İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

100 yıl öncesine, 1914’e mi dönüyoruz?

Malum Osmanlı’da devletin zirvesi yaklaşık 100 yıl önce bu topraklardaki farklı dini ve etnik temelli unsurların birliğine dayalı “ittihat-ı anasır” anlayışını bir kenara bırakarak “vatanın selameti için” Müslüman toplulukların birliği anlayışını, yani “ittihat-ı İslam”ı benimsemişti. Türkiye’nin son 10 yılda dış politikada bir takım açılımlarla ve büyük umutlarla –ama çiğ bir şekilde- soyunduğu “Yeni Osmanlıcılık” anlayışının başarısızlıkla sonuçlanmasıyla bugünlerde geçmiştekine benzer bir dönüşüme tanıklık ediyor olabiliriz.

***
Başbakan’ın ve onun en yakınındaki isimlerin son dönemde yaptığı açıklamalara bakarsanız, “Büyük Türkiye”nin ilerlemesini çekemeyen, ülkemize komplolar, milli ordusuna kumpaslar kuran düşman güçlerin varlığı “17 Aralık süreci” ile birlikte ortaya çıktı. Dolayısıyla onlara ve içerdeki işbirlikçilerine karşı “yeni Türkiye’nin İstiklal mücadelesi”ni vermemiz gerekiyor.
Nereye döndürüyor bu açıklamalar bizi? Adeta I. Dünya Savaşı öncesine!
Öcalan’ın ve Kürt siyasi hareketinin önder kadrolarının son dönemde yaptığı açıklamalara bakarsanız, Türkiye’nin gelişimini istemeyerek ülkeyi yangın yerine çevirmek üzere hükümete darbe planlayan iç düşmanlar var. Bunlar uluslararası sermaye güçlerinin sinsi amaçlarına alet olan milliyetçi Ermeniler ve Rum lobileri. Tabii bir de “Londra merkezli bir sermaye grubu” ile “Yahudi lobisi”. Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşadığımız bu dönemde bunlara prim vermemek gerekiyor.
Peki bu açıklamalar nereye döndürüyor bizi? Bunlar da, benzer şekilde, I. Dünya Savaşı öncesine!
Bu ülkenin en etkili üç –dört siyasi aktöründen ikisinin, üzerinden 100 yıl geçtikten sonra hâlâ 1914’ün kıyısındaymışız gibi bir kuşatılmışlık psikolojisiyle yaptıkları konuşmalarda görülen bu benzerlik pek hayra alâmet değil.
Dünden Bugüne “1914” ve çelişkiler
Bu açıklama ve benzerliklerde asıl tedirgin edici olan, güvenlikçi saiklerle düşünmeye yatkın olan tarafların biraz aşırılıkla verdikleri tepkinin konjonktürel bir refleksle sınırlı kalmayacak gibi görünmesi. Ancak umarım yanılırım ve bu benzerliklerle zihinlerimize pompalanan önümüzdeki dönemin yeni siyaset paradigması olmaz.
Çatışmacı aklın ürünü gibi görünen bu paradigma en iyi, 100 yıl öncesinden devşirilmeye çalışılanın ne olduğuna bakarak anlaşılabilir.
Malum Osmanlı’da devletin zirvesi yaklaşık 100 yıl önce bu topraklardaki farklı dini ve etnik temelli unsurların birliğine dayalı “ittihat-ı anasır” anlayışını bir kenara bırakarak “vatanın selameti için” Müslüman toplulukların birliği anlayışını, yani “ittihat-ı İslam”ı benimsemişti.
Türkiye’nin son 10 yılda dış politikada bir takım açılımlarla ve büyük umutlarla –ama çiğ bir şekilde- soyunduğu “Yeni Osmanlıcılık” anlayışının başarısızlıkla sonuçlanmasıyla bugünlerde geçmiştekine benzer bir dönüşüme tanıklık ediyor olabiliriz. Belki de, “Yeni Osmanlıcılık” anlayışının geçmişteki temel dayanaklarından biri olan “ittihat-ı anasır”ın bazı açılımlarla desteklenen son kırıntıları temelli bir kenara bırakılıyor. Ve sadece Türk, Kürt vd. Müslüman unsurları gözeten bir “ittihat-ı İslam” anlayışı temelinde “Yeni Türkiyeci” bir pozisyona geçiliyor.
Ayrıntılı olarak anlaşılmaya ve tahlil edilmeye muhtaç olan bu analojiyi şimdilik bir kenara bırakarak, Ak Partisi iktidarı ile PKK demeçlerindeki benzerliğe ve 1914 metaforuna dönelim.
İlk bakışta çelişkili gibi görünen bir çaba bu. Çünkü, aslında zihnen döndürülmek istendiğimiz I. Dünya Savaşı, bir anlamda Anadolu’daki kadim Hıristiyan toplulukların topraklarından kopartılmalarıyla sonuçlanmış bir tarihti. O dönemde nüfusun belki % 40’ını oluşturan gayrimüslim unsurlar Anadolu’da bugün % 0,1 bile etmiyor. Şimdi o geride kalan o bir avuç topluluğun tehdit olabileceğine ve buna karşı bir “İstiklal mücadelesi” verilmesi gerektiğine kimseyi ikna edemezsiniz. Bu devlete memur, ordusuna onbaşı bile yapılmayan unsurlara “derin devlet” benzeri bir rol biçmeye kalkışmanız da en hafifinden “saçmalığın daniskası” sayılır.
Hele de ülkeniz İngiliz askerlerinin işgali altında falan da değilse.
“İstiklal mücadelesinde” düşman safları
Ama görülüyor ki, birileri bu ülkede “İstiklal Mücadelesi” ihtiyacı duyuyorsa, bu konuda engel gibi görülen “teferruatlar” el birliği ile aşılabiliyor.
Örneğin…
İngiliz’e hasmane bir şekilde aleyhimize çalışan “Londra merkezli bir sermaye grubu” rolü biçebilir, onun yanına bir de “Utah’taki akademi” namıyla bir başka Batılı düşman ilavesi yapabilirsiniz.
Ermeni’yi “ABD’deki diaspora sermayesi” olarak yeniden tarif ederseniz, daha güçlü bir şekilde diriltmiş de olursunuz.
Yahudi’yi “ABD’deki Yahudi sermayesi” kisvesiyle daha etkili bir hayalet olarak sunabilirsiniz.
“Rum’u n’apıcaz peki abi” diye soran çıkmaz. Çıkarsa da “ekümeniklik” iddiasındaki Patrikhane’nin talep ve faaliyetlerini biraz zorlamayla imdadınıza çağırabilirsiniz.
Yeter ki devlet istesin!
Neden isteyebileceğine gelince… Aslında devletin bugün direksiyonunda oturan kadroların ideolojik arka-yapılarının beslendikleri kaynaklarda bu şekilde bir bakışa yatkınlık fazlasıyla mevcut. İslamcılık düşüncesinin temel metinlerine imza atmış Mehmet Akif Ersoy, Filibeli Ahmet Hilmi, Babanzade Ahmet Naim, İskilipli Mehmet Atıf gibi isimler yeterli kaynak potansiyeli barındırıyor.
Ancak 100 yıl sonra böyle bir memleket ve cihan algısını yeniden pompalamak için ortada ne tür saikler var? En azından 10 küsur yıl uzak kalınmış anti-Batıcılık gömleği bugün niye giyilmek isteniyor? Birileri neden bizi devlet aklındaki 1914’e taşımak istiyor? Cemaat ile koalisyonu dağılan Ak Partisi, Milli Görüş çizgisine, aslına mı rücu ediyor
Şimdi çeşitli ihtimaller üzerinden bazı fikir egzersizleri yaparak bu sorulara mantıklı cevaplar arayalım:
“Mazereti var, asabi bizim devlet”
1. FED’in almış olduğu kararlar ile aslında ABD ekonomisi bizim yüzümüze doğru aksırmış oldu. O aksırınca bizim hastalanacağımız, daha doğrusu kronik hastalığımızı saklayamayacağımız anlaşıldı. Bir anlamda Osmanlı’nın fütuhatçı tahayyülünü “muasır medeniyetler”in çağdaş kalkınma sosuyla ufuksuzca harmanlayan modelimizin pili tükendi. Yüzümüze allık sürerek sağlıklı görünmeye çalışır gibiydik. “Biz bir şeyleri yanlış yaptık” şeklinde bir kabullenme “muhafazakar yapımıza ters” (!) olduğu için, faturayı yıkacağımız güçlü bir düşman icat etmek istedik. Dünyanın bu köşesinde yaralı bereli halleri “düşman” üzerinden açıklamak her zaman iş yapıyordu. Belki bunu denemek istedik bir yönüyle.
2. Aslında yeniden duyumsatılan 1914 koşulları, sınır ötesi operasyonlara kalkışarak Rus limanlarını bombalayan ve sırf bu nedenle I. Dünya Savaşı’nın Müttefik Devletler için uzamasına sebep olan Osmanlı’nın bu hasmane tavrından ötürü ağır şekilde cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştı.
Benzer şekilde, günümüzde Suriye’deki ateşe sürekli odun taşıyarak Batı’nın şiddetle karşı çıktığı radikal İslamcı unsurları destekleyen ama başarısız operasyonlarla yıldızları dökülen Türkiye kendisi için bir cezalandırmanın daha yaklaştığını hissediyor olabilir mi?
Eğer böyleyse, 1914 sağlam (!) bir hayalet olarak ülke kamuoyunu hazırlama ve seçimlere taşınabilecek yeni bir mağduriyet inşası düşünülerek tedavüle sokulmuş da olabilir. Zira biraz iyi bezer, solun Türkiye sağına armağanı olan “anti-emperyalizm” sosuna da bularsanız, “düvel-i muazzamanın” bu millete neler çektirdiğini özel olarak anlatma ihtiyacı duymazsınız. 1914 travması derdinize aradığınız deva olabilir, asıl dert vereni saklayarak tabii.
Ancak 1914’ün, 1915 gibi başka ve çok güçlü başka bir “hayaletin” hemen önünde geldiğini unutmamak lazım. Böylece ilave bir şeyler söylemeden, kamuoyunu “tehcirin 100. yılında” olabilecek gelişmelere hazırlayabilir, Sevr paranoyasını diriltecek “Ermeni iddialarını” kitlelerin kulağına kar suyu gibi kaçırmış olursunuz.
3. Ancak yeni bir 1914 algısı oluşturmanın belki de en temel saiki, demokratikleşme bahsinde “-mış gibi” yaparak ilerleyebileceği son durağa kadar gelen Türkiye devletinin 10 yıllık, aslına bakarsanız 100 yıllık ödevini tamamlayıp kendisini dönüştürmek istememesi olabilir. Devlet, şeffaflığın, hesap verilebilirliğin hakim olduğu, toplumun özgürlük taleplerinin karşılandığı, doğru dürüst bir demokratik siyasal sisteme evrilmek istemiyor. Ne pek çok sıkıntımızı aşmamıza olanak tanıyacak demokratik bir anayasa, ne de vatandaşlarına özgür bir dünyanın kapılarını açmak gibi bir ufka sahip.
Dolayısıyla da demokratikleşme taleplerinin önüne set çekmeye olanak tanıyacak mazeretlerin belirmesinden gayet memnun. Çünkü devlet olarak aynaya baktığında 100 yıldır gördüğü şey, hesap verebilirlik ve şeffaflık ile kaybedeceğini düşündüğü keyfiliği, otoriterliği ve de asabiliği.
Kürtlerin çizgisinde belirginleştirme ihtiyacı
Ancak bu son maddedeki akıl yürütmenin, Ak Partisi iktidarı ile Kürt siyasi hareketinin aynı 1914 parantezinde yer almasına engel teşkil etmesi gerekmez mi? Nasıl olur da Kürtler özgürlükçü bir ufka yelken açmakta direnen ve giderek daha otoriter çizgiye savrulan iktidarın kendilerine özgür bir dünyanın kapılarını açabileceğine inanırlar?
Arzu Yılmaz, “Lozan Bu İşin Düğüm Noktası” başlığıyla Radikal II’de yer alan önemli yazısında, Kürtlerin gayrimüslimleri çektikleri zulümde kardeş, zulme karşı mücadelelerinde ise düşman saflarda gördüğünü açıklarken, aslında hem İslam referansının ortaklığını tarihsel perspektifiyle ortaya koyuyor hem de yukarıda sorduğum bazı soruların cevabını vermiş oluyordu.
Peki ilave olarak, Türkiye’deki Kürtlerin iktidar partisi ile benzer bir düşman eşkâli verip sanki 1914 koşullarındaymışız gibi cümleler kurmalarının ardında, Batı’nın kendilerini tarihte defalarca yaptığı üzere bir kez daha “satacağını” sezmiş olmaları yatıyor olabilir mi? Yoksa Kürt siyasi hareketinde, Ahmet İnsel’in dediği gibi, sadece beyindeki tortular mı dile vuruyor?
Acaba Kürtler Rojova’daki soydaşlarını Cenevre’ye bile çağırmayan Batı’nın Ortadoğu’nun yeni düzeninde kendileri için hiç bir imtiyazlı rol öngörmediği sonucuna kapılmış olabilirler mi? Ve bu refleksle İslam referansının ortaklığını temel alan yeni bir söylem tutturmuş olabilirler mi? İktidarla beraber bindikleri “süreç (!) treninden”, lokomotif otoriter duraklara doğru savruluyor olsa da hiç inmemenin ve iktidarın da sarıldığı İslam parantezindeki “biz” kavramına “eski ruhunu ve pratiğini” üflemenin gerekliliğini düşünmüş olabilirler mi? Ya da 2015’te dünya sahnesinde biraz daha yalnızlaşacağını varsaydığı Türkiye’ye proaktif bir dayanışma selamı çakmak istemiş olabilirler mi?
Şu noktada, onlar adına daha fazla spekülatif kestirimler yapmaya çalışmaya gerek yok. Bu soruların cevabını Kürt hareketi liderlerinden beklemek en doğrusu. Ancak Gezi’de iktidarı ipten aldığını düşünen, Ak Partisi-Cemaat kavgasında “biz bu ateşe benzin taşımayacağız” diyerek “hassasiyet” gösterdiğini zanneden, yolsuzluklar karşısında da “ne olacak yani, o para hazineye girse F-16’ya bomba olacaktı” demeye kadar söylemini vardıran bir hareketin, peşinden koştuğunu söylediği “eşitlik, hak ve özgürlüğü” nasıl anladığının giderek daha büyük bir soru işareti haline geleceğini de hesaba katması gerekir.
Türkler, Kürtler, Ermeniler ve bu toprakların diğer halklarını, epeyce sorunlu bir “dış düşman” söylemiyle 100 yıl öncesinin psikolojisine döndürmek yerine, bu hatalı geçmiş algısını bir kenara bırakıp ortak ve barışçıl bir yarın inşasında buluşturmayı dert edinen tüm hareketlerin yukarıda saydığım soru işaretlerini gidermesi galiba en uygunu olacak. Ve tabii her şeyden önemlisi, 100 yıllık acı hatıraların korlarına benzin taşıyabilecek söylem ve davranışlardan kaçınmak gerekiyor. Tarih dediğimiz şey, aksinin nelere mal olabileceğinin sayısız trajik örnekleriyle dolu. Ve bizim sepetimizde onlardan epeyce var!
 twitter: @akdoganozkan
http://t24.com.tr/yazi/100-yil-oncesine-1914e-mi-donuyoruz/8443

Yorumlar kapatıldı.