İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gezi ne değildir?

Bu yönüyle Gezi Türkiye’de siyasal kavga taraflarının dilinin sertleşmesine, hatta nefret söylemlerinin artmasına katkıda bulundu…Öte yandan Gezi Parkı olaylarının iç politika açısından belki de en büyük getirisi, Türkiye’de siyasal muhalefetin TBMM’de gerektiği biçimde ve ölçüde temsil edilmediğine dair görüşü kanıtlamış olmasıdır. Bunun yanı sıra Gezi, Türkiye’nin esas sorunları üzerine yeniden kafa yormak için bir fırsat yarattı. Bugün politikacısından düşünürüne, eylemcisinden akademisyenine sorumluluk sahibi her insanın, Gezi’yi romantize etmek veya külliyen yok saymak yerine, Gezi olaylarını Türkiye’nin bitmek bilmeyen Batılılaşma-modernleşme serüveni ve Cumhuriyet tecrübesi bağlamında yeniden inceleyip, herkesin kendini güvende hissedeceği bir toplum inşa etmenin yollarına kafa yorması gerek.

***
Gezi, Türkiye’nin esas sorunları üzerine yeniden kafa yormak için bir fırsat yarattı. Gezi’yi romantize etmek veya külliyen yok saymak yerine, Gezi olaylarını Türkiye’nin bitmek bilmeyen Batılılaşma-modernleşme serüveni ve Cumhuriyet tecrübesi bağlamında yeniden inceleyip, herkesin kendini güvende hissedeceği bir toplum inşa etmenin yollarına kafa yorması gerek.
Gezi ne değildir?
Dr. Coşkun Taştan/Ağrı İbrahim Çelebi Ünv. Sosyoloji Böl.
Rûmî’nin Mesnevî’sinde geçen hikâyelerden biri şöyledir: Hintliler karanlık bir ahıra bir fil koyarlar. Hayatında hiç fil görmemiş meraklı insanlar bu kapkaranlık ahıra girerek file dokunur. Dışarı çıktıklarında, filin ne olduğunu soran diğer insanlara cevap verirken, filin hortumuna dokunanlar “fil bir borudur”, ayağına dokunanlar “fil bir sütundur”; kulağına dokunanlar “fil bir yelpazedir”… diye tarif eder.
Gezi Parkı eylemleri gibi toplumsal olaylar çok boyutludur. Bu tür olayları herhangi bir bileşenine indirgeyerek ele almak, olayları anlamaya çalışan biri için belli kolaylıkları beraberinde getirmekle birlikte, son derece yanıltıcıdır da. Gelin görün ki ilk gününden itibaren tüm karmaşıklığına rağmen Gezi olayları, belirli indirgemelerle siyaset alanına çekildi. Tıpkı Rûmî’nin hikâyesinde olduğu gibi herkes kendi dokunduğu yerden olayları tarif etti. Gezi kimine göre başkaldırı, kimine göre devrim, kimine göre darbe teşebbüsü idi. Neticede “Geziciler” ve “Gezi karşıtları” biçiminde iki amorf kutup çıktı ortaya. Eylemlerden bir yıl sonra geriye baktığımızda, bu karşıtlığın gölgesinde kalarak anlamsızlaşan ama olayların tam da kalbinde yer alan temel meseleleri berraklaştırmanın ne kadar elzem olduğunu, bunu yapmadan Gezi olaylarını anlamanın imkânsız olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Kronik sorunlarımız
2013 yazına damga vuran Gezi olaylarını anlamaya çalışırken elbette uluslararası güçlere atıf yapan komplo teorilerine/yaklaşımlara her zaman geniş yer var. Bu komplo teorileri/yaklaşımlar çoğunlukla delilden yoksun oldukları için bunlar hakkında kesin hükümlerle konuşmak kolay değil. Biz burada bir faraziye ile hareket edelim: Tüm Gezi olaylarının tek bir elden, uluslararası güçler tarafından organize edildiğine dair kesin kanıtlara sahip olduğumuzu farz edelim. Bu durumda bile şu soruyu mutlaka cevaplamak gerekmez mi: Uluslararası güçler, bu kadar büyük kitleleri nasıl bu kadar kolaylıkla motive ederek harekete geçirebildi? Neden “şu” insanlar değil de “bu” insanlar mobilize oldu?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Gezi olaylarını anlamaya çalışırken Türkiye’nin kronik sorunlarının mağduru olan toplumsal kesimlerden ve siyasal aktörlerden ziyade, Türkiye’nin bazı sorunlarını kronik hale getiren sistemik öğeler üzerinde düşünmek daha anlamlıdır. Bu yaklaşımla ve psikanalizin kavramlarıyla söylersek, Gezi olayları hastalığın kendisi değil, olsa olsa onun bir semptomudur. Peki esas sorun nerededir?
Esas sorun şu: Cumhuriyet, herkesin kendisini güvende hissedeceği bir zemin inşa edemedi. Yani siyasal mücadele esnasında tarafların ayaklarını basabilecekleri, rahatlıkla gardlarını alabilecekleri bir zeminden yoksunuz. Örneğin Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda kafa kafaya gelen herkesin ve her kesimin güvenini kazanmış, sırası geldiğinde bu kesimler tarafından tereddütsüz hakemliğe davet edilecek bir yargı sistemi yok. Müslüman olmaktan ya da olmamaktan, dindar ya da dinsiz olmaktan, Alevi, Ermeni veya Kürt olmaktan dolayı her an bir mağduriyet yaşanabiliyor ama bu mağduriyeti siyasal konjonktürden bağımsız olarak giderecek bir yargıya sahip miyiz? Toplumsal kesimlerin büyük çabalarla elde ettiği küçük kazanımları özenle koruyacak bir siyasal sistemimiz var mı? Her toplumsal kesimin her zaman sahipleneceği bir silahlı kuvvetler, bir polis teşkilâtı var mı? Siyasal iktidarın değişmesinden etkilenmeyen ve kendisini dindar, ateist, gayrimüslim, Kürt, Türk, Ermeni, Alevi veya Sünni olarak tanımlayan bilim insanlarının rahatlıkla işlerini yapabilecekleri bir yükseköğretim sistemimiz var mı? Büyük oranda İkinci Meşrutiyet paradigmasında kemikleşen bu gibi sorunlar, Cumhuriyet döneminde çözülmek bir yana, kronik hastalıklara dönüştü.
Gezi olayları, bu sistemik hastalıkların doğurduğu şiddetli öfkeden beslendi. Bu karşılaşmayı, dünyadaki diğer toplumsal hareketlerden farklı kılan şey, bu öfkenin sadece eylemcileri değil, temsil ettiği kitlelerle birlikte hükümet bloğunu da mobilize etmiş olmasıdır. Gezi’de yer alan tüm taraflar öfkeli idi. Bu yönüyle Gezi, iktidar ile ona muhalif hareketler arasındaki siyasal mücadele değil, mağdurlar arasındaki bir kaba güç mücadelesi idi.
Gezi ve iktidar
Bu nedenle Gezi’yi otoriter bir lider ve onun karşısında direnen gençler arasındaki mücadeleden ibaretmiş gibi görmek, fili hortum olarak tarif etmeye benzer. Burada Nilüfer Göle’nin geçen günlerde yaptığı çağrıya farklı bir yerden uyarak Gezi’yi bir an için Erdoğansız tartışmak gerek. Eleştiriye açık tüm yönleriyle birlikte düşündüğümüzde bile Erdoğan’ın liderlik üslubu ile (dolayısıyla AK Parti iktidarı ile) Gezi olaylarını ortaya çıkaran enerji arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurmak yanlıştır. Şöyle ki, modernleşmek, Batılılaşmak isteyen Türkiye’nin önüne her defasında neoliberal politikaları getiren Batı, örneğin CHP iktidarda olsa bu ısrarlarından vaz mı geçecekti? Gezi, sokaktaki eylemciler kadar hükümetin de direniş durumunda olduğu (bu nedenle örneğine pek rastlanmayan) bir toplumsal olaydı. Tekrar söylersek tam da bu nedenle Gezi, hastalık değil, hastalığın semptomu idi.
Gezi ve muhalefet
Mayıs 1968 olayları başladığında, hareketin liderlerinden olan Daniel Cohn-Bendit, “hareket nasılsa başladı, nereye varacağımızı ve hareketin içinde neler olacağını zamanla göreceğiz” demişti. Kısa süre sonra da Nanterre’deki olaylar Sorbonne’a, oradan da dünyanın hemen her köşesine yayıldı. Olayların akabinde etkili bir muhalif lider olarak siyasette yerini alan Bendit, Avrupa’da yeni toplumsal hareketlerin söylemlerinin belirli bir çerçeveye oturmasına ve siyasi yelpazede önemli bir boşluğun dolmasına katkıda bulundu. Geniş çaplı toplumsal olayların ardından bir muhalif örgüt (siyasal parti) teşekkül etmesinin başka örnekleri de var (Meselâ Sırbistan’da Miloşeviç’i 2000 yılında devirdikten sonra 2003 yılında partiye dönüşen “Direniş” hareketi gibi).
Peki, Türkiye’de, geniş çaplı katılıma rağmen Gezi hareketinden neden bir siyasal parti çıkmadı?
Bunun pek çok sebebi var ama en önemli sebebi, Gezi hareketinde yer alanların çok büyük bir bölümünün zaten bir siyasal partinin, yani CHP’nin seçmeni olmalarıdır (anketler bu oranın % % 41 ile % 64 arasında olduğunu gösteriyor). Peki yeni bir parti teşekkül etmediğine göre muhalefet partileri Gezi olaylarından neden güçlenerek çıkmadı? Dahası, sosyal hareketlerle ilgili neredeyse sosyolojik kural haline gelmiş bir tespit var: Büyük çaplı kolektif eylemler genellikle aşırı sağı yükseltir. O halde MHP’nin oyları Gezi’den sonra neden yükselmedi? Bütün bu soruların tatmin edici cevaplardan yoksun olması, Gezi’de yaşananları “esas olay” olarak değil “belirti” olarak görmemizi gerektiriyor.
Gezi ve dış politika
2013 yılının Eylül ayında, yani Gezi olaylarından bir kaç ay sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bir Amerika ziyareti esnasında, onu Gezi olaylarındaki tutumundan ötürü protesto etmek için bir araya gelen bir grup Türk’ün eylemi, şöyle bir pankartla basına yansımıştı: “Young penguins are protesting” (‘Genç penguenler protesto ediyor’). Gezi olayları esnasında penguen belgeseli yayınlamakla suçlanan CNN Türk’ün yayın politikasını da içine katan bu protesto söylemine biraz dikkatli bakmadan Gezi olaylarının yurt içi ve yurt dışı algı yönetiminde nasıl bir yarılma çerçevesinde hikâye edildiğini göremeyiz. Zira aynı eylemcilerin Türkçe hazırladıkları pankartta “genç penguenler rahatsız!” ibaresi yer alıyordu. 1960 darbesine açık gönderme yapan bu söylemle İngilizce sloganın mecazi düzeyde birbiriyle hiç bir ilgisi yoktu. Bu iki mecaz arasındaki fark bir tesadüf eseri ortaya çıkmamıştı. Bu iki slogan, Gezi olaylarının Türkiye içerisinde algılanış biçimi ile dünyada algılanış biçimi arasındaki farkı mükemmelen gösterir. Bu iki algının şekillenmesinde etkili olan anlatıda Gezi; Batıcı, modern, seküler ve özgürlükçü gençlerin, hasbelkader iktidar olmuş dindar-muhafazakârların neoliberal politikaları karşısındaki direnişi gibi anlatılıyordu. Oysa Türkiye’nin önüne neoliberal politikalar, Batılılaşma yolundaki taleplerin kaçınılmaz bir sonucu olarak çıkmıştı.
Elbette polisin Gezi olaylarındaki güç kullanım biçimi, olayların seyrindeki şiddet eğilimine bağlı olarak ortaya çıkan ölü, yaralı ve tutuklu sayısı olayların dış dünyaya bildik haliyle anlatılmasını kolaylaştırıyordu. Merkel, hükümetin Gezi politikalarını “dehşet verici” bulduğunu açıklamıştı. Avrupa Parlamentosu, AB’nin en yetkili organlarına ve TBMM’ye sunulmak üzere 11 Haziran günü bir kınama metni hazırlamıştı. Gösterilerin daha ilk haftasında ABD dört kez, yine ilk ay içerisinde Uluslar Arası Af Örgütü on dört, İnsan Hakları İzleme Örgütü beş kez açıklama yapmıştı. Netice itibariyle, Gezi olaylarının dünya kamuoyuna yansıma biçimi nedeniyle Türkiye dış politikada süratle bir yalnızlığın içerisine düştü. Hükümetin, Gezi olaylarını dış dünyaya anlatmaya yönelik her girişimi, polisiye hataların ortaya çıkardığı fotoğrafların gölgesinde kaldı. Sonuçta Gezi Parkı olayları, Türkiye’nin özellikle Batı dünyasındaki “model Müslüman ülke” imajını derinden sarstı.
Hatırlamak gerekir ki başta AB olmak üzere Batı dünyası, Türkiye’nin neoliberal politikalarının “Batılılaşma-modernleşme” yolunda ne kadar elzem olduğunu her fırsatta dile getirmekte, AB müzakerelerinin ve ilerleme raporlarının ruhunu neredeyse neoliberal politikalar oluşturmaktadır. Örneğin Avrupa Parlamentosu’nun 11 Haziran 2013 günü, hem de Gezi olaylarında hükümetin politikalarını kınamak üzere aldığı kararların B. maddesi, Türkiye’nin aslında AB müzakereleri çerçevesinde neoliberal politikaları yerine getirmekte önemli bir mesafe katettiğini vurgulayarak bunu olumlamaktadır. Diğer yandan, seküler, Batıcı, modernist Gezi eylemcilerinin önemli bir oranı, tam da bu neoliberal politikaları protesto etmek için sokakta olduklarını söylüyordu.
Günahı ve sevabıyla Gezi
Peki, geçen bir yıllık süre içerisinde Türkiye’nin kronik sorunlarıyla ilgili olarak Gezi Parkı olayları neleri değiştirdi? Kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye’nin kronik sorunları, Gezi olaylarından neredeyse hiç etkilenmedi. Gezi’nin sosyal-psikolojik ve ideolojik etkileri, sosyo-ekonomik etkilerinin çok ilerisindedir.
İç politikada, ideolojik kutuplaşmalar Gezi olaylarına her geçen gün daha fazla bağlanır oldu. Erdoğan’a şartlı destek veren ve bir süreden beri bu desteklerini gözden geçiren liberal-sol düşünürler kesin bir dille Erdoğan’a karşıtlıklarını ilân etti. AK Parti ile liberal-sol düşünürler arasındaki bu kutuplaşma, hükümet açısından olduğu kadar, iç politika için de bir kayıptır.
Kanaatler sosyolojisi açısından baktığımızda Gezi’nin, ilginç bir biçimde, birbirinin zıttı olan siyasi kanaatlere eş zamanlı olarak veri sağlayan bir makine gibi çalıştığını görüyoruz. Hükümetin otoriter bir karaktere sahip olduğunu düşünenler, artık Gezi olaylarına atıf yaparak bu düşüncelerini temellendirmektedir. Aynı şekilde, Türkiye’de halkın iradesinin önünde biçim değiştirerek set kurmaya çalışan bir vesayet arayışı olduğunu söyleyenler de Gezi olaylarına atıf yapmaktadır. Bu yönüyle Gezi Türkiye’de siyasal kavga taraflarının dilinin sertleşmesine, hatta nefret söylemlerinin artmasına katkıda bulundu.
Öte yandan Gezi Parkı olaylarının iç politika açısından belki de en büyük getirisi, Türkiye’de siyasal muhalefetin TBMM’de gerektiği biçimde ve ölçüde temsil edilmediğine dair görüşü kanıtlamış olmasıdır. Bunun yanı sıra Gezi, Türkiye’nin esas sorunları üzerine yeniden kafa yormak için bir fırsat yarattı. Bugün politikacısından düşünürüne, eylemcisinden akademisyenine sorumluluk sahibi her insanın, Gezi’yi romantize etmek veya külliyen yok saymak yerine, Gezi olaylarını Türkiye’nin bitmek bilmeyen Batılılaşma-modernleşme serüveni ve Cumhuriyet tecrübesi bağlamında yeniden inceleyip, herkesin kendini güvende hissedeceği bir toplum inşa etmenin yollarına kafa yorması gerek.
ctastan@gmail.com
http://haber.stargazete.com/acikgorus/gezi-ne-degildir/haber-889880

Yorumlar kapatıldı.