İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin İstanbul olağanüstü askeri mahkemesinde yargılanması (Nisan-Mayıs 1919)

Meline Anumyan /Tarih doktoru

İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin[1] sorgulanmasına[2] değinirken, şu iki konuyu hesaba katmak gerekir: Birincisi, dava süresince, padişah VI. Mehmet ve sadrazam Damat Ferit Paşa kabinesinin temsilcilerinden oluşan Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri, Ermenilerin toplu katliamlarını düzenleme konusunda, İttihat ve Terakki Partisi’nin üst düzey şahısları ve bu parti tarafından yönetilen hükümetten oluşan sınırlı sayıda bir kitleyi suçlamaya çalışmışlar, ikincisi, Jön Türklerin kendisi ile taraftarları ise tersine, partinin adının lekelenmesini tüm imkânlarıyla önlemeye, suçu teşkilattan ziyade şahıslara yüklemeye çalışmıştır. Örneğin, 28 Ocak 1919’da Ali Kemal’in[3] “Sabah” gazetesinde yazdığına göre, 4 veya 5 yıl önce, tarihte görülmemiş, tüm dünyayı dehşete düşüren bir cürüm, bir suç işlenmiştir. Bu cürümün ölçütleri ve şartları hakkında bir fikir vermek istersek, 5-10 değil, 100 binlerce suçludan bahsetmemiz gerekmektedir. Bu trajedinin İttihat’ın merkez komitesi tarafından kabul edilen kararlara istinaden planlanmış olduğu çoktan ortaya çıkmıştır[4].

İçişleri bakanı Cemal 17 Mart 1919 tarihinde “Alemdar” gazetesine vermiş olduğu mülakatta “İttihatçılar 800 bin kadar Ermeni tehcir edip katletmiştir”,- diye belirtmiş, basit Türk halkı ile hükümetin[5] suçsuzluğu konusunu ileri sürmeye çalışmıştır. İçişleri bakanı, kendi hükümetinin, İttihatçıları cezalandırma gerekliliğinden bahsetmiştir, “…hükümet öncelikle, İttihat ve Terakki Partisi’nin Osmanlılığa sürmüş olduğu bu lekeyi temizlemeye mecburdur. Bu yüzden de hükümet, tehcir ve katliam trajedilerinin faillerine yönelik gerekli soruşturmayı gerçekleştirecektir.
(…) İttihat ve Terakki derken, Osmanlı milletini kastetmiyoruz”[6].
Aynı Cemal, 12 Mart 1919 tarihinde bir açıklamada bulunup, Jön Türklerin tutuklanmalarının, bakanlar kurulu tarafından düzenlenen kanun çerçevesinde olduğundan dolayı kanuni olduğunu kaydetti[7].
İttihatçılara gelince, bu parti üyelerinin yargılanmaları esnasında, Türk tarihçi O. S. Kocahanoğlu’na istinaden, parti sırlarını hiçbir şart altında ifşa etmemişlerdir. “İttihat-Terakki Cemiyeti nasıl gizli bir yeraltı örgütü olarak kurulmuş ve mensupları Cemiyetin sırlarını açıklamayacaklarına Kur’an ve silah üzerine nasıl el basıp namus sözü vermişlerse, bu yeminlere ölünceye kadar sadık kalmışlardır. Ser vermiş, sır vermemişlerdir. Örneğin sorgulama ve yargılamalar sırasında Teşkilat’ı Mahsusa konusunda çok fazla bilgisi olanlar bile, bu gizli örgütün ne teşkilatını ne de yandaşlarını ele vermemişlerdir”[8].
Parti üyelerinin sorgulanması esnasında Jön Türklerin tutmuş olduğu bu duruş, görgü şahitlerinin dikkatinden kaçmamış ve toplumun bazı kesimlerinin infialine mazhar olup zamanın Osmanlı basınında da tenkide uğramıştır. Özellikle İstanbul’da yayınlanan “Sabah” ve “Halkın sesi” gazeteleri sert tepki vermişlerdir. “Halkın Sesi” gazetesi, 8 Mayıs 1919 tarihli sayısında “Kutsal İttihat” başlığıyla şöyle yazmaktadır. “Sabah, İttihatçı elebaşlarının yargılanmalarından bahsederken, hiddetle, yargılamalar esnasında sanıkların vermiş oldukları cevaplarda, tüm ülkeyi korkunç bir cehenneme çeviren bu rezilane caniliklerle ilgisi olmadığını açıklayıp hâlâ İttihat’ı kutsallaştırmaya çalıştıkları yaklaşımını vurgulamaktadır. “Sabah’ın yazmış olduğuna istinaden sanıklar, İttihat’ın, savaş yıllarında milletin kanıının haricinde iliğini de emmmiş olan “Müdafaa-i Milliye”[9], Teşkilat-ı Mahsusa ve benzer meşum kuruluşlarla hiçbir ilgisinin olmadığını belirtmektedir. Evet, onlar bu bağı inkâr etmektedir, fakat tüm dünya bunu biliyor. Sanıklar, genel merkezin veya İttihat’ın katliamlar ve çıkar sonucunda halkın açlıktan ölüme mahkûm edildiğinden haberdar olmadığını söylemektedir. (…) Bu çirkef cesaretinden ve adalet ışığından hiçbir şekilde etkilenmeyen koyu bir karanlıkla örtülü bu pis vicdanlardan tiksinmemek mümkün mü? Ülkeyi korkunç bir bela uçurumuna sürüklemiş olan bu insanların hâlâ kendilerini savunduklarını görüp tiksintiyle dolu bir şaşkınlık duymamak mümkün mü? (…)
Bu adamlar, iddia makamının dosyasında bulunan ve İttihat’ın, “Teşkilat-ı Mahsusa” ile katliamlarla çok yakın ilişki içinde bulunduğunu kesin olarak ortaya koyan şifreli telgraflar ve kanıtlara ne cevap verecekler?
İstedikleri kadar inkâr etsinler, o şişirilmiş savunmalarıyla İttihat’ı savunsunlar ve kutsallaştırsınlar, hiçbir değeri yok, çünkü İttihat, artık milletin nazarında ahlâki açıdan ölmüştür”[10].
“Halkın Sesi” gazetesinin yazı işleri, “Sabah”ta basılan ve yukarıda belirtilen makalenin son cümlesinde aşağıda belirtilen şu doğru tespitte bulunmuştur. “Maalesef, Sabah’ın hiddetine ve güvencelerine rağmen, İttihat hem yaşamakta, hem de her yerde, burada, İstanbul’da dahi, Sabah’ın burnunun dibinde var olmaya devam etmektedir. Ali Kemal Bey, “Hangi Türk’ün derisini kazırsan altından bir İttihatçı çıkacaktır”,- diye Sabah’ta yazarken, ne kadar haklıydı.
Açıklamalar gereksizdir”[11].
8 Mayıs 1919 tarihinde padişah VI. Mehmet Vahdettin’in özel fermanıyla Jön Türk partisi liderleri ve bakanlar, İstanbul Olağanüstü Askeri Mahkemesi’ne teslim edilmekteydi[12].
İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin yargılanması, 28 Nisan 1919 tarihinde başlar ve aynı yılın 17 Mayısına kadar sürer[13]. Dava esnasında, 11 kişi gıyabında, 20 parti lideri ve üst düzey görevli ise tutuklu olarak yargılanır. Tutuklu olarak yargılananlar, başbakan Sayit Halim Paşa, dışişleri bakanları Halil Menteşe ve Ahmet Nesimi, adalet bakanı İbrahim Pirizade, parti merkez komitesi üyesi Küçük Talat, parti merkez komitesi ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Rıza Bey, parti merkez komitesi genel sekreteri Mithat Şükrü, parti merkez komitesi ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Ziya Gökalp, gıda iaşe bakanı Kara Kemal, eğitim bakanı ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Şükrü Bey, İstanbul muhafız birliği komutanı ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Ahmet Cevat ve Ankara milletvekili ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Atıf olmuştur.
Gıyabında yargılananlar, içişleri bakanı ve başbakan Talat, savaş bakanı Enver, bahriye bakanı Cemal, parti merkez komitesi üyesi, eğitim bakanı ve Teşkilat- Mahsusa liderlerinden Doktor Nazım, parti merkez komitesi üyesi ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Vilayetleri kısmı yöneticisi Behaettin Şakir, parti merkez komitesi üyesi Doktor Rüsuhi ile kamu güvenliği bakanı ve Teşkilat-ı Mahsusa teşkilatı üyesi Aziz bulunmaktaydı.
Mahkeme heyeti, başkan Ferik[14] Nazım Paşa, üyeler Tümgeneral Zeki, Mustafa ve Ali Nazım paşalar ve Albay Recep Ferdi Bey’den oluşmakta, Mustafa Nazmi Bey ise savcı olarak tayin edilmişti.
Davanın ilk oturumunda (28 Nisan 1919) mahkeme başkanı, genel düzene istinaden, sanıkların kimliklerini tespit eder ve ardından mahkeme sekreteri tarafından, firari durumda bulunan ve gıyabında yargılanan sanıkların, ülkeyi savaşa sürüklemek, Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişki içinde olmak ve daha başka suçlar işlemekten dolayı suçlandığı konusundaki kararı okur[15].
Bu kararda, belirtilen sanıkların mahkemede hazır bulunmaları için 10 gün süre verilmiş olduğu, fakat hazır bulunmadıklarından dolayı kanuna karşı gelmiş kabul edilerek vatandaşlık haklarından mahrum edilip mal varlıklarına el konulmuş olduğu belirtilir[16]. Bu kararın okunmasından sonra başkan, sanık avukatlarını da takdim eder ve ardından mahkeme sekreteri Şefik tarafından iddianame okunur[17].
Şifreli telgraflar ve üst düzey memur ile subayların vermiş olduğu tanıklıklardan derlenmiş olan 41 resmi ve yarı-resmi orijinal belge üzerinden derlenen suçlama dosyasına özellikle değinmek yerindedir[18]. Bunun haricinde, İttihat ve Terakki Partisi üyelerinin yargılanmasının iddianamesinde yer bulan kanıtlar, sorgulamalar esnasında da kullanılmıştır. Bu durum, Ermeni katliamlarının Jön Türk partisinin merkez komitesi ve hükümet tarafından düzenlenmiş olduğunu kanıtlamaktadır.
Ana iddianamede yer bulan belgelerin büyük bir kısmı, parti merkez komitesi ve hükümet üyeleri tarafından gönderilen gizli talimatlar ve şifreli telgraflardan oluşmaktaydı.
İddianamede, dava dosyasının esas amacının Ermenilerin tehciri esnasında gerçekleştirilen trajedinin soruşturulması olduğu belirtilmekteydi.
İddianame, Ermenilerin imhasının, İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi tarafından, ayrıntılı görüşmeler neticesinde önceden karar verilmiş olduğunu vurgulamaktaydı.
Böylelikle, yazılı ifade vermiş olan Osmanlı üçüncü ordusu komutanı Mehmet Vehip Paşa[19], Ermenilere uygulanan vahşet ve katliamlar ile mal varlığının yağmalanmasına, İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi tarafından karar verilmiş olduğu ve bu kırımlar gerçekleştirmek amacıyla Behaettin Şakir’in[20], üçüncü ordu dâhilinde özel katiller hazırlayıp şahsen yönetmiş olduğunu bildirmiştir[21].
İddianamede, İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından hapishanelerden salıverilen suçlulardan oluşan Teşkilat-ı Mahsusa’nın asıl amacının, cinayetler işlemek olduğu vurgulanmakta ve bu teşkilatın, İttihat ve Terakki ile sıkı ilişkiler içinde bulunduğu, bu teşkilatın başlıca görevlilerinin, parti merkez komitesi üyeleri olduğu belirtilmekte, Teşkilat-ı Mahsusa şakilerinin daha sonra, tehcir edilen Ermenilerin imhasını gerçekleştirmek amacıyla kullanılmış olduğu vurgulanmaktaydı.
İddianamede, merkez komitesi belgelerinin imha edilmesine de değinilmekteydi. İddianamede, Ermenilerin tehciri esnasında farklı zamanlarda ve yerlerde vuku bulan suçların soruşturulması neticesinde, bu cürümlerin yerel nitelikte olmayıp, sanıklar tarafından teşkil edilmiş olan “özel bir merkezin” sözlü talimatları ve gizli emirleri doğrultusunda planlanıp gerçekleştirilmiş olduğu ve Ermeni katliamlarının Talat, Enver ve Cemal’in doğrudan emirleri ve bilgileri dâhilinde gerçekleştirilmiş olduğunun tamamen kanıtlanmış olduğu vurgulanmaktadır.
İddianame, parti sorumlu sekreterleri, heyetleri ve müfettişlerinin, Soykırım gerçekleştirme konusundaki temel rolüne değinmekte ve Bolu ile diğer mahallerden Ermenilerin tehcirini gerçekleştirmiş olan Bursa sorumlu sekreteri Mithat, Ermeni kırımlarını düzenleyenlerden Balıkesir müfettişi Nazım, Çankırı sorumlu sekreteri Cemal Oğuz, Amkara sorumlu sekreteri Necati ve daha başkalarını örnek göstermektedir[22].
İddianamede, İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı’nın sunmuş olduğu imkânlardan, gizli planlarını (Ermeni Soykırımı) gerçekleştirmek amacıyla faydalanmış oldukları vurgulanmaktadır. İddianamede, Soykırım’ı gerçekleştirenlerin ve inkâr eden Türk tarihçilerin, tehcirin bir savaş gerekliliği olarak gerçekleştirilmiş olduğu “argümanı” da yalanlamaktadır.
İddianameye istinaden, örneğin savaş alanı olarak kabul edilmeyen Bolu’dan[23] Ermenilerin tehcir edilmesinin, askeri gereklilikten öteye, parti amaçları ve niyetlerinin gerçekleşmesine yönelik olduğunu kanıtlamaktadır. Bu işlemler ne cezalandırma, ne de dirlik-düzen faaliyetleriydi.
İddianame, Ermenilerin imha edilmesi metotlarına, Ermenilerin mal varlığına el koyma ve yolsuzluklara özellikle eğilmekteydi. İddianamede, Jön Türk partisi üyelerinin büyük bir kısmının, Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mal varlıklarının yağmalanmasından zenginleşmiş olduğu vurgulanmaktaydı[24].
İddianamede, Ermeni katliamlarının açıkça parti ve hükümet tarafından emredilmiş olduğu belirtilmekte, kanıt olarak da yerlerinden edilen Ermenilerin imha edilmesiyle ilgili şifreli telgraf gösterilmekteydi. Bu belgede, Ermenilerin katledilmesi konusunda parti teşkilat ağıyla birlikte sivil ve askeri yöneticilerin katılmış olduğu ve katliamların, içişleri bakanlığı ve şahsen bakan Talat tarafından denetlendiği vurgulanmaktaydı.
İddianamede, Ermenileri korumaya cüret eden görevliler ve basit insanlara görevinden alma ve hatta ölüm cezasıyla tehdit edilmiş olduğu vurgulanmakta, örnek olarak da üçüncü ordu komutanı Mahmut Kâmil’in imzasının taşıyan ve Ermenileri koruyan her Müslüman’ın evinin önünde ipe çekileceği, evinin ise temeline kadar yakılacağı. Ermeni saklayanın bir devlet görevlisi olduğu durumda, görevinden uzaklaştırılıp, divan-ı harbe verileceğinin belirtildiği telgraf gösterilmekteydi.
Ana iddianamede, tehcir edilip katledilen Ermenilerin sayılarıyla ilgili de bazı istatistiki bilgiler verilmekteydi. İddianameye göre Ankara’dan 61 bin, Diarbekir’den (Diyarbakır-çev notu) ise 120 bin Ermeni tehcir edilmişti[25].
İddianamede, sanıklar ve onların avukatları tarafından ortaya atılan, askeri mahkemenin kendilerini yargılamaya hakkı olmadığı ve yüce mahkeme tarafından yargılanmaları gerektiği iddiasına de değinmiştir. Savcıya göre, bakanların işlediği suçların görev icabı olmayıp, alelade suçlardı.
İddianamede Talat, Enver, Cemal, Cevat, Behaettin Şakir, Doktor Nazım, Atıf, Rıza ve Aziz beyler başlıca suçlu, Mithat Şükrü, Doktor Gökalp, Kara Kemal, Ahmet Nesimi, Şükrü, Halil ve Sait Halim ise katılımcı olarak geçmekteydi.
Olağanüstü divan-ı harp mahkemesi tarafından bakanların yargılanması konusu, daha davanın ilk oturumunda sanıkların avukatları tarafından ortaya atılır. Baro başkanı ve hukuk okulu profesörü Celalettin Arif[26] başkanlığında sanıkların çıkarlarını savunan 16 avukat, bu şekilde zaman kazanıp davayı ertelemeye çalışmaktaydı.
Sanıklardan Sait Halim’in avukatları Hasan Hayri Tan ve Celalettin Arif, Halil Menteşe’nin avukatları Esat, Kâzım ve Tahsin, Ahmet Nesimi’nin avukatları Saki ve Esat Muhlis, Şükrü’nün avukatı Sadettin Ferit, İbrahim Pirizade’nin avukatları Mahmut Mahir, Yusuf Cemal ve Kadri, Mithat Şükrü’nün avukatı Sadettin Ferit, Ahmet Ramiz ve Mahmut Mahir, Ziya Gökalp’in avukatları Haydar Rıfat ve İsmail Tevfik, Cevat’ın avukatı Mişon Vertura ve Musa Kâzım ile Haşim’in avukatı Ali Haydar’dı[27].
Avukatlar davanın hem birinci, hem de ikinci oturumlarında divan-ı harbin bakanları yargılama yetkisini sorgulayıp, bunun yüce mahkemenin yetki alanına girdiğini iddia ederek, bu iddialarını Osmanlı anayasasının bazı maddeleriyle gerekçelendirmeye çalışırlar. Müdafaa vekilleri özellikle, görev anında suç işleyen bakanların ancak yüce mahkemenin yargılama yetkisine haiz olduğu konusundaki anayasanın 31. maddesine atıfta bulunmaktaydı.
Savunmaya istinaden, suçun şahsi olması durumunda dahi davalar, askeri mahkemelerden ziyade, ağır suç mahkemelerinde görülmeliydi. Argüman olarak da, 1918 yılının Ekim-Kasım aylarında, bakanları soruşturan Osmanlı meclisinin Beşinci Şubesi’nin, bu dosyaları yüce mahkemeye gönderme kararı almış olması ileri sürülmekteydi[28].
Divan-ı harp, ana davanın birinci (28 Nisan 1919) ve ikinci (4 Mayıs 1919) oturumlarında, Divan-ı Harbin yetkisizliği konusundaki avukatların ileri sürmüş olduğu argümanları reddeder. Öncelikle, suçların resmi görevlerin gerçekleştirilmesiyle ilgili olduğu argümanı reddedilir ve sanıkların bakan sıfatıyla değil, gizli ve ihanet içinde olan bir örgütün üyeleri olarak yargılandığı vurgulanır[29].
Divan-ı Harp, avukatların, askeri mahkemeye karşılık ağır suç mahkemesinin yetkili olduğu argümanına karşılık olarak, daha İttihat zamanında ilan edilmiş olan örfi idarenin sürdüğünü ve anayasaya istinaden, bu durumda sıkıyönetimin 113. Maddesine göre tüm sivil kanunların geçici olarak askıya alınmış olduğunu belirtir[30].
Mahkeme aynı zamanda, Osmanlı meclisinin Beşinci Şubesi tarafından bakanların dosyalarının yüce mahkemeye gönderilmiş olduğu argümanı da daha baştan reddeder. Divan-ı Harbin reddine göre, padişah tarafından meclisin feshedilmesi şartlarında (21 Aralık 1918) Beşinci Şube üyelerinin oylamasının hukuki sayılamamaktadır. Son olarak da, sanıkların yargılanması için padişah tarafından Divan-ı Harbe özel ferman verilmiş olduğu belirtilir[31].
Parti üyelerinin yargılanmasının ikinci oturumunda da (4 Mayıs 1919) mahkeme, Divan-ı Harbin yetkili olmadığı konusundaki argümanları, bu kararın “Kuran’ın şahane kanunlarına sadık olduğu” iddiasıyla reddeder[32].
Parti üyesi bakanların Divan-ı Harp mahkemeleri tarafından yargılanması yetkisi, o dönemin İstanbul gazetelerinde de ele alınır. Özellikle “Halkın Sesi” siyasi-toplumsal gazetesi belirtilmeye layıktır. Bu gazetenin sayfalarında, konuyla ilgili bir dizi makale yayınlanır. Gazetenin, 3 Mayıs 1919 sayısında, iki tanınmış Avrupalı hukukçu konuyla ilgili görüşlerini belirtir. İlki, adını belirtmeden, sanıkların bakan olarak değil, gizli örgüt üyesi olarak yargılanmış olduğuna değinir. İkinci uzman, tanınmış Fransız avukat Sezar Bonie de konuyu aynı şekilde yorumlar[33].
Belirtilen gazetenin diğer sayısında, Ermeni hukukçu Hımayak Khosrovyan, konuyla ilgili, Fransız hukukuyla ilgili paralellikleri vurgular. Uzmanın belirttiğine göre, bakanları yargılamaya yönelik benzer bir kanun Fransız anayasasında da var olmakla birlikte, belirtilen kanun zorunlu kılmayıp, olanak vermektedir.
Jön Türk partisi üyelerinin yargılanmasına değinen Ermeni hukukçu, müdafaa vekillerinden, sıradan mahkemelerin bakanları yargılamaya yetkili olmadığı konusunda herhangi olağanüstü bir kanun göstermelerini talep eder.
Khosrovyan, nihai kanıt olarak mahkeme tarafından da ileri sürülmüş olan ve İttihatçıların döneminde ilan edilip henüz yürürlükte olan örfi idare durumunun sivil ve anayasal tüm kanunların askıya alınmış olduğunu ileri sürer[34].
Her halükârda, avukatlar tarafından ileri sürülen, bakanların görev icabı suç işlemiş olduğu argümanının gerçeğe uygun olduğunu belirtmek gerekir. Ermenilerin imha edilmesi kararının İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi’nin gizli oturumunda kabul edilmiş olmasına rağmen, “Tehcir hakkında” kanunun, bakanlar ve devlet kurulları tarafından kabul edilmiş olduğu ve Ermenilerin tehciri ile imhasının da resmi kanallar ve devlet tarafından geçekleştirilmiş olduğundan dolayı, Ermeni Soykırımı’nın sorumluluğu, dönemin Osmanlı hükümetinin tüm devlet aygıtlarının üzerine düşmektedir.
Parti ve hükümet üyelerinin yargılanmasının 4 Mayıs 1919 tarihindeki ikinci oturumunda başsavcı Mustafa Nazmi, bakanların sorgulanmasının henüz sona ermediğini açıklayıp, yargılanmalarının ertelenmesini talep eder[35].
Mahkeme heyeti, hükümet üyesi olmuş sanıkların dava dosyalarını ayırıp savcılığa geri yollar.
Bu sanıklar, sorgulanmaları henüz nihayetlenmemiş veya tutuklanmamış olan bakanlarla birlikte sorgulanacaktı[36]. Böylelikle, 17 Mayıs 1919 tarihine kadar tutuklu olarak Mithat Şükrü, Ziya Gökalp, Küçük Talat, Rıza, Atıf ve Cevat’ın, gıyabında ise Doktor Nazım, Doktor Behaettin Şakir, Rüsuhi ile Aziz’in dosyaları incelenir.
Parti üyelerinin yargılanması esnasında sanıkların mahkeme başkanının vermiş oldukları soruları cevaplarken, benzer ifadeler vermekteydi. Bu açıdan, hapishanede sanıklara birbirleriyle sohbet etme, durum incelemesinde bulunma ve gelecekte verecekleri ifadeleri uyarlama verilmesi büyük rol oynamaktaydı.
Özellikle ilk oturumlar esnasında sanıklar kaçamak cevaplar verip, Ermeni katliamları hakkında bilgileri olmadığını söyleyip, başkanın sorularını anlamadıkları süsü verip, o dönemin olaylarını hiç hatırlamadıklarını söylemekteydiler[37].
Lakin davanın daha sonraki oturumları esnasında sanıklar bu taktiği sürdüremez. Divan-ı Harp heyeti, farklı mototlara başvurarak, onların bu konudaki inadını kırmayı başarır.
Parti üyelerinin yargılanmasının son oturumlarında mahkeme çapraz sorgulama metoduna başvurur ve beklenmedik bir şekilde sanıkların kendi imzalarını taşıyan şifreli telgrafları veya sözlü ve yazılı ifadelerini kanıt olarak okutur.
Tüm bu metotlar netice verir ve sanıklar, sert inkâr duruşlarını terk edip, bazı önemli bilgiler vermeye başlar.
Örneğin, yargılamanın altıncı oturumu esnasında (14 Mayıs 1919) Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Atıf, parti merkez komitesinin, Teşkilat-ı Mahsusa’ya destek vermiş olduğunu itiraf eder[38].
Belirtilen sanık, aynı oturumda, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, hapishaneden salınmış olan suçlulardan meydana getirilmiş olduğu olgusunu tasdik eder[39].
10 Nisan 1919 tarihinde Yozgat Ermenilerinin tehciri ve katli yargılaması sonucunda darağacına çıkartılan Boğazlıyan kaymakamı Mehmet Kemal’in idam cezasından sonra imparatorluktaki siyasi ortam gerilir. 15 Mayıs 1919’da, İzmir Yunanistan tarafından işgal edildiğinde zaten gergin olan ortam daha da gerilir. 20 Mayıs 1919’dan 23 Mayıs tarihine kadar İstanbul’da kitlesel gösteriler düzenlenir.
Hatta, üst düzey görevlilerden oluşan sanıkların hapsedilmiş olduğu ve “Bekirağa bölüğü” olarak anılan hapishanenin, zamanında Bastille’de olduğu gibi saldırıya uğrayacağı konusunda şehirde haberler dolaşır[40]. 1919 Mayısında, bu hapishanede en az 250 kişi tutuklu bulunmaktaydı[41].
23 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’da, yargılamalara karşı düzenlenen en büyük gösteriye, büyük bir kısmının İttihatçılardan oluştuğu 200 bin kişi katılır[42]. Bu gösteriler, Jön Türklerin ülkede hâlâ büyük bir güç oluşturduğunu göstermektedir. Osmanlı “Peyam” gazetesi konuyla ilgili “İzmir olayları olmasaydı, İttihat ölüm döşeğindeydi”,- diye yazmaktaydı[43].
Başbakan Damat Ferit Paşa hükümeti, gerginliği yumuşatmak niyetiyle, yukarıda belirtilen hapishaneden, özellikle Ermeni katliamlarıyla ilgili olmaktan zan altında bulunan 41 tutukluyu serbest bırakır[44].
Damat Ferit, parti üyelerinin yargılanmasına da geçici olarak durdurulması kararı alır.
Tüm bu olayların etkisi altında Büyük Britanya yüksek komiser yardımcısı, amiral Web, Büyük Britanya’nın artık Türk hapishanelerine güvenmediği, ayrıca kendi mahkemesi vasıtasıyla savaş suçlularını yargılamayı düşündüğünden dolayı, “Bekirağa bölüğü” hapishanesinde tutuklu diğer mahkûmları daha güvenilir bir yere[45] nakletme kararı alır.
Amiral Web, çok hızlı bir şekilde en tehlikeli suçluların listesini hazırlar. 59 kişiden müteşekkil bu listede, ilk elden Malta’ya sürgün edilecek olan şahısların isimleri bulunmaktaydı[46]. 28 Mayıs 1919 tarihinde İngilizler, 67 tutukluyu  “Bekirağa Bölüğü” hapishanesinden gemiyle Malta Adası’na nakleder[47]. General Miln (Büyük Britanya) son anda 11 suçluyu daha gemiye bindirir[48]. İlk sürgün kafilesi, büyük oranda İttihatçı suçlulardan oluşmaktaydı.
Büyük Britanya’ya teslim edilmiş olan sanıklar arasında eski başbakan Sait Halim Paşa, kamu görevleri eski bakanı Abbas Halim Paşa, eski şeyhülislam Hayri Efendi, dışişleri eski bakanı Ahmet Nesimi, adalet eski bakanları Halil ve İbrahim, içişleri eski bakanı İsmail Canpolat, kamu görevleri eski bakanı Ali Münif, eğitim eski bakanı Şükrü ve iaşe eski bakanı Kara Kemal bulunmaktaydı[49].
Malta sürgünleri arasında, o sırada Divan-ı Harp mahkemesi tarafından sorgulanan birkaç sanık bulunmaktaydı. Bu kişilerin İngilizlere teslimi konusunda mahkemeye bildiren Tümgeneral Seyyid Paşa tarafından, Divan-ı Harbe sunulan raporda sanıkların, 28 Mayıs 1919 Çarşamba günü, saat 2.30’da, Büyük Britanya kumandanlığına teslim edilmiş olduğu belirtilmektedir[50].
Belirtilen yazı 3 Haziran 1919 tarihinde, hükümet üyelerinin sorgulanması konusundaki ilk oturumda mahkemede okunur. Mahkeme başkanı, savcının fikrini sorar. Savcı, Malta’ya sürgün edilen suçluların dava dosyalarının ayrılmasını önerir[51].
Böylece, yukarıda belirtilen şahısların dosyaları, daha sonra ele alınmak üzere ayrılmasına rağmen, sonuçta cezasız kalırlar. Büyük Britanya, Malta’ya sürülen ve aralarında Ermeni Soykırımı sorumluları da bulunan savaş suçlularını ilk başta gerçekten de yargılama niyetinde olmasına rağmen, bu kararlılığı daha sonra giderek zayıflar ve Soykırımcı caniler, Büyük Britanya tarafından sonuçta İngiliz savaş esirleriyle takas edilir. Olayların bu şekildeki gelişimi öncelikle, Türkiye’de milliyetçi hareketin genişlemesine bağlıydı. Bunun haricinde Büyük Britanya, Türk-Bolşevik ilişkileri ile müttefiki olan Fransa’nın Kemalistlerle gizli ilişkiler kurmaya ve Büyük Britanya’nın arkasından onlarla anlaşma yapma denemelerinden rahatsızlık duymaktaydı.
Örneğin, “Akşam” gazetesi 1921 Mayısı başında, Ankara’nın Fransa elçisi Bekir Sami’nin, Londra’da Malta sürgünlerini serbest bıraktırmayı başardığı, Türkiye’nin Roma temsilcisi Osman Nizami Paşa’nın, Malta sürgünlerinin İtalya’ya varmış olduğunu bildirmiş olduğunu haber vermekteydi. Serbest bırakılanların 40 kişiden oluşan bu ilk kervandan 33 kişi Taranto’ya, 7’si ise Sicilya’ya gitmişti[52]. Malta’nın 21 sürgünü, 19 Mayıs 1921 tarihinde, “Franz Ferdinand” vapuruyla Konstantinapol’e (İstanbul-çev. notu) geri döner[53].
Büyük Britanya tarafından yargılama düzenlenmesi konusunda oluşan engeller, salt siyasi karakter taşımamaktaydı. Temel sorunlardan biri, canilikleri tasdik eden kanıtları bulma konusuydu. Böylelikle, 1920 ortalarında Büyük Britanya’nın İstanbul yüksek komiserliği siyasi haklar uzmanı Lamb, Ermeni Soykırımı sorumlularını cezalandırmak için gerekli olan kanıtları bulmak konusunda oluşan 1. Merkezi hükümet veya vilayetlerin sorumluları tarafından verilen emirler veya talimatlarla ilgili belgeler bulma imkânsızlığı, 2. Müttefik devletlerin, katliam düzenleyicileri yargılama konusundaki kararsızlığı, 3. Erişkin Ermeni erkeklerin büyük bir kısmının ve hemen tüm aydınların vilayetlerde öldürülmüş olduğu ve diğer hususlar konusundaki zorluklar hakkında bir rapor sunar[54].
İngilizler, gerekli olan belgeleri bulmak için, önemli arşiv belgelerine sahip olan ABD’ye de başvurur, fakat Birleşik Devletler de Büyük Britanya’ya destek vermek istemez[55].
Türk sanıkların Malta’ya sürülmesini takip eden aylarda Türkiye’deki siyasi ortam, Kemalistler lehine değişmeye başlar. Kemalistler giderek güçlenmeye, İstanbul hükümeti ise zayıflamaya başlar.
İlk olarak Doğan Avcıoğlu[56] tarafından kanıtlanmış olduğu gibi, Kemalist hareket gerçekte öncelikle büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve işgal etmek isteyen yabancı güçlere karşı olmayıp, Türkiye’deki milli azınlıklara yönelik olmuştur.
Türk tarihçilerden Fikret Başkaya, Baskın Oran ve Taner Akçam da bu görüştedir[57]. Örneğin, Taner Akçam’ın belirtmiş olduğu gibi, bu durum açıkça, Türk milli mücadelesi önderi “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” oluşturulması kaynakları ve verdikleri kararlarda görülmektedir”[58].
Milliyetçi hareket, İttihat ve Terakki Partisi tarafından hayata geçirilmiştir. Daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi tarafından, savaşı kaybetme durumunda ele alınacak olan adımlar konusunda ayrıntılı planlar hazırlanmıştı[59].
Bu planlardan biri de, yenilgi durumunda, Türkiye’nin iç kısımlarında mücadeleyi sürdürmeyi öngörmekteydi. Konu, uzun süreli direnişle ilgiliydi[60].
Talat Paşa, 1918 Eylülünde Almanya’ya yapmış olduğu ziyaret dönüşünde, Bulgar ordusunun hezimetinin görgü şahidi olur. Talat, savaşın kaybedilmiş olduğu konusunda tamamen emin olarak İstanbul’a döner ve daha savaş başlangıcında hazırlanmış olan planı gerçekleştirmeye koyulur. Mondros Antlaşması’nın imzalanmasının ertesi günü, 31 Ekim 1918 gecesinde Talat, İttihatçılardan Kara Kemal ve Kara Vasıf’ı evine çağırıp “Bakın sizi buraya çağırtmanın asıl sebebi Mustafa Kemal Paşa meselesidir. Şartlar çok ağırdır. Bu ağır şartlar karşısında birşeyler yapılması tabiidir. Ama bunu kim yapacaktır? Kuvvetli bir el yazımdır. Mesela Mustafa Kemal Paşa… Temiz bir maziye sahiptir. Halk da Mustafa Kemal Paşa’yı sevmektedir. Ben Mustafa Kemal Paşa’nın mühim bir işe soyunacağını tahmin ediyorum. Kendisine yardımcı olunmalıdır…”,- der[61].
Talat, parti merkez komitesi genel sekreteri Mithat Şükrü’nün de durumdan haberdar olduğu ve gelişimleri takip edeceğini onlara iletir. Bu görüşmeden bir süre sonra, milliyetçi hareket dâhilinde önemli rol oynayacak olan gizli “Karakol” teşkilatı kurulur[62].
Tekrar aynı dönemde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın adı değiştirilerek, düzenlenmesinin esas amacının, Ermeni Soykırımı nedeniyle soruşturma altında bulunan Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini savunmak olan, Umumi İslam Alemi İhtilâl Komitesi’ne dönüştürülür[63].
İlk Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri, doğrudan Talat Paşa ve İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi’nin girişimiyle kurulmuştur[64].
Milliyetçi hareketin şekillenmesi döneminde Hıristiyan vatandaşlara yönelik uygulamış oldukları şiddet ve özellikle Ermeni katliamları konusunda, İttihatçılar nezdinde Türklerin suçlandıklarından dolayı Kemalistler, başlangıç aşamasında, İttihat ve Terakki Partisi ile hiçbir ilişkileri olmadığı konusunda, müttefik devletleri tüm imkânlarıyla ikna etmeye çalışmaktaydı.
Bu yaklaşım, Mustafa Kemal’in o dönemde vermiş olduğu röportajlarda da belirgindir[65].
Bunun haricinde, “İttihatçı” ismi birçokları için hemen-hemen vatan haini ile anlamdaş olmuştu.
Lakin gerçekte, milliyetçi hareketin girişimcileri arasında, Ermeni Soykırımı sorumluları büyük bir sayı teşkil etmekte, hareketin çekirdeği ise Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinden oluşmaktaydı.
Malta sürgünleri de daha sonra Kemalistlerin sıralarına katılır ve cumhuriyet döneminde önemli devlet görevleri üstlenirler. Örneğin, Ermeni Soykırımı döneminde Bitlis ve Halep valisi görevinde bulunan ve buradaki Ermeni katliamlarının sorumlusu Abdülhalik Renda, Malta sürgününden döndükten sonra, İzmir valisi, 1924-1930 yıllarında maliye, milli savunma ve harbiye bakanı görevleri yürütüp, 1935 yılında ise TBMM başkanı seçilip, daha sonra da devlet bakanı olmuştur.
Halep ve Adana vilayetlerinde gerçekleştirilen tehcir ve katliamların sorumlusu Şükrü Bey, Malta’dan kaçtıktan sonra, belli bir süre İtalya ve Almanya’da bulunur ve Türkiye’ye döndükten sonra milletvekili olup, köy işleri, dışişleri ve içişleri bakanlıklarını yürütür.
Tehcir esnasında Van ve Erzurum valisi olan, Ermeni katliamlarını yönetmiş olma suçlamasıyla Malta’ya sürgün edilen Hasan Tahsin Uzer, Türkiye’ye döndükten sonra Ardahan, Erzurum ve Konya milletvekilliği yapar. İttihat ve Terakki Partisi genel sekreteri Mithat Şükrü Bleda, cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmıştır. İttihat’ın yönetim yıllarında senato başkanlığı, ayrıca içişleri, adalet ve dışişleri bakanlığı görevlerinde bulunmuş olan Halil Menteşe de cumhuriyet döneminde milletvekili seçilmiştir.
Ermeni Soykırımı zamanında Sivas ve Konya valisi olan Ahmet Muammer Cankardeş, cumhuriyet döneminde milletvekili olmuştur. Lübnan Ermenilerinin katliamlarını tertiplemek suçlamasıyla Malta’ya sürgün edilmiş, Ali Münif Yeğenağan, Kemalist dönemde belediye başkanı ve milletvekili olur. Antep Ermenilerinin kırımını düzenleyenlerden olan ve Ermeni Soykırımı yıllarında, Ermenilerin terk edilmiş mülklerine el koyarak önemli miktarda zenginlik elde etmiş olan İttihat ve Terakki Partisi temsilcisi Ali Kenan, Divan-ı Harp tarafından Malta’ya sürgün edilenler arasındaydı. Ali Kenan, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ticaret bakanı tayin edilir[66].
Vardges Yeğiayan’ın “Malta Belgeleri. İngiltere dışişleri bakanlığı “Türk savaş suçluları” dosyası” kitabının önsözünü yazan Ali Sait Çetinoğlu’nun belirtmiş olduğu gibi, 1934 yılında kabul edilen “Soyadı hakkında” kanunun yayınlanmasından sonra, içlerinden birçoğu yeni isimler altında gizlenerek, böylece izlerini kaybettirmişlerdir[67].
Kemalist yönetim tarafından Jön Türklerin telin edilmesi, Türkiye’nin parçalanması planının bir kısmı olarak kabul edilmiştir. İngiliz ajan Frün, “Öncelikle, İttihat ve Terakki’nin caniliklerini kabul etmeye mecbursunuz”,- diyerek, Mustafa Kemal’in dikkatini Kemalistler tarafından İttihatçıların suçlarını telin etme gerekliliğine çektiğinde Kemal, “Ben İttihat ve Terakki Partisi’nin temsilcisi değilim… Lakin izninizle, İttihat ve Terakki’nin vatansever bir teşkilat olduğunu söylemek isterim”,- diyerek bu öneriyi reddeder[68].
Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan
Akunq.net
[1] İttihat ve Terakki Partisi ile hükümet üyeleri başlangıçta birlikte yargılanmış, fakat davanın ikinci duruşmasında hükümet üyelerinin dosyası, savcının talebiyle incelenmek üzere ayrılmıştır. Böylelikle, 28 Nisan 1919 tarihinden 17 Mayısa kadar süren 7 oturumda, İttihat ve Terakki önderleri ile Teşkilat-ı Mahsusa başkanı, 3-26 Haziran 1919 tarihlerinde görülen 7 oturumda ise, hükümet üyeleri sorgulanmıştır.
[2] İttihat ve Terakki Partisi ile hükümet üyelerinin davaları, tarihe “ana davalar” olarak geçmiştir. Ana davalarla ilgili 5 Temmuz 1919 tarihinde tek bir genel hüküm verilir.
[3] Ali Kemal, 4 Mart 1919 tarihinden 9 Mayısa kadar eğitim bakanlığı, 19 Mayıs 1919’dan 29 Hazirana kadar ise içişleri bakanlığı görevlerinde bulunmuştur.
[4] Günel G., İttihat Terakki’den Günümüze Yek Tarz-ı Siyaset: Türkleştirme, Belge Yayınları, İstanbul, 2006, s. 127. 
[5] Hürriyet ve İtilâf Partisi üyelerinden oluşan hükümet hakkındadır.
[6] Yalnız Taktil Değil, Tehcîr de Dahil: Cemal Beyefendi’nin Beyanatı, “Alemdar”, 17 Mart 1919.
[7] “Dzerbakalutyants patçarı: Nerqin gordsots haytararutyunnerı” (Tevkif sebebi. İçişleri bakanlığı açıklamaları) , “Çakatamart”, 13 Mayıs 1919, No 104 (1925).
[8] Kocahanoğlu O. S., İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması (1918-1919), Temel Yayınları, İstanbul, 1998, s. 18.
[9] Ocak 1913’te, milli birliğin oluşturulması amacıyla kurulan ve 1914 yılında Şurayı Devlet tarafından kamuya yararlı olarak kabul edilen Müdafaa-i Milliye teşkilatı, savaş yıllarında önemli hizmetlerde bulunmuştur, bk. Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu. İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, 2. Baskı, İmge Kitabevi, İstanbul, 2002, s. 164. İttihatçılar, belirtilen teşkilatla olan bağlarını dava süreci boyunca sürekli inkâr etmekle birlikte, parti üyelerinin yargılanmasının 5. oturumunda, sanıklardan Ankara mebusu ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Arif, Müdafaa-i Milliye teşkilatı tarafından Teşkilat-ı Mahsusa’ya maddi yardım yapıldığını itiraf etmiştir. Bk. Takvîm-i Vekayi, No 3543, 8 Mayıs 1919, s. 31.
[10] “Surb İttihat” (Kutsal İttihat), “Joğovurdi dzaynı”, siyasi ve toplumsal gazete, Konstantinopel (İstanbul), 8 Mayıs 1919, No 83-174.
[11] A.g.e.
[12] Papazyan A., Hayeri tsağaspanutyunı ıst yeritturkeri datavarutyan pastatğteri (İttihatçıların yargılanması argümanlarına istinaden Ermeni Soykırımı), Los Angeles, 2005, s.23.
[13] Yargılamaların başlangıcı olarak Takvim-i Vekâi resmi gazetesinde 27 Nisan 1919 tarihinin belirtilmiş olması yanlıştır, bk. Dadrian V. , Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları, İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 86.
[14] Ferik rütbesi tümgenerale eşdeğerdir.
[15] Takvîm-i Vekayi, No 3540, 5 Mayıs 1335 (1919), ss. 3-4.
[16] A.g.e.
[17] A.g.e., s.4-9.
[18] Bu belgenin tarihi öneminin, daha o zamanın Ermeni basını tarafından anlaşılmış olduğunu belirtmek gerekir. “Çakatamart” gazetesi, bu iddianamenin “Türkler tarafından hazırlanan tarihi bir belge ve tekzip yazısı olarak, ilginç içeriği sayesinde, Ermeni felaketini bazı kısmi cinayetler olarak adlandırma cüreti ve arsızlığı göstermiş olanlara karşı çok önemli bir rol oynayacak”,-olacağını vurgulamaktadır, bk. “Yeprat getı kı hordi hayots diaknerov, patmakan karevor vaveratuğt mı” (Fırat Nehri Ermenilerin cesetleriyle taşıyor, önemli bir tarihi belge), “Çakatamart”, 29 Nisan 1919, No 141 (1962).
[19] Trabzon Ermenilerinin tehciri ve katliamları davasının, 29 Mart 1919 tarihli ikinci oturumunda, Mehmet Vehip Paşa’nın, Behaettin Şakir’e karşı ifade vermiş olduğu sebebiyle, Şakir’in eşi tarafından saldırıya uğraması ilginçtir. “Çakatamart” gazetesi konuyla ilgili olarak “Geçen gün, bir Türk kadın hapishaneye giderek Vehip Paşayla görüşmek ister. Lakin paşa, hanımın yanına henüz varmışken “Aman, bu kadını dışarı çıkartın, ben bir kadına el kaldıramam”,- diyerek dışarı çıkar. Behaettin Şakir’in eşi olan ziyaretçi kadın, kocası hakkında mahkemede yapmış olduğu açıklamalardan dolayı paşaya hakaret edip, kendisini bastonla dövmeye çalışır”, bk. “Vehip Paşa saldırıya uğradı”, “Çakatamart”, 5 Nisan 1919, No 122 (1943).
[20] Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Galip Vardar’ın, anılarında belirtmiş olduğu gibi, Ermenilerin tehciriyle ilgili kararın kabul edilmesinden sonra Behaettin Şakir, tanınmış İttihatçılardan Hüsrev Sami ve Sapancalı Hakkı’yı kendisiyle Erzurum’a gelip Ermenilerin tehcir edilmesi işine katılmalarını önerir. Ermenilerin mal varlığı ve zenginliğinin ne olacağı ve bu konuda bir plan olup olmadığı konusundaki sorularına ise, Behaettin Şakir “Ne planı olacak ki, dedik ya, Ermenileri tehcir edeceğiz… kalanı da kendiniz düşünün”, bk. İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Anlatan: Galip Vardar, Yazan: Samih Nafız Tansu, Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 442.
[21] Vehip Paşa’nın dosyasının büyük bir kısmının 1919 Eylülünde askeri mahkemeden çalınmış olduğunu belirtmek gerekir. Ortadan yok olan bu belgeler, Ermeni katliamlarını tespit eden resmi yazılardır, bk. “Joğovurd” siyasi ve toplumsal gazete, 9 Eylül 1919, No 35 (281). “Hayk. Yeğernin tuğterı anhaytatsads” (Ermeni soykırımı belgeleri yok oldu), “Çakatamart”, 9 Eylül 1919.
[22] Parti genel sekreterlerinin yargılanması 21 Haziran 1919’dan 3 Ocak 1920 tarihine kadar sürmüş, 8 Ocak 1920 tarihinde karar okunmuştur. Bk. “Takvim-i Vekâi” resmi gazetesinin 3586, 3589, 3596 ve 3772 nüshaları.
[23] Kastamonu’da bir bölge.
[24] Tanınmış Türk tarihçi Tarık Zafer Tunaya da, Ermeni mallarının büyük bir bölümünün İttihatçıların eline geçmiş olduğunu belirtmektedir, bk. Tunaya T. Z., Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 3, İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 264.
[25] Takvîm-i Vekayi, No 3540, 5 Mayıs 1335 (1919), s. 7.
[26] Daha sonraları Kemalist harekete katılmış olan Celalettin Arif, Ankara Milli Meclisinde milletvekili, ardından da Milli Meclisin ikinci başkanı, daha sonra ise adalet bakanı olmuştur.
[27] Dadrian V. , Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 70.
[28] Takvîm-i Vekayi, No 3540, 5 Mayıs 1335 (1919).
[29] A.g.e.
[30] A.g.e.
[31] A.g.e.
[32] Takvîm-i Vekayi, No 3543, 8 Mayıs 1335 (1919).
[33] “Paterazmakan Atyanı iravasu e datelu ittihatakan boreninerı? (mer hetaknnutyunı)” (Divan-ı Harp’in, İttihatçı çakalları yargılama yetkisi var mı? (araştırmamız)), “Joğovurdi dzaynı”, 3 Mayıs 1919, No 79-170.
[34] “Paterazmakan Atyanı iravasu e datelu ittihatakan boreninerı? (mer hetaknnutyunı)” (Divan-ı Harp’in, İttihatçı çakalları yargılama yetkisi var mı? (araştırmamız)), “Joğovurdi dzaynı”, 4 Mayıs 1919, No 80-171.
[35] Takvîm-i Vekayi, No 3543, 8 Mayıs 1335 (1919).
[36] Akçam T., Ermeni Tabusu Aralanırken Diyalogtan Başka Çözüm Var mı?, Su Yayınları, İstanbul, 2002, s. 99.
[37] Yargılamalar esnasında çok sayıda Ermeni Divan-ı Harp’e mektup yazarak, bazı sanıkların yalan konuştuklarını belirtmişlerdir, bk. Tunaya T. Z., Türkiye’de Siyasal Partiler, cilt III,  s. 676. 
[38] Takvîm-i Vekayi, No 3557, 25 Mayıs 1335 (1919), s. 102.
[39] A.g.e., s.103. Falih Rıfkı Atay da anılarında bu konuya değinip, İttihat’ın merkez komitesine bağlı, sivil kişilerden oluşan grupların teşkil edildiğini ve bu işin Doktor Nazım’ın kontrolünde gerçekleştirildiğini duyarak, Nazım’dan, kendisini de bu çetelere dahil etmesini rica eder. Lakin Nazım, “Biz çeteler için hapishanelerden adam topluyoruz. Orası senin gibi genç çocukların yeri değil”,- diyerek reddeder. “Bu katiller ordusundan ben bir şey anlamadım”,- diye belirtmektedir F. R. Atay, bk. Atay F. R., Zeytindağı, Bateş, İstanbul, 1981, s. 38.
[40] Dadrian V., Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosit, Belge Yayınları, 1995, s. 67. “Bekirağa bölüğü” hapishanesi Britanyalılar ve Fransızlar tarafından da denetlenmekteydi, bk. Şimşir B., Malta Sürgünleri, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1985, s. s. 113.
[41] Şimşir B., Malta Sürgünleri, s. s. 96.
[42] Sarıhan Z., Kurtuluş Savaşı Günlüğü, I. Cilt, Mondros’tan Erzurum Kongresi’ne (30 Ekim 1918-22 Temmuz 1919), Öğretmen Yayınları, 1982, s. 263.
[43] “İttihatı harutyun karne” (İttihat diriliyor), “Çakatamart”, 14 Ağustos 1919, No 232 (2053).
[44] Dadrian V., Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosit, s. 170.
[45] Büyük Britanya başlangıçta Malta’nın haricinde Hindistan ve Mısır’ı da sürgün yeri olarak kullanmayı düşünmekteydi, bk. Şimşir B., Malta Sürgünleri, s. 133.
[46] A.g.e., s.96.
[47] Savaş suçlularını Britanyalılar tarafından Malta’ya sürülmesi, altıncı ordu eski komutanı Ali İhsan Paşa’nın buraya nakledildiği 1919 Martında başlamıştır. Üst düzey Türk görevlilerin Malta’ya sürgünü 1920 Kasımına kadar sürmüş, 20 ay zarfında toplam 144 cani buraya nakledilmiştir, bk. a.g.e. s.89 ve 197.
[48] A.g.e., s.102.
[49] Ata F., İşgal İstanbulu’nda Tehcir Yargılamaları, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2005, s. 206.
[50] A.g.e., s.205-206.
[51] Takvîm-i Vekayi, No 3571, 13 Haziran 1919, s. 128.
[52] “Maltayi aksorakannerı kı veradarnan”, (Malta sürgünleri dönüyor) “Çakatamart”, 6 Mayıs 1921.
[53] “Lusabanutyunner Maltayi aksoryalneru azat ardzakman masin” (Malta sürgünlerinin azat edilmesiyle ilgili açıklamalar), “Çakatamart”, 21 Mayıs 1921.
[54] Dadrian V. , Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosit, ss. 69-70.
[55] Hür A., Malta Sürgünleri’ni Nasıl Bilirsiniz, “Taraf”, 28 Şubat 2010.
[56] Avcıoğlu D., Millî Kurtuluş Tarihi 1835den-1995e, 1. Cilt, Tekin Yayınları, İstanbul, 1996.
[57] А. Авакян, Черкесский фактор в Османской империи и Турции (вторая половина XIX-первая четверть XX вв.), Ереван, изд. “Гитутюн”, 2001, сс. 250-251.
[58] AkçamT., Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, Su Yayınları, İstanbul, 2001, ss. 195-196.
[59] Konuyla ilgili daha ayrıntılı olarak bk. Zürcher E., The Unionist Factor. The Role of Committee of Union and Progress in Turkish National Movement 1906-1926, Brill, Leiden, 1984.
[60] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, ss. 223-224.
[61] Sorgun T., Mütareke Dönemi ve Bekirağa Bölüğü, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998, ss. 44-45.
[62] “Karakol” teşkilatı, adını, kurucuları Kara Kemal ve Kara Vasıf’tan almıştır, bk. Sorgun T., Mütareke Dönemi ve Bekirağa Bölüğü, s. 47.
[63] Akçam T., İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s. 491.
[64] Konuyla ilgili daha ayrıntılı olarak bk. a.g.e., s.488-489.
[65] A.g.e., s.197.
[66] Üngör U. Ü. and Polatel M., Confiscation and Distruction, Continuum İnternational Publishing Group, London, 2011, p. 127. 
[67] Yeghiayan V., Malta Belgeleri, İngiltere Dışişleri Bakanlığı “Türk Savaş Suçluları” Dosyası, Belge Yayınları, 2007, s. 12.
[68] Akşin S., İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Öztürk Matbaası, İstanbul, 1983, s.192.
http://akunq.net/tr/?p=30824

Yorumlar kapatıldı.