İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye’de siyasal Mesihçiliğin sonu

Doç. Dr.Ertan Aydım
Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da Barzani ve Şivan Perwer’in de katıldığı törenler Kürt meselesi bağlamında köklü bir paradigma dönüşümü olduğu kadar Türkiye’de 1930’lardan devralınan klasik siyaset yapma biçimini de nihayetlendiren önemli bir kırılma noktasıdır. Tek parti dönemi CHP’sinin geliştirdiği “siyasal mesihçilik,” mevcut Türkiye halkının hayallerindeki çağdaş ve laik toplumdan çok uzak olduğunun bilinciyle, kafalarında ütopik kurguya hizmet eden baskıcı, dönüştürücü ve dışlayıcı bir devlet geleneği yarattı.

***
Önümüzdeki üç önemli seçim, Türkiye’deki muhalefetin mesihçi siyasetten çoğulcu siyasete geçişe intibak edip etmediğini test etmek açısından önemli olacaktır.
Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da Barzani ve Şivan Perwer’in de katıldığı törenler Kürt meselesi bağlamında köklü bir paradigma dönüşümü olduğu kadar Türkiye’de 1930’lardan devralınan klasik siyaset yapma biçimini de nihayetlendiren önemli bir kırılma noktasıdır. Tek parti dönemi CHP’sinin geliştirdiği “siyasal mesihçilik,” mevcut Türkiye halkının hayallerindeki çağdaş ve laik toplumdan çok uzak olduğunun bilinciyle, kafalarında ütopik kurguya hizmet eden baskıcı, dönüştürücü ve dışlayıcı bir devlet geleneği yarattı.
Tevhid-i Tedrisat, Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi düzenlemelerin yegâne amacı toplumun gelecek “aydınlık” günlere hazırlanmasıydı.
Zira insanların kaçınılmaz olarak varmaları gereken “aydınlanmış”, daha az dindar ve daha batılı bir geleceğe onları hazırlamadan çoğulcu demokrasiye fiilen geçiş mümkün görünmüyordu.
1950’de çok partili siyasi sisteme geçilmesine rağmen, maalesef, mesihçi anlayış Türk demokrasisinin asli bir parçası olageldi ve onun sağlıklı bir şekilde işlemesinin önüne geçti. Herkesin kendini büyük bir davanın kurtarıcısı olarak gördüğü ve “gerçek” insanlarla konuşup, onları anlamaktansa hayali bir toplum projesine sarıldığı bir demokrasi, üzerinde tartışması ve uzlaşması imkânsız konuları öne çıkarmaktaydı. 1960 veya 1980 darbesiyle sivil siyasete müdahale eden generaller kendilerini adeta birer mesih gibi görebilmekte, onlara güç devşiren güya aydın ve demokrat elitler ise hayal ettikleri gerçek halkı yaratana kadar Türkiye’yi değişik zorbalıklarla yönetmeyi meşru görmekteydi.
Türkiye’deki sivil nezaketsizliğin temelinde de bu dışlayıcı siyasi kamplaşma mantığı yatmaktadır.
Başörtülü kızlar, kampüslerde faşist ikna odalarına alınabilmekte, Kürtler ne hak talebinde bulunurlarsa bulunsun, kendileriyle konuşulmayacak bölücü asiler olarak görülmekteydiler.
Öte yandan, Kürtlerin bir kısmı da kendilerini “aydınlık” yarınlarına hazırlayacak mesihçi bir lider kültü oluşturup, ütopyalarına şiddet ile ulaşılacağına inanarak, ironik bir şekilde, tek parti döneminin siyaset kodlarını yeniden ürettiler.
1990’ların Türkiye’sinin siyasi krizi bir anlamda mesihçi siyaset mantığının krizidir. Tavizsiz siyasi aktörlerin birbirine empati duyamadığı bir ülkede, Merve Kavakçı meclis çatısı altında kıyafeti sebebiyle yuhalanacak, Ahmet Kaya kolektif bir cinnet ürünü linç kampanyasına kurban edilebilecektir.
Herkesin kendi hayali toplumuna konuştuğu bir demokrasinin siyasi diyalogları da anakronik bir yüzleşmenin ötesine gidememekte, çok basit konularda bile bu topluluklar müzakere yürütülemez figürlere dönüşmekteydiler. Böyle puslu bir yasaklar ortamında hayatta kalmaya çalışan dini cemaatler veya şahsiyetler ise yine çareyi mesihçi bir gizli yapılanma ve iman dönüşümü arayışı içinde gördüler.
Çoğulcu siyasetin zemini
2002 seçimlerinden bugüne kadar yaşanan sessiz devrim biraz da bu mesihçi siyaset kültürünü aşarak, hak ve hukuk merkezli uzlaşmacı bir siyasete geçişe vesile oldu. AK Parti’nin yaptığı reformlar, totalist kalıpların, dışlayıcı milliyetçiliğin, hain ve gerici gibi yaftaların terkedilip, Türk toplum mozaiği içindeki değişik kesimlerin talep ve sorunlarını dinleyerek yapılabilmiştir.
Gayrimüslim cemaatler dış güçlerin kuklası olarak değil, Türkiye’deki Müslümanlar kadar bu ülkenin asli yurttaşları olarak görülerek, onların vakıf malları iade edilebilmiştir. Kürt vatandaşların talepleriyle ilgili tabuların büyük çoğunluğu zamanla aşılıp, onların Türkiye Cumhuriyeti içindeki asli vatandaşlık hakları teyit edilmiştir.
Hala eski siyasetin diliyle konuşmaya devam eden muhalefet partileri ise gittikçe kendilerini marjinalleştirmektedirler.
Gezi protestoları ise başlangıçtaki sivil haklar temelli demokratik yaklaşımlarının aksine, maalesef, süreç içinde, bir çeşit eylem, gösteri ve vandalizm fetişizmi başlattı. Her konuda hükümete karşı çıkmayı kutsayıp, Erdoğan karşıtlığını demokratik seçim ilkesinin önüne geçirip, eylem yapanları “gerçek Türkiye” ve katılmayanları gerici ve baskıcı uysal sokak sakinleri olarak yaftalayarak, çoğulcu demokrasiden tekrar mesihçi siyasete dönmeyi tercih etmiştir. Gezi sonrası Türkiye’de daha fazla özgürlük getiren demokratikleşme paketi, AK Parti’nin mesihçi siyasete dönüşü reddetme iradesini gösterirken, bu sefer şeffaf ve uzlaşmacı siyaset, baskıcı günlerde geliştirilen gizli hizmet metotlarını sürdüren dini cemaatlerde de bir kafa karışıklığına yol açmaktadır.
Önümüzdeki üç önemli seçim, Türkiye’deki muhalefetin mesihçi siyasetten çoğulcu siyasete geçişe intibak edip etmediklerini test etmek açısından da önemli olacaktır. Mevcut siyasi yelpazede, hala pek çok siyasi parti kendi ütopik ideallerinin gerisinde olduğunu düşündükleri için topluma öfkeliler ve bir türlü Türkiye’nin çoğulcu gerçeği ile yüzleşmek istemiyorlar. Ancak, mesihçi siyaset adil bir seçim sürecinde yenilgiye uğramaya mahkûm görünmektedir. Zira seçimler gerçek insanların oylarıyla kazanılır, hayal edilen ütopik toplum fantezileriyle değil. (Sabah/Perspektif)

Yorumlar kapatıldı.