gördükleri onca zulme rağmen, toplumun varlığını hâlâ sürdürüyor olmasını, çok sıkı bir şekilde oluşmuş olan bu örgütlenme yapısına bağlarlar. Her mürit, muhakkak bir şeyh, bir pir, bir usta, bir mürebbi ve bir “ahiret kardeşi”ne (birayê axretê) sahip olmak zorundadır.
Şeyhler, kendi aralarında Adaniler, Şemsaniler ve Kataniler diye üç bölüme ayrılıyorlar. Bu üç şeyh kastı kendi aralarında evlenemezler ancak her şeyh ailesi kendi kastı içinde evlenebilir. Örneğin bir Adani şeyhi, ancak Adani bir aileden birisiyle evlenebilir. Pirlere gelince… “Pir” kelimesi Arapça’daki şeyh kelimesinin Kürtçe’deki karşılığıdır. Şeyh aileleri, Şeyh Adi’nin ailesinden gelirler ve bu aileler kendi aralarında evlenebiliyorlar.
Bu iki kastın dışında kalan Ezidilerin tümü mürittir. Müritler ancak kendi aralarında evlenebiliyorlar. Hemen hemen hepsi aşiret ve kabileler şeklinde örgütlenmişler.
Ezidi toplumu yılın büyük çoğunluğunu bayram, özel günler ve özel ziyaretlerle geçirir. Êzid, Bêlinda, Hıdır İlyas bayramlarının yanında en büyük bayramları yılbaşıdır. Bu bayram Melekzan, Melek Tavus ve Kızıl Çarşamba (Çarşemba Sor) olarak da bilinir. Doğu takvimine göre nisan ayının ilk çarşambasına rastlar. Bu ay boyunca düğün yapılmaz. Yılbaşı gecesi, Babaşeyh ve meclisinde sema icra edilir. Kutsal Laleş’in her tarafında kandiller yakılır.
Ezidilerin ibadet için Müslümanların camisine, Hıristiyanların kilisesine, Musevilerin havrasına benzer özel bir mabedi yoktur. Bir Ezidi için evliyaların mezarı, dağlar, pınar başları, görkemli ağaçların altı gibi kutsallık kazanmış mekânlar, yüzünü güneşe dönüp ibadete durması için mükemmel birer mekândır. Yaşadıkları yerlerde ziyaret edilebilecek böylesi bir mekân mutlaka vardır, bu mekanlarda tertiplenen şenlik ve festivaller onlar için ibadettir. Yılbaşının bitiminden haziranın sonuna kadar bu mekânlar kafileler halinde ziyaret edilir. Bu ziyaretlere “tavaf” denir.
Sanatçılardan Ezidilere destek
MELTEM Cumbul, Şevval Sam, Engin Günaydın, Bennu Yıldırımlar ve Tülin Özen’in de aralarında bulunduğu 35 sanatçı, IŞİD’in yaptığı katliamın ardından Şengal’e göç etmek zorunda kalan Ezidi halkına destek için kameraların karşısına geçti. “Şengal’e Ses Ver” sloganıyla hazırlanan ve Zeynel Doğan’ın çektiği kamu spotunda, ünlüler şu mesajları verdi: “On binlerce Ezidi göç yollarında. Şengal’e bir ses ver. Ezidi felsefesinde düşmanlık ve kin yoktur. Ezidilerin tanrısı Azda, intikam peşinde koşan bir tanrı değil. Ezidi halkının bize ihtiyacı var. Sakladığın değil, paylaştığın senindir. Katliamdan sonra bir Ezidi şeyhi şöyle der: Güneşi öldüremezsiniz. On binlerce Ezidi göç yollarında, Şengal’e bir ses ver.”
Muhsin Kızılkaya
Horlandılar, aşağılandılar yine de hep direndiler
25 Eylül 2014 Perşembe, 07:21:47Güncelleme: 08:57:49
YAZI DİZİSİ – 3
20. yüzyıl, birçok millete kötü davrandığı gibi, Ezidilere de hiç iyi davranmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni devletler, Ezidilerin topraklarını parçaladı, böylece farklı devletin sınırları arasında yaşamak zorunda kaldılar. Nüfusun büyük bir kısmı Irak’ta kaldı, geri kalan kısmı Türkiye, Suriye ve eski Sovyetler Birliği arasında dağıldı. Böylece daha çok ritüellere, ziyaretlere, sembollere dayalı olan dini gelenekleri zayıfladı. Örneğin daha önce sözünü ettiğim ve en önemli dini ritüellerden biri olan Tavus Meleği heykelinin köy köy dolaştırılması geleneği, araya giren sınırlardan dolayı yerine getirilmez oldu, sadece Irak’ta kalanlarla sınırlı kaldı. En önemli ziyaret yeri ve hac mekânı olarak kabul edilen Laleş’in Irak’ta kalmasından dolayı, örneğin Türkiye ve eski Sovyetler Birliği’nin sınırları arasında kalan Ezidiler buraya gidip hac vazifelerini yerine getiremez oldu.
Ehli kitap sayılmadıkları için de hiçbir yerde bir statü sahibi olmadılar. Yakın bir zamana kadar, Irak’ta federe bir devlet kurulup Kürdistan bölgesinde şu anda elde ettikleri statüye kavuşuncaya kadar bunun mücadelesini verdiler ancak hiçbir sonuç elde etmediler. Ermenistan ve Gürcistan sınırları arasında yaşamak zorunda kalanları bunların dışında tutmak gerekir, zira burada özel bir statüleri olduğunu söylemek mümkün…
MÜSLÜMANLAR ‘YEZİD’İN SOYU’ DİYE GÖRÜYORDU
Osmanlı toprakları arasında yaşayan Ezidilerin ilk kafilesinin Kafkasya’ya göçü Kırım Savaşı ve tarihe 93 Harbi olarak geçen Osmanlı- Rus Savaşı sırasında oldu. Ama asıl göç 20. yüzyıl başında oldu. Van, Doğubayazıt ve Kars’ta yaşayan Ezidilerin büyük çoğunluğu, Osmanlı ile Rusya arasındaki savaşta genellikle Ruslardan yana tavır aldılar. Müslüman komşuları tarafından “şeytan tapanlar”, “Yezid’in soyu” olarak görülüyorlardı; savaş sırasında Ruslardan yana tavır almaları, üstüne üstlük Sultan Abdülhamid tarafından askeri mekteplerde okutulan Kürt ağa ve bey çocuklarının zabit olanlarından oluşturulan Hamidiye Alayları’nın onlara yönelik mezalimi hepsinin yurtlarını bırakarak Kafkasya’ya göçmeleri sonucunu getirdi.
Ermenistan’a gidenler savaştan dolayı boş kalmış köylere, Gürcistan’a gidenler ise Tiflis ve Telavar gibi şehirlere yerleştiler. Genellikle aynı köyden gelenler, aynı şehrin aynı sokağında şeyhleri ve pirleriyle oturmaya başladılar. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Ermenistan’da bulunanlar köyden şehre göç ettiler. Çocukları okula gitmeye başladı, birçoğu okudu, kısa süre içinde aydın bir zümre yetişti.

 Bu aydın ve yazarlar Kiril alfabesiyle Kürtçe kitaplar yayınladılar, dergiler çıkardılar. Daha sonra Kürt siyasi mücadelesinde önemli bir aydın kuşağının önemli tarihçi, yazar ve araştırmacıları buraya giden Ezidiler arasında ortaya çıktı. İlk Kürtçe romanı yazan Erebê Şemo, önemli bir tarihçi olan Qanadê Kurdo, önemli bir araştırmacı olan Celilê Celil, modern Kürt hikâyeciliğinin önde gelen isimleri Tosinê Reşit, Timurê Xelîl ve daha onlarca ses sanatçısı, ressam ve müzisyen hep buraya göç eden Ezidiler arasından yetişti. 1955’te Ermenistan’da Kürtçe yayın yapan “Ervian Radyosu”nu kurdular. Irak’ta kalanlar ise kendi kabuklarına çekilerek küçük bir cemaat olarak varlıklarını sürdürdü. Komşuları Müslüman Kürtler ve Araplarla az ilişkileri oldu. Şehir pazarlarına mallarını satamaz oldular. Hep horlandılar, aşağılandılar. Yine de direndiler.
HAKLARINI ALDILAR
1990’lı yılların başından itibaren Kürdistan bölgesinin yavaş yavaş Irak’la olan bağlarının gevşemesiyle birlikte onlar da biraz rahata kavuştular. Savaştan sonra kabul edilen yeni Irak Anayasası’nın bölgeyi “Federe Kürdistan” olarak kabul etmesiyle birlikte Ezidiler de bir yığın yeni siyasi ve hukuku haklar elde ettiler. Bu kazanımlar, Ezidilerin tarih boyunca elde ettikleri en “parlak” kazanımlardır. Kürdistan bölgesinde artık, Ezidi tarihi araştırılabiliyor, dinlerine dair kitaplar çıkıyor. Ezidi kültür evleri açılıyor, araştırma imkânları yaygınlaşıyor, medyada Ezidi merasimleri haber olabiliyor. Hem Bağdat, hem de Kürdistan parlamentosunda milletvekilleri var. Kent konseyinde Ezidi temsilci var. Kürdistan parlamentosunda Ezidi bir bakan var. Ve en önemlisi Ezidi çocukları okullarda kendi dinlerinin dersini alabiliyorlar.
Özellikle Türkiye’nin Doğu bölgesinde yaşayan Ezidilerinin önemli bir kısmının yüzyılın başında Kafkasya’ya göçtüklerini söylemiştik. Güneydoğu Bölgesi’nde kalanlar ise, hep dağ başlarında, kuytuluk yerlerde kalan köylerde hayatlarını sürdürdüler. Bu köylerdeki hayatları izoleydi. 1960’ların başında Batman’da petrolün bulunmasından sonra dağlardan şehirlere inip petrol havzasında çalışmaya başladılar. Ancak burada da rahat bırakılmadılar. Çocukları okula gitti, burada aşağılandılar. Büyük şehirlere kaçtılar, oralarda da tutunamadılar. Yurtiçinde çalışma imkânları kalmayınca 1964 ile 1974 yılları arasında Avrupa’ya işçi olarak gitmeye başladılar. İlk gidenler yol açtılar, zaman içinde tümü Avrupa’ya göçtü, geride çok az sayıda Ezidi kaldı.
KUTSAL MEKÂNLAR KUTSAL ZAMANLAR…
Ezidilik, Ortadoğu’nun en nevi şahsına münhasır dinidir. Kutsal üzerine bina edilmiştir. Kutsal mekânlar, kutsal zamanlar ve kutsal varlıklar… Bunların üçü olmazsa, Ezidilik diye bir şey olmaz. Geleneksel Ezidiliğin boy verdiği, yeşerdiği ve yüzyıllardan beri tutunduğu coğrafya, kutsal ziyaretgâhlar, mukaddes şahsiyetler, ulu dağlar, yalçın kayalar, gümrah ağaçlar ve gürül gürül akan ırmaklarla doludur. Yine Yaşar Kaplan’a göre, “Dini yaşam ve dini gelenek bunların etrafında dönmekte, her ‘kutsal’ın ifa ettiği bir vazife, doldurduğu bir manevi boşluk alanı vardır.”
Ezidi toplumunun köyden kente göçü, yurtlarından kopup başka ülkelere gitmesi bu toplumun dininde ve geleneklerinde önemli travmaların oluşmasına yol açtı. Büyük şehirlere göçen, Avrupa’ya giden Ezidiler, bütün bunlardan mahrum kaldı. Bunların yerine hem bir araya gelmek, hem de ibadet mekânı olarak kullanmak için “Ezidi Evleri’ni açtılar. Ama bu “evlerin”, sözünü ettiğimiz mekânların yerini tutması mümkün değil. Avrupa’da yaşamakta olan bir Ezidi kadını, onlara dair önemli bir araştırma yapmış olan Sabiha Banu Yalkut’a, “Cin diye bir şey var mı bilmem. Ama eğer cinler varsa ancak bizim topraklarımızda yaşayabilirler. Almanya’da cinlere yer yok” demişti. Bu evlerde şu anda sadece doğum, sünnet, vaftiz, saç kesimi, düğün, ölüm gibi geleneklerle dinin varlığı devam ettirilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla, geçmişte dininden olmamak için kellesinden olmayı göze alan o inatçı, dinine bağlı Ezidiler yerini, bugün Avrupa’da ve büyük şehirlerde, gün geçtikçe geleneksel dine pek itibar etmeyen, kendi dinlerini bırakıp Müslümanlığa veya Hıristiyanlığa geçen Ezidi gençler alıyor. Geleneksel Ezidiliğin yasakladığı bir yığın şey, şimdiki gençlerin artık pek umurunda değil. Örneğin geleneksel dinin yasakladığı domuz, horoz, balık ve ceylan eti artık yeniyor, kuru fasulye ve marul gibi sebzeler tüketiliyor, içki içiliyor. Mavi renkli elbise giymenin haram olduğu zamanlar geride kaldı. Eskiden bir Ezidi bıyık kesmez ve kısaltmazdı, şimdi bırakın kısaltmamayı, bıyık bırakmayanlar bile var. Çarşamba günleri saç-sakal kesmeme, cinsel ilişkiye girme, yıkanma ve temizlenme ile normal zamanlarda bıyığın kesilmesi veya kısaltılması, vücut hatlarını gösterecek kadar ince elbiseler giyilmesi, yas zamanları haricinde tamamen siyaha bürünülmesi, kadınlar için başı açık olma, çocuk düşürme veya çocuk yapmaya karşı çıkma gibi birçok gelenek, modern hayata yenik düşüyor. Bitirirken şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Modern hayat, tarih boyunca Ezidilere karşı yapılan onca katliamdan, onca soykırımdan daha çok zarar veriyor onlara…
ÇOCUK SÜNNET EDİLİR, SAÇI KESİLİR VE VAFTİZ OLUR
Geleneksel Ezidilik’te, bir Ezidi doğumundan ölümüne kadar bazı ritüelleri yerine getirmekle mükellefti. Bu ritüeller günümüzde birçok değişikliğe uğramış. Ezidilerde sünnet çok önemlidir. Her Ezidi sünnet olmak zorundadır. Eğer sünnet olmadan önce ölürse, gömülmeden önce mutlaka sünnet edilir. Çocuğunu sünnet edecek herkes çocuğuna bir kirve bulmak zorundadır. Kirvenin kucağında sünnet edilen çocuğun kanı, kirvenin elbisesine sürülür. Kirvelik büyülü bir akrabalık ilişkisi getirir, kirveler zinhar evlenemez. Ezidi bir çocuk, saçı kesilmeden, vaftiz ve sünnet edilmeden tam bir Ezidi olamaz.
Ezidiler, eskiden çabucak sorumluluk alsınlar diye çocuklarını çok erken yaşlarda evlendirirlerdi. Düğünleri, genellikle Müslüman Kürt düğünlerine benzer, sonbaharda yapılır. Ezidilerde, kastlar arası evlilik yasakları dışında yenge, amcanın karısı, dayısının karısı, elti ve kirvelerle kesinlikle evlilik yapılmaz. Nikâhı 2 kişinin şahitliğinde Şeyh kıyar. Boşanmalar enderdir, hoş karşılanmaz. Talak ve boşanma hakkı kocanındır.
Ölüm geleneğine gelince… Ezidiler, ölüyü yıkarken, başı batıya, ayakları doğuya gelecek şekilde uzatırlar. Ölünün şeyhi cesedi yıkar, piri su döker. Yıkama işi bittikten sonra ölüye beyaz bir elbise giydirilir, sonra kefenlenir. Bir berat parçalanarak ölünün dudakları, gözleri ve kulaklarının üzerine bırakılır. Tabutu omuzlanır, tef ve şebap eşliğinde “zavallı miskin” kavli söylenerek mezarlığa doğru yola çıkarılır. Mezar, doğu-batı yönünde kazılır ve ölünün başı batıya gelecek şekilde mezara konur. Kadınların mezarı daha derin kazılır. Gece vakti ölü gömülmez, mutlaka gündüz beklenir. Gömülme sırasında Mücevvir “Seremerg” kavlini, yani “ölü duasını” okur. Uzun bir kavildir, bir kıtası şöyle:
“Ev erde xan e
Ebd û beşer têda bazirgan e
Hindekan mala xwe bar kir, hindekan jî dan e.”
(Bu dünya bir handır
Kul ve beşer kervandır
Bazıları çekip gitti, yeni yerleşiyor bazıları)
Mezarlıkta bulunanlar, ölünün mezar taşını öptükten sonra oradan ayrılırlar. Bir hafta boyunca ölünün yası tutulur.
Bütün bu geleneksel hayatı bize “Günümüz Yezidiliği” adlı kitabında anlatan Yaşar Kaplan’ın kaydettiğine göre, Ezidi inanışında kutsal kabul edilen birçok zaman, mekân ve nesne vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkün:
Güneş, ay, yıldızlar ve gök cisimleri… Nisan ayı, çarşamba günü ve diğer bayram zamanları gibi zamanlar… Laleş Vadisi, evliya mezarları, güneşin değdiği ilk yer, kapı eşikleri, Şengal (Sincar) ve Cudi dağları gibi mekânlar… Kaniya Sipî ve Zemzem gibi sular… Mend ağacı, Köçekler ağacı, Arar ağacı, dut ağacı gibi birçok ağaç… Hırka, Tok, Babaşeyh Seccadesi, meftul, kuşak, rist gibi din adamlarının giyim kuşamıyla ilgili öğeler… Tavus Heykeli, tası, berat, def ve şebap gibi nesneler… Kara yılan, geyik, horoz gibi hayvanlar… Ateş, simat vb. unsurlar…

Yorumlar kapatıldı.