İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermenilerin altın gömülerinde bastırılmış hafıza

Gidenlerden kalan miras, Ermenilerin altın gömüleri, bir yanda geçmişin kanlı izinin üzerinde yaşadığını yarı bilinçle bilen; öte yandan kendisini bütün süreçten münezzeh kılmaya çalışan insanların, üstlerine gelen hayaletlere karşı üretebildiği tek mitosdur.“Dil adam olmayınca, el de adam olmuyor” demiş Kıvılcımlı. Bu yazıyı, aylar süren saha araştırmalarımın sorumluluğuyla, dil olmak (yani bu sözcüğün temeldeki Farsi ve bugün Kırmanci’deki anlamıyla cesaret ve gönül olmak) için yazdım. 2006’dan itibaren Kafkas sınırımızda ‘Vatanın kuruluşu nasıldır? Politik coğrafyamız nerede başlar, nerede biter?” sorularıyla başladığım sınır araştırmalarında, birbirinin neredeyse aynısı onlarca öykü dinledim: “Ermenilerden kalan altın gömüleri” öyküleri, beni çocukluğumun Ayvalık günlerindeki “Rumlardan kalan altınlar” hatırasına götürdü. 

Bu öyküler neden hep taze tutuluyordu? Neden bulanlara kimse şahit olamamıştı, ama söylence hep yürütülüyordu? Neden lanetli hazinelerdi? Bulanların zaten başlarının belada olması ne demekti? Bir kez daha araştırma konusu gelip bana çarpmıştı: Böylece öykünün peşine düştüm.

ARAZİLER NASIL VATAN OLUR?
Kafkas sınırımız, acılı bir sınır: 1500′lerden itibaren sürekli akınlar, karşı akınlar, el koymalar, çocuk almalar, evlat edinmeler, kadın, beden ve mülk talanlarıyla yazılmış bir tarihi var. Öyle bir acıdır ki: örneğin bu bölge, sadece 1914–1917 arasındaki Osmanlı-Rus savaşı boyunca 6 kez el değiştirmiştir. Bu değişmeler sırasında, halklar Erzurum/Oltu ile Batum (Batumi) arasında birkaç kez yer değiştirmişler ve bu yer değiştirmelerin mülkiyete yansıyan biçimleri de bu zamana kadar kalmıştır. Ermeniler, Hristiyan Gürcüler, Molokanlar, Nemsiler, Rumlar, Megreller, Kürtler, Doukhoborlar, Türkler, Azeriler, Karapapaklar, Kıpçaklar ve Türkmen Alevilerle bezeli sosyal yapıda; büyük yer değiştirmeler ve beraberinde de boşalan-boşaltılan köylere el koymalar başlamıştır.
TOPRAĞIN BEDELİ
Halk arasında ‘KAÇAKAÇ’ olarak adlandırılan bu dönemin hikayeleri muhbirlik, itaat, ihanet, işbirliği, kıyım ve isyan anlatıları, pek çok mülk değiştirme, servet edinme ve servet kayıpları anlatılarına eşlik eder. Daha sonraki dönemlerin milliyet ideolojisini de kuracak olan bu mülk kayıpları, genellikle ‘işgal öyküleriyle ve pazarlıklarla’ başlatılır. Bu öykünün gerisinde toprakların sürekli işgalleri sırasında, yerleşiklerin kendi egemenlik alanlarını nasıl korumaya çalıştıklarını da görürüz. Örneğin, köylerde bolca anlatılan öykülerden birisi; “tuz-ekmek seremonisi” idi. “Tuz-ekmek seremonisi” (vefa borcu), Rusya’da ve kısmen Balkanlara kadar uzanan bir coğrafyada görülür. Köy halkının ileri gelenleri bir tepsiye tuz ve ekmek koyarak işgalciye sunarlar. Gelen işgalci/güçlü yabancı, ekmeği tuza banıp ağzına atarsa, bu durum ileri bir pazarlığın başlayabileceğini de gösterir. İleri pazarlık o köye/yerleşime zarar verilmemesi için kaç altın, kadın, silahlı insan gücü, lojistik destek ve/veya mal verileceğinin kararlaştırılmasıdır. Bir önceki karşıt gücün işgalinden arta kalan hesaplar da, bu pazarlığın bedelini kabartmaktadır.
Yağma, can alma ve kıyımlar, her şey bittiğinde esaret ve hayatta kalabilme başarısı olarak tanıtılır: Örneğin, Kıymat Nine’nin kocasının ne kadar yiğit olduğuna dair anlatısı da, aslında bir yağma öyküsünü dillendiriyor: “…dediler ki Mustafa Kemal gelmiş, ağam gitti karanlıkta kayboldu, sabahacak çıktı geldi, dalında [sırtında] bir dikiş makinası, bir halı ki ipek…” (Mayıs 2006, Ardahan. Çıldır-Gölebert köyü görüşmesi).
ARAZİNİN MİTOSU: MİTLEŞMİŞ VATAN
Toprak böylece birbiri peşi sıra gelip gidenlerin ardından kanla yıkanırken, kalana düşen kendi durumunu pekiştirmenin mitosunu yaratabilmektir. Mitleştirilen bu araziler bir yandan kazanç kapısı haline dönüşürken diğer yandan da ulusal kimliğin merkezi bir unsuru haline gelebilir. Böylece toprağın, özellikle de sınırdaki arazilerin ve sınır çizilirken göçle ya da zorla boşalmış arazinin, bir kazanç kapısı olabilmesi için gizemleştirmeye uğradığını görürüz. Hatta bu mitosun kuruluşuna devletin kendisi de katılır.
“Bir de şey vardı simdi E.’da E. K. Profesör birçok toplantımıza katıldı yakından tanışıyoruz birçok toplu mezar belirlendi, biri Ur dediğimiz orada galiba 70 küsur civarında toplu mezar var, bir de Kirman diyorlar o köyde okul bahçesi içerisinde 14–15 mezar var. Biz dernek olarak bunların açılması için çalışma başlattık. Dedik burası Ermenilerin katliam yaptıkları yer. Açma aşamasında bir şeye takıldık dedik ki bu mezar Müslüman mı Türk mü nereden bileceğiz. E. bey dedi ki o bakımdan hiç kaygılanmayın, hatta bir MİTçi dedi ki yanına bir şey koyarız. Yani tespih gibi, Kur-an gibi. Bu bakımdan E. bey dedi ki kaygılanmayın. Yani bizim acımızı biliyordu, anlıyor musun?” (Nisan 2006, Ardahan görüşmeleri)
Geride kalanlar telaş içerisinde ‘geçmişte yapılanların hayaletini şimdiye (hiç değilse birazcık) kazanç olarak taşımaya çalışırlarken; durumun bir anda tersine tepeceğini korkuyla fark ederler: Şimdi bu mezar ‘Hristiyan katliamından mı yoksa Müslüman mı?’. Zira insanlar en kanlı günlerde kimin kimden yağma yaptığını, kimin kimi öldürdüğünü aslında bilirler. Devlet hemen işin içine girer ve bunun Hristiyanların gerçekleştirdiği bir katliam olduğunun kanıtını, hem de devletle birlikte yaratma güvencesi verir.
YAĞMANIN VE KIYIMIN SINIF HALLERİ: KANINI İSPATLA!
Öte yandan; yerleşik halkın, bu süreci sadece diğer halkları yağmalayarak geçirdiğini düşünmek de gerçekçi değil. Geride kalanın yaşam savaşı, elbette sınıfsal bir dokuda gerçekleşmektedir: Yoksul, yoksulu soyarken toprağa el koyan genelikle eski dönemin de mültezimleridir: İsmet İnönü, Defterler’de Kars için: “Peynir yapan merkez. Aletleri eksik… 93’ten arazi sahibi olduğunu iddia edenler mahkemeden ilam alarak köylerin arazisini de ele geçiriyorlar [38’ler]. Aynı yolla bir de orman yağması başlamış” diyordu. Zira sınırın oluşması boyunca ve sonradan da Soğuk Savaş döneminde; yerleşik yoksullar Rus casusu olduklarını ima eden çok fazla baskıyla da yüzyüze kalmıştır: Böylece örülen korku ve çıkar çemberi, bir yandan halkların topraklarını genişletmeleri, hiç değilse ellerinde tutabilmeleri için de tek çare gösterir: ‘öz-be-öz Türk olduğunu ispat’ kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelir.
2007’de Ardahan’ın bir köyünde dinlediğim hikaye, kanı karışmış olma korkusunun hâlâ nasıl yaşamakta olduğunu gösteriyordu. Köyde Miras A..ler adı verilen bir sülale ile evlenilmiyor, aile içine alınmıyorlardı. Nedenini sordum:
“Bak şimdi sana bir Hacı H.’ın hikayesini anlatalım: Hacı H. oğlu S. beş yaşına geldiğinde karısı ölmüş. Hacı H. de gitmiş Revan’dan [Yerevan] bir karı getirmiş. Karıdan bir oğlu olmuş: A… A. iki yaşına geldiğinde, H. Ağa da ölmüş. Karı da oğlanı alıp, Revan’a geri dönmüş… [Burada uzun uzun S.nin büyüyüp, Revan’a kardeşini aramaya gitme öyküsü anlatılıyor. Sonunda S. kardeşini alıp gelmiş]. İşte bu yüzden bizde onlara, Miras A.ler denir. Babadan miras kalanlar anlamında yani”. (Aralık 2007. Ardahan. Çıldır görüşmeleri)
Hikayenin burasında belki de hiç sorulmamış olan, hiç sorulmaması gereken tek soruyu sordum: “Peki bu ikisi neçe dânışmışlar? [anlaşmışlar]”. “Nasıl neçe?” diye şaştılar. Yirmi dakika, birisi beş diğeri iki yaşında ayrılmış ve ayrı dillerde büyümüş olan iki kardeşin, 15 yıl sonra karşılaştıklarında ortak hangi dili konuşacağı üzerine tartışıldı. Soru çok sıkıntı yaratmıştı: Zira bu sorunun, kendi kökenlerine dair bir tartışmayı da açabileceğini, bilinçle olmasa da, biliyorlardı. Hatta bir ara arkadan Babil mitosu belirdi: “O zaman herkes herkesin dilini bilirdi” dediler. Yirmi dakika sonra, bu sorunun sorulmamış olmasını umarak, “hadi hadi acıktı misafir, çay dökün, peynir çıkarın” diyerek, konuyu kapattılar.
Hacı H. nin dili de elbette Ermenice idi. Aksi halde Türkiye’de yetişmiş bir çocuk olan S.nin, kardeşiyle konuşmuş olması düşünülemezdi bile. Sadece bu yüzden Miras A.lerden kız almanın, kendi kan bağlarını ortaya çıkartmak demek olacağını; A.lerin Yerevan’dan olduğunun köyde bilinmesinin sorun olmadığını; ama Ermeni soylu bir çocukla evliliğin Hacı H.nin de Ermeniliğini apaçık edeceğini; eğer kız alıp vermezlerse bunun belli olmayacağını umarak yaşıyorlardı, 80 şu kadar yıldır. Bir araştırmacı gelip bu soruyu sorunca da, Babil mitosunu çıkartmaktan başka çareleri kalmamıştı.
Böylece büyük bir çalkantı ve acılı dönemlerle geçirdikleri ve bütün halkların birbirine düşmanlıklarının körüklendiği 1910′ları takiben; Türklük kimliği milli içeriğini kültürel bir kalıpla doldurarak, yörenin halkına egemen olmuştur. Sorulunca “Ahıska Türklerindenim” demek örneğin, sürgünlerle geçirilmiş bir hayatın içinde, “kökeninin fazlaca sorulmasını istememek” olarak açıklanabilir.
İMAYI GERİLETMEK İÇİN ÇABALAMAK: “ÇEKMİŞ GİTMİŞLER!”
Toprağın sahiplerini hatırlamak sıkıntı verse de, ima edilen bunların bir zamanların sonunda ‘çekmiş gitmiş’ olmalarıydı. Dinlediğimiz hikayelemeler şöyle başlıyordu:
“…A: Çok büyük 550 hanelik köy. Burada yedi tene kilise var idi.
Ö: 7 tane?
A: Yedi tene
Ö: Ermeniler mi varmış?
A: Ermeni, Rum, hep Ermeni. Haşimdi bu Çamlıçatak köyü var ya ora Ermeni köyü idi.
Ö: Bu tepedeki kalıntı nedir amca?
A: O kalıntı da şimdi efendim. Biz eskiden yani yetiştiğimiz zaman benim, orası bir ziyaret idi, çevrilmiş bir türbe içindeydi. Türbe şeklinde. Orada yani ne niyetin var ise Allah, gelip kurban keseydin duan gabul olurdu. Ondan sonra bu altın davası çıktı. Adamlar cahız [cihaz] elinde parçaladı.
L. Çok mu burada hazine arayanlar?
A: Çok var çok.
L: Bu kiliseler falan sizin dedeler gelmeden önce mi kalmışlar burada?
A: Tabi ondan önce. Dedem buraya yerleşmeden önce Rum varmış. İşte hangi harb olduğunu [Bilmiyorum] çekmiş gitmişler” (Ekim 2006. Ardahan. Ölçek Köyü görüşmeleri).

LANETLENMİŞ HAZİNE
Lukas Kieser, Iskalanmış Barış isimli kitabında bu dönemin şiddetini, korkularını ve arkaplan siyasetini incelerken; el değiştirmelerin günlük hayattaki izlerini de sürmektedir. Gidenlerden kalan miras, Ermenilerin altın gömüleri, bir yanda geçmişin kanlı izinin üzerinde yaşadığını yarı bilinçle bilen; öte yandan kendisini bütün süreçten münezzeh kılmaya çalışan insanların, üstlerine gelen hayaletlere karşı üretebildiği tek mitosdur.
“He o adam bene dedi benim kafa yoğidi. Benim kafa çalışmadi. Dedi ki orda dedi benim dedi, Beşikkaya var. Orda dedi bir büyük altın var dedi. O taşın altına goymuş onu. Dedim o taşi nasıl kaldırdın. Dedi o taşi ne yaptuk; eşidik eşidik eşidik, altını oyduk oyduk, taşi düşürdük üstüne ama taş 10 ton 20 ton belki var. Neyse dedim ki niye çıkarmıyorsun altını bene söylüyorsun? Dedi ben oraya yeminliyim. Oğullarımı bile gomam beş tene oğlum var. Yemin etmişim. Niye dedim, derdin ne derdimi dedi hiç sorma, ben oraya yemin etmişim. Ama dedi, sakalda burada bembeyaz, bunu da ilk sana söyliğırim”(Eylül 2006. Ardahan. Ölçek Köyü görüşmeleri).
Sosyolog Paul Gilroy “Milliyetçi bir tarihin izleri, en iyi sınır bölgelerinde yaratılan metaforlarda izlenir” der. “Ermenilerin Gömüleri” metaforuyla yapılmış olan; milletin bağlaşıklarının ve ‘içerdeki düşman’ın materyal olarak yok edilmesi, geçmişte paylaşılmış addedilen ve şimdi kültürel olarak bağlı olunduğu düşünülen bir milli kimliğin yaratılmasıdır.
Kan, öç ve acıyla hırpalanmış olan topraklar, böylece her daim gelen ve giden için, ama asıl olarak kalabilen için vatan haline gelir. Onlarca öykü, mitos, mit, masal vatanın kıyılarını çizerken, vatanda tutunabilenlere geçmişin acısını gömerek kendilerini aklayabilecek öyküleri yüceltmek, bu öykülerle ortak bir sırra susmak, böylece vatana ve vatandaşlığa layık olmak düşer. Ermenilerin gömüleri, başa çıkılması gereken bir hayalet bulut olarak zihinlerimizde duruyor: kazsak, tamamen sahiplensek, olmaz, bizi yok eder; ama zaten alınmışlardır ve alanlar da zaten hep lanetlenmektedirler.
H. Neşe Özgen (Sosyal Bilimci – Araştırmacı) neseozgen.net
http://dunyalilar.org/ermenilerin-altin-gomulerinde-bastirilmis-hafiza.html

Yorumlar kapatıldı.