İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aforoz edilen Nestorius’un fikirlerinden doğan bir mezhep: NASTURİLER (1-2-3)

Muhsin Kızılkaya
Aslında hikâye çok eski bir hikâyedir. Kökleri 420’li yıllara uzanır. Bu tarihlerde İstanbul Patriği Nestorius, kendisinin Roma kilisesinden aforozunu getirecek, sapkın olarak nitelendirilip kiliseden kovduracak, o zamana kadar Hıristiyan dünyasında duyulmamış çok tuhaf, çok tehlikeli bir fikir attı ortaya. Şöyle ki: Ona göre, Meryem Tanrı’nın annesi değildi. Çünkü İsa’ya kutsal kelam geldiğinde, İsa 30 yaşındaydı. Demek ki, kelam geldikten sonra İsa tanrılaştı, bu durumda 30 yaşına kadar İsa insandı. İsa’nın “İnsan Tanrı” vasfına sahip olması 30 yaşından itibaren olmuş. O yüzden Meryem “Tanrı İsa”nın değil, “İnsan İsa”nın annesidir. Bu fikirle de yetinmedi Nestorius, “sapkın” fikrini daha da açtı: İsa’nın “Tanrı” ve “insan” kimliği birbirinden ayrıdır. Çarmıha gerildiğinde insan İsa’ydı, dolayısıyla azap çeken insan İsa’dır, Tanrı İsa değil…

 ***
26 Eylül 2014 Cuma, 01:29:35Güncelleme: 08:50:16
1982 yılının sonbaharında Hakkâri’nin eski adı Dêzê, değiştirilmiş adıyla Kırıkdağ Köyü’nde sürüsünü otlatmakta olan bir çoban, birden yağmura yakalandı. Bir kayanın oyuğuna sığındı. Yağmur iplik iplik yağıyordu. Canı sıkıldı, önündeki taşlarla oynamaya başladı. Elindeki taşı tam karşısında gördüğü, dümdüz bir duvarın çok yüksek bir yerine özellikle yapılmış bir deliğe doğru fırlattı. Tam isabet, attığı taş içeri girmişti. Hoşuna gitti. Bir taş daha aldı, onu da attı. Bu kez attığı taş metalik bir şeye çarpmıştı.
Önce kulaklarına inanmadı, bir taş daha attı, evet attığı taşın değdiği şey kazan gibi bir şeydi.
KAYAYA TIRMANDI
Yağmur dinmişti. Merak etti. Deliğe tırmanmaya karar verdi. Yağmurun ıslattığı kaya tırmanılacak gibi değildi ama o düz kayadan daha inatçıydı. Uğraştı, didindi. Uzun sürenin sonunda mağaranın ağzına kadar tırmandı.
Kafasını içeri uzattı. Karanlıktı ve küf kokuyordu. Kendini çekerek içeri girdi.
Gözleri karanlığa alışınca ilk gördüğü, kocaman bakır bir kazan oldu. Mağaranın duvarları boydan boya ziftlenmişti. Duvarın dibinde kocaman bir sandık, sandığın üstünde cilt cilt kitaplar, yan yana dizilmiş haçlar, kocaman mumlar, bakır taslar ve bir sürü heykel… Bir heykelin üzerine giydirilmiş kara bir cübbe; işlemeli… Cübbenin yanında uzun bir asa… Hemen onun yanında kocaman bir vazo, yeşil renkli, üzeri işlemeli… Duvarın kenarına dizilmiş, başında püsküller bulunan mızraklar, çeşitli boylarda… Yan yana dizilmiş bir sürü küp…
BÜYÜLENDİ
Çoban küçük adımlar atarak odanın içinde gezinmeye başladı. Büyülenmişti. Korkusu daha da arttı. Bir kitaba elini attı önce. Mumyalanmış kalın cildin yapraklarını çevirdi, yapraklar deridendi. Ve üzerinde garip harflerle yazılar vardı. Kitapları bıraktı, bir heykelin önünde durdu. Bir insan figürüydü bu. Hiçbir şeye anlam veremedi. Kafasında belki de hiçbir zaman cevaplarını bulamayacağı bin bir soru belirdi. Bir küpün kapağını açtı, elini attı, eline çil çil altınlar gelmeye başladı. Var gücüyle bir çığlık attı:
“Hazineeee! Hazineee!”
Sesi mağaranın duvarlarına çarptı, yankılandı.
Çığlığını kimseler duymadı.
O sırada Hakkâri Lisesi’nde öğrenciydim. Kırıkdağ (Dêzê ) Köyü’nde deli bir çobanın bir mağarada büyük bir hazine bulduğu haberi tez yayıldı her yere.
Hikâyeyi sonradan öğrendim. Meğer yaz başında, bir profesör başkanlığında, arkeologlardan oluşan bir Amerikalı heyet Ankara’ya gelmiş, askerlerden gerekli izni aldıktan sonra Hakkâri’de saklı olduğu sanılan Nasturilerin ruhani lideri Mar Şemun’un hazinesini aramak üzere küçük şehrimize gelmiş. Valilik devlet kurumlarına direktif vererek heyete gerekli kolaylığın sağlanmasını istemiş. Heyet gizlice araştırmaya başlamış. Ellerindeki haritalarla dağı taşı taramışlar. Mar Şemun’un ikamet ettiği Koçanis Köyü’nden başlamışlar işe. Daha sonra Tiyar Vadisi’ne gitmişler, oradan Kelêtan, Bêlat, oradan da Dêz, Cîlo, Baz, Welto köylerine. Bütün metruk ve daha sonra Müslümanların yerleştiği Nasturi köylerindeki mağaralara, gizli yerlere bakmışlar, bazı kiliselerin içini, bahçesini kazmışlar. 3 ay süren çalışma sonucu elleri boş, geldikleri gibi geri gitmişler. Hakkâri dağları, koyakları, derin vadileri Nasturilerin hazinesinin sırrını ele vermemiş.
Heyetin bulamadığı hazineyi, yağmurdan kaçan deli bir çoban tesadüfen bulmuştu.
BÖLÜŞÜM KAVGASI
Çoban önce gelip köylülere haber vermiş. Köylüler, çil altınları kendi aralarında bölüşmüşler. Sıra, kitaplara ve diğer tarihi eserlere gelince, İran’dan buldukları bir kaçakçıya başvurmuşlar. Kaçakçı, hazinenin bulunduğu mağaraya gelerek, “Kitaplar sizin işinize yaramaz” demiş. Kitapların arasında bulunan ve dünyada sadece 3 örneği olan, ceylan derisi üzerine altın harflerle yazılı (muhtemelen Barnabas) İncil’i, köylülere 3 milyon lira vererek almış. Nasturilerin tarihini, geleneksel hayatlarını, kültürlerini anlatan elyazması değerli kitapları da almış kaçakçı. Geride sadece pek değeri olmayan birtakım roman ve hikâyeleri bırakmış. Bazı heykel ve figürleri, mumyalanmış külçe altınları da almış, ufak tefek değersiz şeylere dokunmamış.
Kaçakçı gittikten sonra bölüşüm yüzünden köylüler birbirine girmiş. Çıkan silahlı çatışmada 3 kişi ölmüş, olay adliyeye intikal etmiş ve hazinenin bulunduğuna dair haber böylece duyulmuş.

 ‘Sapkın’ Patrik Nestorius sürüldüğü Mezopotamya’da taraftar topladı
ÇOBANIN bulduğu hazine, 1660’lardan itibaren patriklik merkezini Diyarbakır’dan Hakkâri’nin Koçanis Köyü’ne taşıyan Nasturilerin, en son ruhani lideri Patrik Mar Şemun Benyamin’in hazinesiydi.
Aslında hikâye çok eski bir hikâyedir. Kökleri 420’li yıllara uzanır. Bu tarihlerde İstanbul Patriği Nestorius, kendisinin Roma kilisesinden aforozunu getirecek, sapkın olarak nitelendirilip kiliseden kovduracak, o zamana kadar Hıristiyan dünyasında duyulmamış çok tuhaf, çok tehlikeli bir fikir attı ortaya.
Şöyle ki: Ona göre, Meryem Tanrı’nın annesi değildi. Çünkü İsa’ya kutsal kelam geldiğinde, İsa 30 yaşındaydı. Demek ki, kelam geldikten sonra İsa tanrılaştı, bu durumda 30 yaşına kadar İsa insandı. İsa’nın “İnsan Tanrı” vasfına sahip olması 30 yaşından itibaren olmuş. O yüzden Meryem “Tanrı İsa”nın değil, “İnsan İsa”nın annesidir.
Bu fikirle de yetinmedi Nestorius, “sapkın” fikrini daha da açtı: İsa’nın “Tanrı” ve “insan” kimliği birbirinden ayrıdır. Çarmıha gerildiğinde insan İsa’ydı, dolayısıyla azap çeken insan İsa’dır, Tanrı İsa değil…
Bu fikirler Doğu ve Batı Roma kiliselerinde, o tarihlerde tam bir bomba etkisi yarattı. 431 yılında 3. Konsil Efes’te toplandı, uzun uzun tartıştılar ve sonuçta Nestorius’a “sapkın” teşhisini koyup “aforoz” edilmesine karar verdiler.
Ve onu alıp Libya çöllerine attılar. Ama o burada boş durmadı, fikirleri Mezopotamya’da hızlı yaygınlaşmaya başladı. Diyarbakır, Nusaybin, Suriye ve Irak’ta kısa süre zarfında önemli bir taraftar kitlesiyle buluştu.

 Bölgede Nestorius’un fikirlerini benimseyen halka Keldani deniyordu. Asurluların devamıydı bu halk. Mezopotamya’da, özellikle dağlık bölgelerde yaşıyorlardı. Bu halk Hıristiyanlığı ilk kabul eden halktı. Yani Hıristiyanların seyitleriydi… Nestorius, kaynağı bulmuştu. Nasturi mezhebi, Mezopotamya coğrafyasında yaygınlaştı, oradan İran’a geçti, aradan geçen bin yıllık süre zarfında, Urmiye’den Musul’a, oradan Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Nusaybin, Hakkâri’ye kadar her yerde mezhep taraftar buldu. Bir süre sonra bu mezhebin mensuplarına “Nasturi” dendi.
Ancak onlara rahat yoktu. Roma Kilisesi’nin kılıcı her yerde onları kovalıyordu. Özellikle bu mezhebin mensupları Urfa ve Suriye’de yoğun takibata uğradılar. Bir kısmı Katolik mezhebine geçti, geçmeyenler 1662’de ruhani ve dünyevi liderleri Mar Şemun Denha’nın önderliğinde yeniden örgütlenerek patriklik merkezini Diyarbakır’dan Hakkâri’nin Koçanıs Köyü’ne taşıdılar.
Sığınacakları sarp bir yer bulmuşlardı. Kuş uçmaz, kervan geçmez, dağların kuytuluklarına saklanmış, arasan bile zor bulunur bir yerdir bu köy… Buraya yerleşen patriklik, daha sonra tekmil Keldani halkının en büyük kilislerinden birisi olan Doğu Kilisesi’nin temellerini burada attı.
Aşireti sağ-sol diye bölüp yönetmeye başladılar
O tarihlerde Hakkâri özerk bir beylikti. Mirlik sistemiyle yönetiliyordu. Abbasi beylerinden gelen Hakkâri mirleri, geniş bir coğrafyada kendilerine özgü bir yönetim sistemi kurmuşlardı.
Hakkâri Kalesi’nde oturuyor, Başkale’den Musul’a, kuzeyde Çatak’tan Cizre sınırına kadar geniş bir alana hükmediyorlardı. Hakkâri’de, o tarihlerde bile, günümüze kadar süren iki büyük aşiret konfederasyonu vardı. Ertoşi ve Pinyanışi aşiretleri… Mirler, birbirine düşman olan, birbirine kız alıp vermeyen, sadece mirlik sistemine halel gelmesi durumunda bir araya gelen bu iki büyük aşireti sağcı ve solcu aşiretler diye iki kola ayırıp öyle yönetiyorlardı. Pinyanişi Aşireti sağcı (baska rast), Ertoşi Aşireti solcuydu (baska çep).
EN BÜYÜK MAR ŞEMUN
Aynı sistem Nasturi aşiretleri için de geçerliydi. Hakkâri’deki Nasturiler, Tuxîbîler ve Tiyariler diye iki büyük aşiret konfederasyonuna ayrılmışlardı. Tuxibiler tıpkı Müslüman Kürtler gibi “sağcı”, Tiyariler “solcu”ydu. Zaman zaman, iki büyük Müslüman Kürt aşireti birbiriyle savaşa tutuşunca, sağcı Nasturiler sağcı Kürtlerin yanında, solcu Nasturiler de solcu Kürtlerin yanında savaşa katılırlardı. Bütün Nasturilerin hem dünyevi hem de ruhani lideri Mar Şemun’du. Mar Şemun’un otoritesi katiydi ancak aşiretler kendi kendini yönetmek için birer “melik” seçerlerdi. Mar Şemun’dan sonra melikler gelirdi. Meliklik babadan oğla geçerdi ancak birden fazla oğul talip olursa eğer bu kez bugünkü seçime benzer bir seçim yapılırdı. En fazla oy alan, melik olurdu. Seçilen melik, her köyün reisini atardı. Hem dünyevi hem de ruhani lider olan Doğu Kilisesi’nin patriği ise, aşiret liderleri olan melik ve piskoposların katılımıyla seçilirdi.

BİNLERCE YIL KAÇTILAR
Kökleri 420’li yıllara dayanan Nasturilerin yaşamı kaçak yaşama dayanıyor. Mezhep mensupları ölümden kaçmak için ıssız bölgeleri tercih etti.

180 YIL MÜSLÜMAN KÜRTLERLE BARIŞ İÇİNDE YAŞADILAR
NASTURILER; Tiyar, Tuxip, Cilo, Baz, Dêz, Welto, Talê gibi köylerin bazılarında Müslüman Kürtlerle beraber yaşarlardı. Kimse kimseye karışmaz, kiliseleri camilerin yakınında, herkes kendi ibadetini eder, ekip biçme zamanlarında imece usulüyle birbirine yardım eder, birbirlerinin düğünlerine, cenazelerine giderlerdi.
ÇOK ACILAR ÇEKİLDİ
19. yüzyılın ortalarında Hakkâri bölgesinde, 200 kadar Hıristiyan köyünde yaşayan Nasturilerin toplam nüfusu 100 bin kadardı.
Doğu Kilisesi’nin Hakkâri’ye taşındığı 1662 yılından 1843 yılına kadar, Müslüman Kürtlerle Nasturiler, zaman zaman ufak ufak sürtüşerek, ama çokça sulh içinde yaşadılar.
1843’ten 1918’e, oradan da tamamının tehcir edilmelerini getiren 1924 yılına kadar geçen süre zarfında çok kanlar döküldü, çok acılar çekildi.
Bir halkın çektiği azabın hikâyesi 1843 yılında başlar aslında.
OSMANLI’YA İSYAN
1847 yılında Osmanlı’ya başkaldıracak, isyanı kısa bir süre zarfında Kürdistan coğrafyasının önemli bir kısmına yayılacak, daha sonra derdest edilip 11 karısı, 99 çocuğu, 3 bin aşiret mensubuyla birlikte Dersaadet’e götürülecek, oradan da Girit Adası’na sürgün gönderilecek, Girit’te 11 yıl kaldıktan sonra Şam’a gidecek ve orada vefat edecek olan Cizîra Botan Beyi Bedirhan Bey, 1843 yılında 9 bin kişilik bir orduyla, Nasturilerin yaşadığı Hakkâri’nin Tiyar bölgesine büyük bir sefer düzenledi. İngiliz kaynaklarına göre yaklaşık 10 bin Nasturi’yi katletti, sağ kalanların büyük bir kısmı esir alındı, kadınları cariye yapıldı, binlercesi de canını kurtarmak için Musul’a sığındı. O tarihlerde Nizip savaşında uğradığı yenilginin travmasını atlatamamış olan Osmanlı Devleti’nin katliamı durduracak gücü olmadığı gibi, zapt etmekte güçlük çektiği Kürtlerle Nasturilerin birbirini yemesi biraz da işine geliyordu. Zaten birkaç sene önce Tanzimat Fermanı ilan edilmiş, artık “gâvura gâvur denmeyen” yumuşak ortamı fırsat bilen İngiltere de Nasturileri önce kışkırtıp sonra onlara babalık yaparak bölgenin hâkimi olma sevdasındaydı.
Muhsin Kızılkaya
Nasturi katliamı ‘tamamen yerel bir çatışmadan’ çıktı
27 Eylül 2014 Cumartesi, 02:27:11Güncelleme: 09:02:59
YAZI DİZİSİ – 5
Kökleri 420’li yıllara dayanan Nasturiler, hep kaçak yaşadılar. Ölümden kaçmak için ıssız bölgeleri tercih ettiler. 1843’ten 1924 yılına kadar geçen süre zarfında çok kanlar döküldü, çok acılar çekildi. Bir halkın çektiği azabın hikâyesi 1843 yılında başladı. Cizîra Botan Beyi Bedirhan Bey, 1943’te 9 bin kişilik orduyla, Nasturilerin yaşadığı Hakkâri’nin Tiyar bölgesine büyük bir sefer düzenledi. İngiliz kaynaklarına göre yaklaşık 10 bin Nasturi’yi katletti. Aslında katliamı tetikleyen hadise, belki de ciddiye alınsa bu kadar dramatik sonuçlara yol açmayacak “tamamen yerel bir çatışmadan” kaynaklandı.
O tarihlerde Hakkâri’yi, kendisi de daha sonra Bedirhan Bey isyanı nedeniyle İstanbul’a götürülüp sürgün cezasına çarptırılan Nurullah Bey yönetiyordu. O sırada Nurullah Bey ile yeğeni Süleyman Bey arasında, iktidar mücadelesinden kaynaklanan bir sorun baş gösterdi. Nasturilerin lideri Mar Şemun, Süleyman Bey’den yana tavır aldı. Nurullah Bey de Mar Şemun’a çok kızdı ve onu düşman belledi. Aslında öteden beri Kürtlerle Nasturiler arasında bu tür sorunlar çıkardı. Sorun fazla büyümeden iki tarafın liderlerinin bir araya geldiği mecliste tatlıya bağlanırdı ama bu kez öyle olmadı.
Bölgede Amerikalı ve İngiliz misyonerler cirit atıyordu. Tanzimat Fermanı’nın getirdiği serbestiden yararlanan misyonerler Nasturilere, “Artık Kürt beylerinin her dediğini yapmak zorunda değilsiniz, sizlere hükümet yeni haklar tanıdı, onlara vergi vermek zorunda olmadığınız gibi, kafa da tutabilirsiniz, size hiçbir şey yapamazlar” propagandasını yapmaya başlamış, bu propaganda da yer yer etkisini göstermişti.
MİSYONERLER BOŞ DURMADI
Mar Şemun ile Nurullah Bey arasındaki önemsiz sorunu fırsat bilen misyonerler meseleyi kaşımaya başladılar. Bir süre sonra 2 halk arasındaki dirlik bozulmaya yüz tuttu. Ufak ufak düşmanlıklar baş göstermeye başladı. Nasturiler, misyonerlerle olan ilişkileri sayesinde gittikçe güçlenirken, Kürt beyleri de misyonerlerin bu faaliyetlerini kendi iktidarlarına karşı girişilmiş bir faaliyet olarak görmeye başladılar. Dr. Asahel Grant, Amerikalı bir Protestan misyonerdir. 1835’te, yanına karısını ve iki çocuğunu alarak, Mezopotamya’da “kayıp olduğu söylenen” bir Yahudi kavmini aramak üzere yola çıktı. İstanbul’dan Trabzon ve Ağrı üzerinden İran’a geçti. Yolda tipiye yakalandılar, karısı öldü ama o iki küçük çocuğuyla yoluna devam etti. İran’da aradığını bulamadı. Ona aradığı kavmin Irak’ta olduğu söylendi. Geri döndü, Zagrosları aşmayı göze alamadı, tekrar İstanbul’a geldi, bu kez Mardin üzerinden Musul’a gitti. Musul’da aradığı kavmin Hakkâri denilen dağlık bir bölgede olabileceği bilgisini aldı. Kuzeye doğru yola çıktı bu kez ve Hakkâri’ye ulaştı. Koçanıs Köyü’ne gitti, Mar Şemun’la buluştu. Ama gördü ki aradığı kavim Yahudi değil, Hıristiyan… Koçanıs’a adeta yerleşti. Mar Şemun’a özel doktorluk yaptı, ağır bir hastalığa yakalanmış olan Hakkâri Miri Nurullah Bey’i de tedavi etti. Tek bir amacı vardı, Nasturilerin arasında Protestan kültürünü yaygınlaştırmak… Daha sonra bütün bu gezisini “Nasturiler ya da Kayıp Boylar” adlı bir seyahatnamede anlattı.

 İşte bu Dr. Grant’ın Nasturi katliamında önemli bir dahli olduğunu kaydediyorlar tarihçiler. Dr. Grant, misyonerlik faaliyetlerini sürdürmek için, Tiyar bölgesinin Aşuta (bugünkü Çığlı) Köyü’nde o günün ölçülerinde devasa bir misyon evi ve okul inşaatına başladı. Bütün vadiye hâkim, adeta bir kale görünümünde olan bu bina yapılırken Müslüman Kürtler arasında, “Gâvurlar bir kale yapıyorlar, bitirince içine sığınıp hepimizi yok edecekler” gibi bir söylenti dolaşmaya başladı. Dr. Grant’ın, yeğeni Süleyman Bey’le işbirliği yapan Mar Şemun’la birlikte onların deyimiyle bu kaleyi inşa etmesi Nurullah Bey’i rahatsız etti, bir raporla durumu Dersaadet’e bildirdi.

Amerikalılar bunu yaparken İngiliz misyonerler de boş durmuyordu. O tarihlerde İngiltere’nin Musul Konsolosvekili, kendisi de Asur kökenli olan ünlü arkeolog Hermez Rassam’dır. İngilizlerin de Nasturiler üzerinde hesapları var. Henüz Avrupalı Hıristiyan bir devletin kanatlarına sığınmamış olan Nasturiler İngiliz çıkarlarının öncü müfrezesi olabilirler. Bu amaçla, Nasturiler arasında faaliyet yürütmek, orada bir Angelikan misyonu kurmak amacıyla Percy Badger Musul’a gönderilir.
Dr. Grant kalenin inşaatını hızla ilerletirken, beri yandan Badger, Mar Şemun’a İngiltere’nin koruyuculuğunda kendisinin başında olacağı “yeni bir Doğu milleti” vaat etti. İşi biraz daha ilerleterek Mar Şemun’un Dêzê’de (bugünkü Kırıkdağ) bulunan kasrına İngiliz bayrağını astırdı. Mar Şemun iyice havaya girmişti. Tanzimat Fermanı’nın getirdiği hürriyet, Osmanlı’nın Nizip yenilgisinin getirdiği moral bozukluğu, Amerikalı ve İngiliz misyonerlerinin rekabetinden kendilerinin lehine yeni bir durum yaratmayı ummaktadır.
Madem İngiltere arkalarında, madem artık “gâvurun da bazı hakları var”, madem bütün Hıristiyan dünyası onlarla birlik, o halde harekete geçmenin zamanı. O zamana kadar kâğıt üzerinde bile olsa bağlı oldukları özerk Hakkâri Beyliği’ne ödedikleri az miktardaki vergiyi vermemeye başladılar, beye itaatsizlik etmeye başladılar, yer yer Müslüman köylerine baskınlar yaptılar. Ve işte büyük faciaya yol açan asıl eylemleri, her şeyin sonu oldu. Kelêtan Köyü’nde oturmakta olan ve Peygamber soyundan geldiklerine inanılan seyitlerden birçoğunu öldürüp kanlı gömleklerini Bedirhan Bey’e gönderdiler.
Ve bu olay sonun başlangıcı oldu.
‘BİZE HİZMET İÇİN BİRKAÇ GÂVUR BIRAK’
Bedirhan Bey’in komşu aşiretlerden topladığı 9 bin kişilik ordusu, “gâvura gününü göstermek için” Hakkâri’nin Tiyar Vadisi’ne girdiğinde yıl 1843, aylardan haziranın sonuydu. Ordunun başında bizzat Bedirhan Bey vardı. Tarlalarda ekinler yeni boy vermiş, yazın kavurucu sıcağı vadiye egemendi. Köylerde yaşayan kadın, çocuk ve yaşlılar Gare, Sat, Çarçela, Meydana Kolyan gibi yaylalara çıkmıştı.
Mar Şemun’un yazlık kasrı Dêzê Köyü’ndeydi. Ama öncesinden felaketin geleceğini sezmiş olan patrik, Musul’a biraz daha yakın olan Aşûta Köyü’ne gitmişti. İlk birlikler patriğin evine ulaştı. Yaşlı annesi yatalaktı. Kadını sürükleyerek yatağından çıkardılar. Bir süre işkence yaptılar. Sonra Zap Nehri’nin kenarına götürdüler, vücudunu ikiye bölüp nehre attılar. Arkasından da, “Oğluna selam söyle, onu da ele geçirip senin yanına göndereceğiz” dediler. İki erkek kardeşi kaçıp canını kurtarmıştı, evde kalan bir erkekle bir kız kardeşini esir aldılar.
O hışımla kiliselere saldırdılar. Her yeri tahrip ettiler. Köyleri ateşe verdiler, ekinleri yaktılar. Hayvanları telef ettiler.
Aynı öfkeyle yaylalara yöneldiler. Çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden önlerine gelen herkesi kılıçtan geçirdiler. Mallarını yağmaladılar, kadınlarına tecavüz ettiler. Özellikle din adamlarını, papazları büyük işkenceler yaparak öldürdüler. Papazlar tarafından daha önce emin yerlere saklanmış olan bütün el yazması kitaplar onları saklayanların tümü öldürüldüğü için bir daha bulunamadı.
Mar Şemun, yanına aldığı kız kardeşiyle birlikte 27 Temmuz 1834 günü Musul’a ulaştı ve orada İngiltere’nin Musul Konsolosvekili Rassam’a sığındı. Canını kurtarıp Musul’a ulaşanlar arasında, katliamda büyük payı olan Amerikalı misyoner Dr. Grant da vardı. Bir süre sonra Musul’da tifüs salgını başladı, hastalıkla baş etmeye çalışan doktor da mikrobu kaptı ve orada öldü.
Bazı sözlü tarih aktarıcıları, toplumsal hafıza görevini yapan bazı dengbêjler, Bedirhan Bey’in öfkesinin sınırsızlığına dair türküler yapıp belleklerine kaydettiler, o gün bugün gece meclislerinde, düğünlerde söyleyip duruyorlar. Onlara göre beyin öfkesi öyle kolay kolay dinmemiş. Daha çok kelle istemiş Bedirhan, daha çok kan görmek istemiş. Dağa taşa bulaşan Nasturi kanı, derelerde yüzen insan cesetleri, kan içinde debelenen hayvan leşleri yetmemiş beye; öfkesine hâkim olamamış. Derler ki, Bedirhan’ın bir kardeşi (hangi kardeşi olduğunun ne önemi var?), ağabeyinin öfkesine ket vurmak için Nasturi kıyafetlerine bürünmüş, omzuna bir çapa almış, sıradan bir Nasturi köylüsü gibi destur istemeden varmış ağabeyinin huzuruna. Bey öfkelenmiş önce, kardeşini tanıyamamış, “Bu densiz köylü de kim oluyor?” diyecek olmuş ki, kardeşinin gözlerindeki tanıdık ifadeyi görmüş. Kardeşi diklenmiş azametli beyin karşısında:
“Durdur kanı ağabey, durdur bu mezalimi beyim” demiş. “Durdurmazsan eğer, bir süre sonra hepimiz şu üstümde gördüğün kıyafetleri giyip omzumuzda birer çapayla kendi topraklarımızı kendimiz çapalamak zorunda kalırız. Bırak, bize hizmet edecek birkaç gâvur kalsın geriye…”
Geriye kalanların böyle kurtulduğu rivayet edilir.

14 YAŞINDA 40 BİN KİŞİLİK KAVMİN BAŞINA GETİRİLDİ
Bedirhan Bey, Nasturilerden elde ettiği paranın 50 bin kuruşunu hediye olsun diye, Erzurum Valisi Halil Kâmil Paşa’ya gönderdi. Katliamda ele geçirilen 870 tüfek, Erzurum Müşirliği’nin emrine verildi.
Yakıp yıkılan bölgelerden 125 bin 120 koyun ile 5 bin 700 büyükbaş hayvan ele geçirildi. Bedirhan Bey’in yaptığı katliam sonunda, gerek Nasturi toplumu ve gerekse Müslüman unsurların tamamı, bundan böyle Hakkâri Miri Nurullah Bey’e itaat etti. Bedirhan, Tiyar bölgesinde yaşayan Nasturileri itaat altına aldıktan sonra Zeynel Bey adında birisini başlarına mütesellim olarak tayin etti.
Daha sonra Cizre’ye döndü. Beraberinde çok sayıda esir vardı. Cizre’ye vardığında daha önceki dönemlerde olduğu gibi, almış olduğu esir ve malların beşte birini kendine ayırdı; geri kalan kısımları âlimler, şeyhler ve ileri gelenler arasında bölüştürdü.
Nasturilerin yaralarını sarması zaman aldı. Musul’a gidenler bir süre sonra geri döndü. Ama artık bir kez dirlik bozulmuştu.
Devletin bölgeye bakışında da önemli değişiklikler oldu. Ortadan kaldırılan özerk Kürt beyliklerinin hüküm sürdüğü yerler zaman içinde merkezi idareye bağlandı. Hakkâri artık Musul’dan idare edilmeye başlandı. Bir süre sonra da Van’a bağlı bir mutasarrıflık haline geldi, bir kaymakam atandı.
Bütün bu süre boyunca Nasturiler, Bedirhan Bey’in yaptığı katliamın yarattığı travmayı yavaş yavaş atlatmaya çalıştılar. Tekrar eski düzenlerini kurdular. Ama Batılı devletler, 1. Dünya Savaşı arifesinde tekrar meseleyi kaşımaya başladı.
Bu hengame içinde Hakkâri’de, Nasturi Patrikliği makamında Mar Şemun Benyamin vardı.
Mar Şemun Benyamin, henüz 14 yaşında bir çocukken bölgedeki bütün Nasturilerin ruhani liderliğine getirildi. Aslında Benyamin’in bu kadar küçük yaşta, yaklaşık 40 bin kişilik bir kavmin başına geleceğini kimse hesaplamamıştı. Ancak beklenmedik bir gelişme, Benyamin’in patrik olan amcasının ani ölümü, daha bu yaşta Benyamin’in önüne patriklik kapısını açtı.

Seçimden sonra atama ve kutsama ayini Koçanıs Köyü’nde bulunan Mar Saba Kilisesi’nde yapıldı. Mar Şemun’u ilk kutlayan, daha sonra Musul Valisi olacak Culemêrg (Hakkâri) Kaymakamı Haydar Bey oldu.
Patrik Mar Şemun bir yandan Hakkâri’deki Müslüman Kürtlerle arasını iyi tutmaya çalışırken, bir yandan da bölgede bir Hıristiyan devletini kurma düşünden vazgeçmemiş olan İngilizlerin gelip bölgeye yerleşmiş, gizliden faaliyet yürüten ajanlarıyla da sıcak ilişkilerini sürdürdü. İngilizlerin tek amacı, bölgedeki Nasturi ve Ermenileri Mezopotamya’ya, yani bugünkü Irak mıntıkasına götürüp orada güçlü bir cephe oluşturmak, iki kavme bir Hıristiyan devletini kurdurup petrollerin başına bekçi koymaktı. Nasturiler ve Ermeniler bu konuda ikna olunca, buna karşı diğer tarafta da ister istemez bir Kürt-Türk cephesi oluştu. Birinci cepheye İngiltere-Fransa destek verirken, ikinci cepheye Osmanlı-Almanya destek verdi. İngilizler, ne pahasına olursa olsun Ortadoğu’da bir Hıristiyan devlet istiyorlardı; böylece bölgedeki petrol yatakları kendi denetimine geçecekti.
YARIN: PATRİK MAR ŞEMUN’UN KATLİ VE NASTURİLERİN SONU
Muhsin Kızılkaya
Genç patriğe kurulan tuzak barışın sonu oldu
28 Eylül 2014 Pazar, 02:10:09Güncelleme: 09:03:58
Daha toy bir delikanlı olan Patrik Mar Şemun’un kapısını bir gün gizli bir İngiliz heyeti çaldı. Koçanıs Köyü’nde yapılan gizli görüşmede ajanlar genç Patrik’i, çok yakın bir zamanda Türkler ve Kürtlerin, Ermeni ve Nasturileri katletmeye başlayacaklarına inandırdılar. Direnişe geçerlerse eğer Britanya’nın yardıma hazır olduğunu söylediler. Ancak daha önce “ağzı sütten yanmış” olan Patrik, yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdi. Bütün kararları demokratik bir usulle alan Nasturilerin konuyu aşiretlerine götürüp tartışacaklarını anlattı Mar Şemun ajanlara. Konu meclise geldi ve ortak bir karar çıktı: Harp çıkarsa Ermeniler ile Nasturiler birlikte hareket edecek!
Nasturilerin bu kararı üzerine İngiliz ajanlar bu kez, tebâsı içinde en sadık halklardan biri olan Nasturiler’in yakın bir zamanda kendilerine karşı ayaklanacaklarına Osmanlı’yı inandırmaya çalıştılar. Paşalar buna ihtimal vermedi. İngiliz’de akıl çok; bunun üzerine Türk paşalardan, Nasturiler’in ellerindeki silahları devlete teslim etmeleri gerektiğini söylemelerini istediler.
Nifak tutmuştu! Dirlik bozuldu. 1916’da Osmanlı devleti, İran’dakiler de dahil olmak üzere Kürt aşiretlerinden yardım istedi. Ermeni ve Nasturilere karşı kanlı çarpışmalar başladı. Çatışmalar 1918’e kadar aralıksız sürdü. Ermenilere uzak diyarların yolu göründü, tehcir kaderleri haline geldi. Özellikle Hakkâri’deki Nasturi köyler yakıldı, hayvanlar telef oldu, çoluk çocuk yollara düştü.
KOÇANIS DAR GELDİ
Bu hengâme içinde Patriklik makamının bulunduğu Koçanıs Köyü, Mar Şemun’a dar gelmeye başladı. Haber saldı, Cilo, Walto, Talê, Tuxûbê, Tiyarê bölgelerinde bulunan kiliselerdeki bütün değerli eşyayı, kitapları, emanetleri Koçanıs’a getirtti. Toplanan hazine, Hıristiyanlığı kabul ettikleri ilk günden bugüne biriktirdikleri her şeydi. Çin’den hediye gelmiş paha biçilmez vazolardan tutun da Vatikan’ın hediye ettiği kilise çanlarına kadar… El yazması tarih kitapları, tıp kitapları, cönkler; Fransız yapımı kristal şamdanlar, altın ve gümüş haçlar, değerli kâseler, tespihler, antika buhurdanlıklar, devekuşu yumurtaları, mercanlar, heykeller, bir miktar külçe altın, simli ipek cübbeler… İçlerinden biri de ceylan derisi üzerine altın harflerle yazılmış el yazması İncil’di… İlklerden biri… Onu, Mar Şemun yanından ayırmıyordu. Mar Saba Kilisesi’nin en kutsal emanetiydi, başında iki kişi sürekli nöbet bekliyordu.
Koçanıs’ta bulunan Mar Saba Kilisesi’nin içine yığılmış kavmin bütün tarihini ve birikimini oluşturan malzemeye hüzünle baktı Mar Şemun. Bunu saklayacak bir mağara vardı mutlaka bu koyaklarda. En sadık adamlarının fikrini sordu. İçlerinden, hazineyi götürüp Dêzê Köyü’nde saklama önerisini getirenin teklifi aklına yattı. Emir verdi, hazine Dêzê’ye götürülecek, sözü edilen mağaraya saklanacak, yerini sadece 3-4 kişi bilecekti. Şimdi acele etmeliler. Bugünden tezi yok Kürtler buraya da saldırırlar. Bir an önce yüklenip İran’a gitmeli…Hazineyi iyi bir yere sakladığına emin olduktan sonra Mar Şemun, Urumiye’ye doğru yola çıktı.
ÇAR SUBAYLARI
Bu arada Rusya’da Ekim Devrimi olur. Devrimden sonra ülkesine dönmekten korkan birçok Çar subayı, Kürtlerden ve Türklerden kaçıp İran’a sığınmış olan Nasturileri eğitmeye başlarlar. Osmanlının eline geçerlerse Rusya’ya iade edileceklerini bilen bu zabitler bütün geleceklerini Nasturiler üzerine kurarlar. Nasturiler başarırlarsa onlar da kurtulacaktır. Bu arada Nasturilere Fransızlar da ilaç ve doktor yardımı yaparlar
İngilizler bu durumdan hoşnut değildir. Bu oyunda başıboş Rusların yeri yoktur! Ne yapıp edip Nasturilerin kendilerinin denetiminde bulunan Irak’a götürülmeleri gerekir. Bunun için şeytanın bile aklına gelmeyen oyunlara başvururlar.
Anadolu’dan sürülmüş olan eli silah tutan Ermenilerin önemli bir kısmı, İran’da gittikçe güçlenen Mar Şemun’un ordusuna katılır. Bir yandan İran’a başkaldırmış olan Kürt Şikak aşireti ağası Simko’nun sıkıştırması, öte yandan Nasturi-Ermeni ittifakından doğan gücün verdiği rahatsızlıklar, İran’ı çare arayışına iter. Ya Simko ya da Mar Şemun, ikisi aynı anda olmazsa, ikisinden biri mutlaka ölmelidir… Aynı anda Musul Valisi Haydar Bey’in de kafasında benzer fikirler dolaşıyordur. Tebriz Valisi Muht-i Şems “din kardeşi” olarak gördüğü Simko’ya Mar Şemun’u öldürtmek için yakınlaşırken, Türk Vali Haydar Bey, ikisinin de ölüm fermanını diğerine imzalatmak üzere planlar kurar.
MEKTUPLA GELEN DAVET
Simko, Mar Şemun’a bir mektup yazarak görüşmek üzere kendi evine davet etti. Mar Şemun fazla düşünmedi. Verdiği her kararda görüşlerine ilk başvurduğu en önemli danışmanı olan halası Surme Hanım’a Simko’nun davetine katılacağını bildirdi. Mar Şemun atlı arabasını hazırlama emrini verdi. Mar Şemun bu sefere yalnız gitmeyecekti. Yanında, bir süreden beri hiç ayırmadığı Rus zabitler vardı. Pos bıyıklı, iyi beslenmiş, iri yarı semiz 4 Rus subayı, kılıçlarını kınından çekip ellerine aldılar. Atlı arabanın birer köşesine yerleştiler. Göğüsleri öne fırlamış, başları dik, ellerinde kınından çekilmiş kılıçlarıyla 4 subay, Mar Şemun’a, arabaya binip yerine geçinceye kadar adeta selam durdular. Mar Şemun kendisine gösterilen bu ihtimamı “Zafer yakındır” duygusuna vesile yaptı.
Atlı araba hareket ettiğinde, arabanın arkasından Nasturilerden oluşan 100 süvari de hareket etti. Birliğin komutanı patriğin en güvenilir adamlarından Danyal’dı. Ayrıca patriğin kardeşi David de ağabeyine eşlik etmek üzere kafileye katılmıştı. Mar Şemun ve beraberindekiler bütün görkemiyle Simko’nun evinin bulunduğu Koneşehir’e girdiler. Simko misafirini kasrın kapısında karşıladı. Kapıda el sıkıştılar, Rus zabitler geride durdu, partikle Simko aynı anda içeri girdiler.
Simko yer gösterdi, sobanın arkasındaki en güzel yere oturttu misafirini. Kendisi de çaprazına geçip oturdu. Tütün tabakasını çıkardı, Mar Şemun’un önüne sürdü. Mar Şemun da tütün torbasını çıkardı, ona uzattı. İkisi birbirinin tütününden birer sigara sardılar. Sohbet başladı.
SİLAHLARIN GÖLGESİ
Kısa bir süre içinde divanhane hıncahınç doldu. Havada hiçbir ağır laf dolaşmadı. Şakalarla süslediler konuşmalarını. Mar Şemun, Simko’nun mücadelesiyle gurur duyduğunu, kavmiyle yanında olduğunu söyledi ona. Simko da, zulme uğramış, yerinden yurdundan olmuş bir kavmin ruhani lideri olarak patriğin enerjik gençliğine hayran kaldığını söyledi.
Vakit öğlene geliyordu. Yemek geldi, keyifle yemeklerini yiyip tekrar birbirinin tabakasından sigara sarıp içtiler. Artık vedalaşmanın vakti gelmişti. Hep birlikte ayağa kalktılar.
Mar Şemun önde, arkasında Simko dışarı çıktılar. Atlı arabanın yanında el sıkıştılar. Simko patriğin omzuna elini koydu, patrik döndü, sağ ayağını arabanın basamağına atar atmaz, sırtında soğuk bir namlu hissetti. Adımı atmaya fırsat bulmadan Simko elindeki tabancayı ateşledi. Sonra bir adım geri gitti, arka arkaya Mar Şemun’a kurşun yağdırmaya başladı. Kısa bir anda olmuştu herşey. Herkes şaşkındı. Patrik zabite elini uzatmaya çalıştı, fırsat bulamadı, sanki beli kırılmıştı, arabanın tekerleklerinin yanına yığıldı. Ağzından, “Wey bê bexto (Vay, kalleş herif!)” diye bir söz çıktı. Silah sesinden atlar ürktü, araba hareket etti, tekerlekler Mar Şemun’un cesedinin üstünden geçti
Bir anda ortalık mahşer yerine döndü. Mar Şemun’la gelmiş olan 100 süvariden büyük bir kısmı öldürüldü. Haber tez yayıldı. Simkoyê Şikak, Nasturilerin ruhani lideri Patrik Mar Şemun’u öldürmüştü! Haber duyulur duyulmaz, eli silah tutan bütün Nasturiler yediden yetmişe silahlandı, öfkeyle Şikak aşiretinin topraklarına girdiler. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmadılar. Büyük bir katliam yaşandı, yüzlerce kadın, çocuk öldürüldü. Patriğin Simko tarafından öldürülmesi Kürtlerle Nasturiler arasında yüzlerce yıla dayanan dostluğun, aynı topraklar üzerinde barış içinde bir arada yaşama iradesinin sonu oldu.
İNSANSIZ KALAN HAKKÂRİ
BUNDAN sonraki birkaç yıl kıtlık ve ölüm yıllarıdır. Hakkâri’de büyük bir kıtlık başgösterdi. Savaşta sağ kalanlar, Irak’a doğru gitmek üzere yola çıktılar. 1924 yılına kadar Hakkâri insansız kaldı, ne Kürt, ne Nasturi kimse uğramaz oldu…
1924 yılında topraklarına geri dönenlerin arasında Nasturiler de vardı. Ve çok değil bir yıl önce kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Nasturilerin dönüşünden hiç hazzetmedi. Bir yolunu bulup bir daha dönmemeleri sağlansa ne iyi olurdu
7 Ağustos 1924 günü, Hakkâri’den Çukurca’ya gitmek üzere Vali Halil Rıfat Bey, yanında İl Jandarma Komutanı Binbaşı Hüseyin Bey, Çukurca takımına atanan jandarma teğmeni, 15 asker ve yöre eşrafından bir kafileyle yola çıktı.
Nasturiler Han Yaylası’nda yollarına pusu kurdular. Jandarmaları ve yüzbaşıyı öldürdükten sonra Vali’yi esir aldılar.
Nasturilerin sonunu getirmek için güzel bir fırsat daha doğmuştu. Tabur tabur asker geldi Hakkâri’ye, Müslüman Kürt aşiretleri de hazırdır devletin yanında savaşmaya. Bu tarihe kadar 3-4 kez kırıma uğramış olan Nasturilere böylece son bir darbe indirildi. Gerçekten de bu darbe son darbe oldu; bir daha bölgede hiçbir Nasturiye kimse rastlamadı.
‘HARABELERİN ARASINDAN NASIL CANLANACAKLAR’
Kiliseleri ahır yapıldı. Tarlalarına el kondu. Mülkleri Müslüman Kürtler kendi aralarında bölüştü. Boş kalan köylerine, uzak diyarlardan Kürtler gelip yerleşti.
Katliamdan kurtulan, bir süre dünyayı dolaştıktan sonra San Fransisco’ya yerleşen Patrik Mar Şemun’un halası Surme Hanım, daha sonra “Ninova’nın Yakarışı” adlı bir kitap yazdı: Kitabının en çarpıcı cümlelerinden birisi de şu olmalı:
“Kiliselerimizi belki yeniden yapabiliriz, fakat sormak gerekir. Kürtler yok ettikleri değerleri, sebep oldukları harabelerin arasından yeniden nasıl canlanacaklar?” Nasturilerin kendi alfabeleri var. Aramice konuşuyorlar. Hemen hemen hepsi Türkçe ve Kürtçe biliyorlar. İbadet dilleri Süryanice’dir.
Şu anda Türkiye topraklarında hemen hemen çok az Nasturi yaşıyor. Var olanlar da resmi ilişkilerinde Türkçe konuşuyorlar. Ama diller arasında müthiş bir geçişkenlik gösterebiliyorlar. Örneğin Mardin’dekiler Arapça, Diyarbakır’dakiler Kürtçe, Antakya’dakiler Rumca, İstanbul’dakiler Türkçe, Avrupa’dakiler, bulundukları ülkeye göre; Almanca, Fransızca, İsveççe vb. konuşuyorlar.
KAFİLELER HALİNDE AVRUPA’YA GÖÇ
1970 genel nüfus sayımında, sadece Hakkâri’de Keldani olduğunu söyleyen 2 bin kişi çıkmış. Bu sayı 1980 sayımlarında 9 bin olmuş. Ama bugün Hakkâri’de tek bir Nasturi bile yok. Nasturiler; Mardin’de Midyat, Şırnak’ta Silopi, Uludere, Beytüşşebap ve İdil ilçeleri Siirt’te Pervari, Diyarbakır ve Van’da yaşıyorlar. Türkiye dışında ise İran, Irak ve Suriye’de hayatlarını sürdürüyorlar. Son yıllarda kafileler halinde Avrupa’ya gittiler. Gittikleri her Avrupa ülkesinde neredeyse törenlerle karşılanıyorlar. Hıristiyanlığı kabul eden ilk kavim oldukları için bugün özellikle İsveç, Norveç, Almanya, ABD’de rahatlıkla oturma, çalışma izni alabiliyor, vatandaşlığa kabul ediliyorlar. Türkiye’de kalan Nasturilerin önemli bir kısmı bugün İstanbul’da yaşıyor ve en çok kuyumculuk işiyle uğraşıyorlar
Nasturiler kendi içine kapalı bir toplumdur. Ortak değerleri din ve dildir. Nasturiler arasında el sanatları, atölye, tezgâh, altın, gümüş bakır işlemeciliği, mermer, demir, deri, ipek işlemeciliği çok gelişmiştir. Şarapçılık, pekmezcilik, sera ve bağcılık işini çok kaliteli yapıyorlar. Savaşlar, kıyımlar, sürgünler yüzünden yaklaşık 200 bin Nasturi’nin yurdundan göç etmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. 1980’li yıllarda Türkiye’de yaklaşık 25 bin Nasturi olduğu hesaplanırken, bugün bu sayı 5-6 bin civarına inmiş durumda.

http://www.haberturk.com/yazarlar/muhsin-kizilkaya-2291/994520-genc-patrige-kurulan-tuzak-barisin-sonu-oldu

Yorumlar kapatıldı.