İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mustafa’lar iktidar da oldu, Cumhurbaşkanı da…

Bülent Şirin / bilgi@gunebakis.com.tr
Cumhuriyet’in eğitim tornasında hepimize “dindarların tembel, dinle kafaları uyuşmuş ve geri insanlar” olduğu öğretilmişti. Osmanlı da onların yüzünden yıkılmıştı zaten ve bütün dindarlar hiçbir şey yapmasalar da suçluydu, kendisini kategorik olarak aşağılayan manava hiçbir şey diyemezlerdi. İşte o Ege ve Akdeniz sahilleriyle Trakya’da yaşayan insanlar bu öğretiyi en fazla benimsemiş olanlardı. Dindarların kendilerini yönetmesini, başbakan ve hâttâ Cumhurbaşkanı olmasını algılayamıyorlar ve kabullenemiyorlardı. Yaşadıkları beldelere hizmet gelmesi ya da gelmemesinin zerre önemi yoktu, çünkü bu bir kimlik sorunuydu. Dindar merkezi hükümet kendilerine en iyi şekilde hizmet de etse, kendilerinden olan yerel yöneticiler hiçbir şey yapmasa da kararları değişmiyordu. Gerek o seçim akşamı yapılan analizlerde gerekse Markar Esayan’ın yazısında, bu insanların bir şekilde kazanılması, Yeni Türkiye’yle uzlaştırılması gerektiği gibi görüşler ileri sürülüyordu. Tabii ki öyle olmalı ama nedense bütün sorumluluk iktidarda olan zihniyete yükleniyor gibi geliyor bize. İnsan bir zihniyete kategorik olarak karşıysa, meseleyi kimlik sorunu olarak görüyorsa, dindarlar ne yaparsa yapsın tasdik etmemeyi tercih ediyorsa, bu insanlar nasıl ve ne şekilde ikna edilebilir?

***
Cumhurbaşkanlığı seçiminde son zamanlarda şekillenmeye başlayan Türkiye haritası iyice netleşti. Karşımıza üç parçalı bir yapı çıktı.
Doğu illeri çok fazla konuşulmadı, tartışılmadı. Çünkü devam eden bir çözüm süreci var. Fakat sahil bölgeleri için yine endişe dolu görüşler ileri sürüldü, problemin nasıl giderileceği hakkında sözler söylendi. Buraya yeniden dönmek üzere biraz gerilere gidelim, 28 yıl kadar gerilere…
1986 yaz ayları. ANAP’ın tek başına iktidar olduğu yıllar. O yaz, Trabzon’un bir ilçesine akraba ziyaretine gitmiştik. (Hangi ilçe olduğu önemli değil, o zamanlar Türkiye’nin her tarafında anlatacağım türden bir hikâye yaşanabilirdi) Akşam vakti bakkaldan alışveriş yaparken, yan taraftaki manavda bir tartışma devam ediyor. Tartışma diyorum ama bir taraf yüksek perdeden hâkim bir tavırla konuşuyor, atıp tutuyor, karşı taraf pasif ve savunmada. Biz bakkaldan ayrılmadan o sessiz olan manavdan çıkıp gidiyor. (Az sonra dönüp baktığımda hakim tavırla konuşan olduğunu anladığım) manav sesini daha da yükselterek peşinden sesleniyor: “Ula Mustafa!… Ula ne zaman iktidar olacasunuz?..” Bu nidayı alay ve aşağılama içeren bir kaç cümle daha takip ediyor.
Mustafa’ya bakıyorum. Gençten, sakallı, bolca ve şalvarımsı bir pantolon giymiş bir vatandaş. Sessizce ve acı acı gülümseyerek gidiyor. Belli ki Refah Parti’li Mustafa. Bizim manav, onunla rahatlıkla bu tonda konuşabiliyor, aşağılayabiliyor, Mustafa’yı kırıp gücendirmek gibi en ufak bir endişe de yaşamıyor. Bir avuç kasabada müşteri kaybı gibi ticari bir kaygı da taşımıyor.
Manav’ın hangi partiden olduğunu öğrenemedik ama gerek de yoktu. İslamcı kesime bakış açısı hemen her siyasi çizgide aynıydı o zamanlar. Bu toplum psikolojisi daha uzun yıllar devam edecek, azala azala bugünlere kadar gelecekti.
Markar Esayan, Yeni Şafak’taki köşesinde birkaç gün önce kaleme aldığı “Beyaz Türklerin Balkan Savaşı sendromu” başlıklı yazısında şu ifadeleri kullandı. “kemalist batıcılığı alıp kabullenen, bu kabullenişin de imtiyazlarını yaşayan dörtte birlik bir kesim oluştu. Bu kesim, kullandıkları imtiyazların imtiyaz olduğunu bile fark edemeyecek kadar durumu normal karşıladılar ve hala da öyle.”
İmtiyaz olduğunu fark edememek… İşte Manav’ın Mustafa karşısındaki tavrının açıklaması buydu. Esayan’dan alıntı yaptığımız bölümün devamı durumu daha da güzel açıklıyor. “O nedenle son 12 yılın reformları, onların cebinden çıkıp dindarlara, Kürtlere, gayrımüslimlere giden bir hak gaspı gibi. Üstelik bunu yapan da dindar bir parti ve onun başarılı lideri Erdoğan. Ama onlara dindarların tembel, dinle kafaları uyuşmuş, geri insanlar oldukları söylenmişti.” Cumhuriyet’in eğitim tornasında hepimize “dindarların tembel, dinle kafaları uyuşmuş ve geri insanlar” olduğu öğretilmişti. Osmanlı da onların yüzünden yıkılmıştı zaten ve bütün dindarlar hiçbir şey yapmasalar da suçluydu, kendisini kategorik olarak aşağılayan manava hiçbir şey diyemezlerdi. İşte o Ege ve Akdeniz sahilleriyle Trakya’da yaşayan insanlar bu öğretiyi en fazla benimsemiş olanlardı. Dindarların kendilerini yönetmesini, başbakan ve hâttâ Cumhurbaşkanı olmasını algılayamıyorlar ve kabullenemiyorlardı. Yaşadıkları beldelere hizmet gelmesi ya da gelmemesinin zerre önemi yoktu, çünkü bu bir kimlik sorunuydu. Dindar merkezi hükümet kendilerine en iyi şekilde hizmet de etse, kendilerinden olan yerel yöneticiler hiçbir şey yapmasa da kararları değişmiyordu. Gerek o seçim akşamı yapılan analizlerde gerekse Markar Esayan’ın yazısında, bu insanların bir şekilde kazanılması, Yeni Türkiye’yle uzlaştırılması gerektiği gibi görüşler ileri sürülüyordu. Tabii ki öyle olmalı ama nedense bütün sorumluluk iktidarda olan zihniyete yükleniyor gibi geliyor bize. İnsan bir zihniyete kategorik olarak karşıysa, meseleyi kimlik sorunu olarak görüyorsa, dindarlar ne yaparsa yapsın tasdik etmemeyi tercih ediyorsa, bu insanlar nasıl ve ne şekilde ikna edilebilir? Ben “ulan bu köyde Tayyip’e oy verenlerin…” diye başlayıp ana avrat dümdüz giden 80 yaşındaki emicenin dediği kulağıma geldiğinde gülümsemekten daha fazla ne yapabilirim? Biraz da onların adım atması gerekmiyor mu?

http://www.gunebakis.com.tr/yazar/mustafalar-iktidar-da-oldu-cumhurbaskani-da-4057.html

Yorumlar kapatıldı.