İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Yakın tarihin vakaları karartılmıştır!”

1994 yılında yayına başlayan Tarih ve Medeniyet Dergisinin kurucu kadrosu içinde yer alan ve sonrasında Tarih ve Düşünce Dergisi’ni çıkaran Mehmet Fatih Can ile sohbet ettik… Bir dönem Osmanlı Arşivlerinin başında bir Ermeni vatandaşımız vardı. Asla Ermeni milletini kötülemek için söylemiyorum.Etnik fitneye bulaşmadan önce “Millet-i Sadıka” unvanını hakkıyla ihraz etmiş bir millet.Şunun için bu vurgular;biz bize bırakılamayacak kadar önemli bir millet (!) olarak muamele gördük de ondan…Yoksa ecdadımızın etnik kompleksleri olmadı hiçbir zaman.Zaten bir Müslüman’ın böyle bir hakkı yok. Irkçı bir bakış açısına sahip değiliz. Ama Türkiye’nin özel şartları içinde gelişmeler hep aleyhimize cereyan etmeye başlayınca dikkat kesilmeye başladık.o yüzden biraz da olayların nasıl geliştiğine ışık tutsun diye söylüyorum. Türk dil devrimini de Ermeni yaptı. John Dewey isimli bir adam geldi, İngiliz asıllı Yahudi, 1936′da Türkiye’ye davet edildi. Eğitim reformunun temellerini bu adam attı. Yani Mimar Sinan’ın Ermeniliğine(!) kadar gider bu iş. Sonra kabri açılır. Kafatası ölçülmek(brakisefal testi!) için alınır. Hala kafatası yerinde değildir mübareğin. Nerde olduğu da belli değil. Yani bu tür saçmalıkların hakim olduğu dönemlerde gördüğümüz temel problem vakanın karartılmasıdır. (Ters taraftan da baksa karartma doğru. HYETERT)

***
Tarihin biraz da magazinleşerek popüler hale geldiği şu günlerde, 1994 yılında yayına başlayan Tarih ve Medeniyet Dergisinin kurucu kadrosu içinde yer alan ve sonrasında Tarih ve Düşünce Dergisi’ni çıkaran Mehmet Fatih Can ile sohbet ettik.
Röportaj yerine “sohbet” demeyi tercih ediyorum. Çünkü Mehmet Fatih Can ile tarih yayıncılığı macerasının orta yerinde yollarımız kesişti ve bir dönem birlikte çalıştık. Arkadaşlığımız daha öncesine dayanıyor ve elbette sürüyor. Dolayısıyla onunla tarih üzerine yaptığımız sayısız sohbetin tesirini bu görüşmemizde bir kenara koymak çok zordu.
Öncelikle Mehmet Fatih Can’ın tarihçi kimliği bir yana, inandığı uğurda yürümekten asla tereddüt etmeyen karakterinin altını çizmemiz lazım. 28 Şubat sürecinde kapanan/ kapattırılan “Tarih ve Medeniyet Dergisi”ni, işin maddi risklerini zerrece düşünmeden, yeni ama benzer bir isimle, her türlü idari ve finans riskini üstüne alarak adeta tek başına ve sadece bir ay sonra sürdürmeyi başarmış örnek bir isimdir.
Tarih yayıncılığının ve doğru tarihi anlatma cesaretinin “isimsiz” kahramanıdır. “İsimsiz” belki haksız bir sıfat gibi görünebilir. Çünkü elbette bu camianın tanınan ve sevilen simasıdır. Ancak “tarih pazarlamacılığı” ile vitrini doldurmuş meşhur birçok ismi hesaba kattığımızda “isimsiz” sıfatı, onun derviş meşrebiyle örtüşmektedir.
– Tarihin dönem dönem popüler olmasını ve buna bağlı olarak Tarih Dergisi yayıncılığını nasıl değerlendirebiliriz? 1994′de Tarih ve Medeniyet yayınlandığında gerçekten çok önemli bir ilgi gördü fakat dönemin şartları içinde yayın hayatına son vermek zorunda kaldı. Gerçi sizin gayretinizle yeni bir isimle yoluna devam etti. Şimdi de tarihin ve tarihle ilgili çalışmaların revaçta olduğu bir dönem yaşıyoruz. Bu ilgi çoğalması, azalması nasıl açıklanabilir?
–  Aslında insanların geçmişe dönük ilgileri fıtri bir şey. Mesela Kur’an-ı Kerimi beş ana başlık altında inceler alimler. Bunlardan bir tanesi de “kıssa”dır. Orada tamamen zaman ve mekan belirtilmeden insanların geçmişte yaşadığı tecrübelerin, hadiselerin gelecek nesillere ders verici mahiyette anlatılışı vardır.  Oradan dersler ve hükümler çıkarılır. Bu manada geçmişe ilgi insanın fıtratında var. Bu bizim milletimizde biraz daha fazla var. Sebebi de şu. Biz tarih yazan bir millet değiliz. Bu çok genel bir hükümdür ama… Doğruluk payı vardır. Bizim için tarih yapmaktan, tarih yazmaya fırsat bulamamış millet derler. Hakikaten bizim tarihi kaynaklarımıza baktığımızda  zayıf olduklarını görürüz.Bu bizim şifahiliğe yatkın oluşumuzla da biraz ilgilidir,yani “söz”medeniyeti bazlı bir milletiz. Eski Türk tarihini Çin kaynaklarından öğreniyoruz. Sonrasında yeri geliyor mesela Venedik kaynaklarına,müsteşrik çalışmalarına,ecnebi kroniklerine, müracaat etmek zorunda kalıyoruz.
-Bu kaynakların objektif olduğu düşünülebilir mi?
– Tabii ki düşünülemez. Sosyal bilimlerde hiçbir şey objektif değildir zaten. Herkesin baktığı pencere farklı. Baktığı yerden gördüğünü söyler insan. Oradan bir yorum çıkarır. Ama hani bir kitabı okurken satır aralarını da okumak vardır ya… Tarihçinin rolü burada devreye giriyor. Objektif olmadığına inandığı meseleleri süzme, ayıklama mecburiyeti var tarihçinin. Malzemeyi metodoloji, usül bilgisi  ve birikimiyle değerlendirmesi lazım. Mesela Çin kaynaklarında Türklerin ne tür atlara bindiği objektif bir bilgidir. Kıyafetleri, sayıları, silahları objektif bilgidir. Ama bu objektif bilgilerden hareketle Çinlilerin getirmek istediği sonuç ve hüküm farklıdır. Bize o hüküm kısmından ziyade objektif bilgiler lazımdır. Velhasıl sonuç olarak bizim yazılı tarih kaynaklarımız yetersizdir.Bu hüküm son iki yüz sene için biraz hafifletilebilir.
– Ne zamana kadar zayıftır?
-18.yy.la kadar…
– Fatih dönemi, Kanuni dönemi zayıf mıdır?
-Evet  zayıftır. Olanların kahir ekseriyeti hülasadır. O devrin tarihçilerinin bakış açıları itibariyle, tamam artık bize başka kaynak gerekmez diyecek kadar zengin değildir. Dolayısıyla  tarihimize bakmak istediğimizde nerde ne kadar kaynak varsa hepsine ulaşmak, incelemek zorundayız. Çapraz sorgulamalara tâbi tutmak zorundayız. Ondan sonra hüküm çıkarmak,yorum yapmak,tespitlerde bulunmak imkan dahiline girer.
– Sorudan uzaklaştık. Mevzuyu dağıttık.
– Oraya geliyorum. Ama bu izahlar mecburi. Bu bilinmezlik, merakı ayrıca tahrik ediyor. Biz bir tarih yaptık. Bu tarihin üstünde oturuyoruz. Âtıl vaziyetteyiz ve dönüp şimdi geçmişimizi merak ediyoruz. Bu merak çok şiddetliydi. Fakat Türkiye’de özellikle son yüzyılda, hatta yüz elli yılda… Özellikle Avrupa’daki sanayi inkılabı ve modernleşme sırasında içine sürüklendiğimiz o savaş yılları, harpten ve darptan nefes alamadığımız yıllar, sonra koskoca bir imparatorluğun  inhitatı, bir medeniyetin tarihe gömülmesi, oradan yeni bir devletin ortaya çıkması, bu yeni devletin yaklaşık bir 50 yılının karanlık ve istibdat içinde olması;  bizi,  bu tarih merakımızı ve tarihe susuzluğumuzu giderecek verilere kavuşmaktan alıkoydu. Tarihimizi öğrenebilecek sağlam  kaynaklara ulaşmamıza ket vurdu.  Çünkü yeni bir devlet kuruldu. Yeni bir rejim inşa edildi. Geçmişe sünger çekildi. Yeni bir ulus inşası için her şey  ideolojik mavralarla masallaştırıldı. Hakikatler tahrif edildi. Böyle olunca, tarihi gerçeklerin gömüldüğü koca bir müktesep ve hafıza  adeta mayınlı bir alan haline getirildi.Tabiatıyla başından beri bahsettiğimiz “merak” bir türlü tatmin edilemedi,”susuzluk” giderilemedi. Bunu mümkün kılacak verilerin  serbest bir şekilde ve bol miktarda piyasada olamaması…
– Yazılamaması, konuşulamaması, tartışılamaması…
-Tabii. Kısıtlı yayınların da güdümlü olması… Tatsız tuzsuz bir resmi tarihin okullarda papağan gibi ezberletilmesi… Tarihten nefret ettirilmesi…Tarihi gerçekleri barındıran malzemelerin yasaklanması vs… Bir sürü şey. Tezimizi güçlendiren bir hadise şudur. Türkiye’nin ilk tarih dergilerinden diyebileceğimiz Hayat Tarih Mecmuası -ki dergicilik tarihinde tiraj rekoru kırılamamış bir dergidir, 70- 80 bin sattığı olmuştur- tek parti diktatörlüğünün sona erip çok partili hayata geçiş vetiresinde yayınlanmaya başlamış bir dergidir… Bu derginin gördüğü  ilginin mühim bir  sebebi, geçmişe dönük her şeyin tersyüz edildiği ceberut  bir dönemden sonra kısmi bir rahatlamayla bazı şeylerin yayınlanabilir hale gelmesi,hala hayatta olan iki devrin tanıklarının konuşma imkanı bulması vs.Ve bu biraz  aralanan karanlık perdenin arkasındaki malzemeye,zaten gerçekleri öğrenmeye susamış  bir milletin teveccühüdür.
-Özgür ortam gerçek tarihçiliği ve tarih neşriyatını  coşturuyor demek ki. Peki Hayat Tarih bu anlamda vazifesini yapabildi mi? Yoksa o da resmi tarihin mayınlı alanlarında kıvırtmak zorunda mı kaldı?
-Kesinlikle kırmızı çizgileri aşmamaya dikkat eden hatta çok da böyle bir niyeti olmayan bir dergiydi. Ama karanlıkta kalmış dönemlerin renkli taraflarını da yayınlayan bir dergiydi. Karanlık perdeleri sonuna kadar  aralayalım hedef ve niyeti yoktu. Fakat o devir henüz  bakiyyeti’s süyuf yani kılıç artığı dediğimiz Osmanlıdan Cumhuriyete geçmiş neslin hayatta olduğu devir. Dolayısıyla bu insanların hafızalarını  sağma imkanı   var. Bunların  hatıraları daha taze. Bu da o dergiyi renkli kılan bir unsur. Suya sabuna dokunmayan bir dergi olmasına rağmen Hayat Tarih koleksiyonu yine de satır aralarında kalmış veya sayfalar aralarına sıkışmış ve dikkat çekmemiş bazı malzemeleriyle, tarihçilerimiz için önemlidir.
Fakat 1950′deki özgürlük rüzgarı neticede darbelerle akamete uğradı. Karanlık bir devir başladı yine.  Tırnak içinde Özal rönesansının akabinde, faili meçhullerin zirveye çıktığı bir dönemde, mafyanın devlete hakim olduğu bir dönemde, medyanın tamamen güdümlü olduğu bir dönemde Tarih Medeniyet Dergisi çıktı. Ama ince hesaplar yapmak suretiyle  “koruma”duvarlarına toslamama refleksi de geliştirdi. Buna rağmen büyük ilgi gördü. Çok farklı konular işledi biliyorsun. Sen de hatırlayacaksın.
– Tabii, Tarih Medeniyet’in, Hayat Tarih’ten farklı olarak, ciddi anlamda bir hedefi, mefkuresi vardı. İşin magaziniyle dikkat çekmek gibi bir yola girmedi.
– Elbette, günün şartları içinde doğru tarihi anlatabilmekti derdimiz.
– O dönemde bugünkü kadar tarih dergisi ve yayını yoktu.
– Toplumsal Tarih vardı. Tarih ve Toplum vardı. Bunlar zaten önceden tek dergiydi. Ekip ikiye ayrılınca iki ayrı dergi oldu.
-Ama onlar biraz daha oryantalistik  ve halka ulaşma derdi olmayan yayınlardı.
– Evet. Marksist zaviyeden, Marksın tarih teorisine uygun bir  bakış açısına sahip olarak yayın yaptılar. Ama mesela rejimin resmi tarih tezinin işine gelmeyecek ve oralarda ciddi sarsıntılara  yol açacak  araştırmalar da yayınladılar. Yayın kurulu olarak, kaba tabirle “sağcı” akademisyenler bizde,” solcu” akademisyenler o taraftaydı(Bu sağ sol kavramlarının Türkiye için bir karşılığı olduğuna inanmıyorum,lakin izah netleşsin diye kullanıyoruz). Ama onların bir tarafı zamanla daha masonik bir çizgiye geldi. Rockefeller’in sponsoru olduğu bir vakıf da kurdular, daha ziyade yerel tarih çalışmalarına ağırlık veren,” imajinatif “ bir dergi oldu Toplumsal Tarih Dergisi.Bu arada Türk Dünyası Tarih Dergisi’ni de kaydedelim.Bu dergi daha ziyade Doğu Türk dünyası ağırlıklı bir yayın anlayışını istikrarla sürdürmüştür.
– Bu arada tarih eğer bir bilim alanıysa, bunun sağ ve sol bakış açısıyla değerlendirilmesi tuhaf değil mi?
-Değil aslında. Çünkü dünya görüşü, kişi hangi işle uğraşıyorsa o işi etkileyen bir faktördür. Bu kaçınılmaz bir şey. Tarihi bırak, fizikte,kimyada,biyolojide  bile bu böyle.  Aynı verileri  biri Allah’ın kudretiyle yorumluyor,diğeri doğanın işi diyor. Önemli olan bilim adamının olguyu karartmamasıdır. Yorumlarının farklılığı ayrı mesele. Tarih, sosyoloji, felsefe ve edebiyat gibi içtimai dallarda objektiflikten bahsetmek  zor.
-Ama bilim adamının, neye inanıyorsa inansın, çalışmalarının sonunda dürüst bir tavır sergilemesi gerekmez mi?
– Tabii. Zaten metodolojide şöyle bir şey var. Olguyu,gerçekliği  karartmayacaksın. Olgu ne? Tarihten örnek verelim. Mesela İstanbul’un Fethi… Bu fetih bir şekilde oldu. 10 şekilde olmadı. Tarihçi,  vak’ayı, yani hadiseyi(olgu) nasıl cereyan ettiyse onu yakalamaya çalışır. Der ki işte, 29 Mayıs’ta, şu kadar askerle, içeridekilerin durumu şöyleydi, silahlar şunlardı diye mümkün olduğu kadar gerçeği tespit eder. Buna ne diyoruz, olgu yani vaka diyoruz. Bunu karartmaya kimsenin hakkı yok. Bunu kararttığı zaman bilim adamı olamaz. Bunun üzerine fetih hadisesini hem Türkler için, hem Müslümanlar için hem Hıristiyanlar için, hem dünya tarihi için hangi sonuçlara sebebiyet verdiği, yani işin yorum kısmı tamamen kendi baktığı yerle ilgili.
– Olsun, orada da bir dürüstlük gerekiyor. Her ne kadar sübjektif bakmaya müsait bir durum söz konusu ise de… Fetih hadisesinin ortaya çıkardığı neticeler, içeride yaşayan halkın lehineyse, dünyanın gidişatının lehineyse, bu hadise dünyaya zarar değil fayda getirdiyse bunu dürüstçe görebilmek, ifade edebilmek lazım.
– Bu erdemi gösteren namuslu ilim adamı son derece az. Yani kendi ocağı yanmış ama bunun toplum için hayırlı olduğunu söyleyebilecek babayiğit son derece az. Bilim adamının kendi ideolojisinin etkisinde yorum yapmasını doğal görürken, şunu anlatmaya çalışıyorum. Tarih okurken veya kaynakları karıştırırken bütün bu etkilere maruz kalacağımızı bilmemiz lazım. Onun için sosyal bilimlerde çapraz okuma çok mühimdir. Dikkat edilmesi gereken şudur. Öncelikle vaka nedir? Bunu tespit edeceksin. Sonra vaka üzerine yapılmış bütün yorumları çok iyi tahlil edeceksin. Ondan sonra da kendi kıymet hükmünle birlikte vakayı karartmadan sonuca varacaksın. Maalesef İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğu zaman dehşetli bir karartma olduğunu görüyoruz. Çok basit bir misal vereyim, Dolmabahçe Camii ve Dolmabahçe Sarayı’nın mimarlarının Ermeni Balyan ailesi olduğunu biliyoruz. Bu bilgiyi edindikten sonra içimize düşen ilk duygu nedir? Vay be bir tane mimarımız yok muymuş bizim? Onu Ermeni yapmış, bunu Rum yapmış… Bu arada Ermeni Osmanlı Ermeni’si, Rum Osmanlı Rum’u… Onları tahkir için söylemiyorum. Ama bizim içimizde bu duygu uyanıyor mu uyanmıyor mu? Uyanıyor. Birileri bunu kullanmıyor mu? Osmanlıyı karartmak isteyen, ideolojik körlüğe sahip bir takım çevreler bunu kullanmıyor mu? Bu milletin yüzde 60′ı 70′i aptaldır. Adam da çıkmamıştır. Hep yağma ile geçinmiştir diyen bir güruh var. Onlara malzeme taşıyan olgular bunlar. Olgu ne? Balyan ailesi yapmış. Olguyu bir kez kararttığınız zaman, ondan sonra müteselsilen gelen bütün yorumlar o hatayı kabartmaktan başka bir işe yaramıyor. Öyle inanmaya başlıyoruz. Ama bir araştırmacı çıktı, Osmanlı arşivlerine girdi, Abdülhalim Efendi diye bir mimarın eserleri olduğunu ortaya çıkardı ve ispat etti. Marmara Üniversitesinden, profesör  Selman Can diye bir bilim adamı arkadaşımız.
– Balyan’ı kim ortaya atmış? O zaman kasıt var.
– Tabii… Balyan’ı kim ortaya attı? Yahu Türk tarihini Ermeniler yazdı. Bir dönem Osmanlı Arşivlerinin başında bir Ermeni vatandaşımız vardı. Asla Ermeni milletini kötülemek için söylemiyorum.Etnik fitneye bulaşmadan önce “Millet-i Sadıka”ünvanını hakkıyla ihraz etmiş bir millet.Şunun için bu vurgular;biz bize bırakılamayacak kadar önemli bir millet(!) olarak muamele gördük de ondan…Yoksa ecdadımızın etnik kompleksleri olmadı hiçbir zaman.Zaten bir Müslüman’ın böyle bir hakkı yok. Irkçı bir bakış açısına sahip değiliz. Ama Türkiye’nin özel şartları içinde gelişmeler hep aleyhimize cereyan etmeye başlayınca dikkat kesilmeye başladık.o yüzden biraz da olayların nasıl geliştiğine ışık tutsun diye söylüyorum. Türk dil devrimini de Ermeni yaptı. John Dewey isimli bir adam geldi, İngiliz asıllı Yahudi, 1936′da Türkiye’ye davet edildi. Eğitim reformunun temellerini bu adam attı. Yani Mimar Sinan’ın Ermeniliğine(!) kadar gider bu iş. Sonra kabri açılır. Kafatası ölçülmek(brakisefal testi!) için alınır. Hala kafatası yerinde değildir mübareğin. Nerde olduğu da belli değil. Yani bu tür saçmalıkların hakim olduğu dönemlerde gördüğümüz temel problem vakanın karartılmasıdır. Yok edilmesi, yüz seksen derece değiştirilmesidir. Halbuki vaka olduğu gibi korunabilse, biz o vakadan korkmayız. Kim ne yorum yaparsa yapsın. Yeter ki olgu karartılmasın.
– Başa dönelim. Yayıncılıktan uzaklaşıyoruz ister istemez. Hayat Tarih’in de, Tarih Medeniyet’in de çıktığı dönemler, özgürlük ümidinin arttığı dönemler. Yani karartılmış vakaların aydınlanma ihtimalinin belirdiği dönemler.
– Evet. Merakın giderilme umudunun doğduğu dönemler. Menderes dönemi. Özal dönemi. Özal’ın bir sözünü hatırlıyorum. Eğer bizden sonra büyük bir hata, büyük bir ihanet olmazsa, gelecek asır bizim asrımız olacaktır dünyada diye… Fakat dediğinin tam aksi çıktı. Tam aksi bir gelişme yaşandı Türkiye’de…
– 28 Şubat mı?
– 28 Şubat ondan sonraki gelişmelerin bir sonucu. Özal kim vurduya gitmiş, Demirel gibi bir zat tekrar işbaşına gelmiş. Ergenekon denilen yapının Türkiye’nin bütün hücrelerine sızdığı, İsrail’in ve Amerika’daki İsrail’in hakimiyeti altına girmiş bir Türkiye çıktı ortaya. Bu dönemde Tarih Medeniyet’in başına gelenleri biliyorsun. Beraber yaşadık. Dergi yayınını noktalamak zorunda bırakıldı. Ben 4,5 sene yargılandım 5816’dan; Atatürk’ün manevi şahsiyetini tahkir ve tezyiften…
– Sadettin Kaynak’ın frakla hutbe okuduğu fotoğrafın yer aldığı bir kapakla çıkmıştık. O kapak sonun başlangıcı oldu sanki. Halbuki yasaklı bir fotoğraf değil. Sadece yaşananları hatırlatıyorduk… Derginin ebadı ve şeklini de daha dikkat çekici hale getirmiştik. Dikkat çekmek iyi olmadı galiba.
– 1932′deki dinde reform çabalarını ve uygulamaları, Türkçe ibadeti, kapak ve dosya yaptığımız sayı. Kulakları çınlasın,Dücane Cündioğlu ile çalışmıştık dosyayı. Gerçi ondan önce de çok önemli ve bahsettiğin anlamda dikkat çekici sayılar yapmıştık.
– O baskıcı dönemde ne tür tepkiler alındı? Anlatılabilecek olanları paylaşabilir miyiz?
– Herkesin bildiği şeyler. Dergi kapandı. Kim kapattırdı? Şartlar… Bakkalların bile fişlendiği bir zamandı o zaman. Tehdit telefonları… Adrese teslim duyumlar… İkazlar… Tam bu noktada şunu söylemek istiyorum. Bu tür dergilerin aslında sağlıklı bir yayın ve uzun hayat sürebilmeleri daha kompakt bir yapı içinde ve bağımsız olmalarıyla yakından ilgili .Türkiye’nin yarım asırlık bile bir dergisi yok bu yüzden.Eğer demin söylediğimiz şartlar mümkün olursa, o zaman içinde bulunduğunuz yapının sizin yüzünüzden zarar görmesi  gibi bir endişeniz de olmaz. Üzerinize gelseler de, müessir olma ihtimalleri azalır. Onun için, eğer maksat hakikati ortaya çıkarmaksa, yapılacak en doğru işlerden biri özgür ve bağımsız,maddi ve manevi kaygılardan azade bir yayıncılıktır. Özellikle tarih ve tefekkür yayıncılığının buna çok ihtiyacı var. Böyle neşriyatlar  büyük bir hizmettir. Fakat bedelini de göze almak lazım. Türkiye’nin özel şartları içinde riskli bir iştir. Gerçi şimdi biraz daha rahatladı bu işler.  Tarihte mücadeleler iki vasıtayla olmuştur. Malum, kalemle veya kılıçla. Bazen ikisi birden. Hem Müslümanlar için… Hem ötekiler için. Bu çağda gerçek mücadele kalemle yapılıyor. Türkiye’nin bize yutturulan yakın tarihini, yakın geçmişini, o süreçte neler yaşandığını bilmek ve anlamak zorundayız. Çünkü bugün milletimizin ıstırabını çektiği bütün hastalıkların genetik şifreleri bu tarihi alt üst oluşta saklı. Türkiye’nin gömleğinin ilk düğmesi yanlış bağlanmıştır arkadaş. O gömlek yamuk durmaya devam edecektir. Altlardan düzeltmeye çalıştığımız sürece bir türlü sonuca varamayacağız. İlk düğmeden başlayıp düzeltmek durumundayız.
– Tekrar toparlayacak olursak, Menderes ve Özal’ın özgürlük dönemlerinden sonra, yeniden bir özgürleşme dönemini yaşıyoruz. Bugün Türkiye ciddi anlamda kendisiyle bir hesaplaşma ve baskıcı zihniyeti tasfiye etme sürecinde. Konuştuklarımızla tutarlı olarak da, tarih çok popüler. Fakat tarihin magazin boyutu, tarihi ticarete vasıta olarak kullanmak daha ön planda. Ne söylersiniz?
– Evet, çok tarih dergisi var. Tarih programı var. Konusu tarih olan kitaplar revaçta. Hatta sinema filmleri. Gayet zengin bir materyal üretimi söz konusu. Bunun sebebi Türkiye’nin rahatlaması. Düşünce özgürlüğünün gelişme kaydetmesi. Kantite tamam. Fakat kalite? Orası karışık. Türkiye tarihinin en büyük bütçeli filminin konusu tarih: Fetih 1453. Ama içinde ne var. İşte sen şimdi sinema ile uğraşıyorsun. İçinde bir şey yok. Çanakkale filmi çektiler. Hiçbir şey yok. Maalesef tarih adına yapılanların tamamına yakınında ticari endişe ön planda şimdi. Buna rağmen ben, olsun diyorum. Çünkü sosyolojik olarak bu tür süreçlerde N.Fazıl merhumun benzetmesiyle önce  buzdağları erir, sonra bir balçıklık dönemi yaşanır. Zamanla o balçık verimli bir toprağa dönüşür. Ciddiyetsizlikle, ticari heveslerle, belki sulandırmakla ne kadar oyalanırsak oyalanalım, milletin kendi  gerçeğini,hikayesini bilme ve bulma merakı ve hakkı illa ki netice verecektir.
http://www.medyamit.com/yakin-tarihin-vakalari-karartilmistir/

Yorumlar kapatıldı.