İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kürt hareketinin Türkiyelileştirilmesinde “İslam Kardeşliği”

Çetin Çeko
Kürt sorununun çözümünde İslamiyet’i yeni bir kimlik inşasının temel harcı olarak sunmaya çalışan anlayış, Kürtlerin ulusal ve demokratik taleplerini frenlemeyi ve kendi geleceklerini belirleme hakkına ipotek koymayı amaçlıyor.

Bin sekiz yüzlerin ortası Balkan halklarının Osmanlı’ya karşı ulusal kurtuluş savaşlarını başlattıkları dönemdir. Balkanlar’daki ulusal kurtuluş savaşları sonucu Osmanlı’dan teker teker ayrılan Yunan, Bulgar, Sırp, Makedon halkları ulus devletlerini inşa ettiler. Osmanlı’dan ayrılan Ortodoks Hristiyan milletlerin yanında tek Müslüman ulus olan Arnavutlar da kendi devletlerini kurdular.

Bu ayrılığın temel özelliği ulusların dini temelde değil ulusal temelde kendi geleceklerini belirlemeleriydi. Başka bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan Ortodoks Hristiyan halklar Osmanlıya karşı Ortodoks Hristiyan İmparatorluğu’nu kurma yerine, her ulus kendi ulusal devletini kurdu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Osmanlıdaki ulusal ayrışma savaşın etkisiyle devam etti. Balkanlardaki kopuşun ardından Ortadoğu’da Araplar, İngiliz ve Fransız manda yönetimleri çerçevesinde Osmanlıdan ayrıldılar. Kürtler, Osmanlı ile İran Şahlığı arasında iki parçaya bölünmüşken, İngiliz ve Fransızların manda yönetimleri içinde olan Irak ve Suriye arasında paylaştırılarak bu kez dört parçaya bölündüler.

Bu arada Türk devletinin kurucu meclisi olarak adlandırılan Birinci Meclis 23 Nisan 1920’de kuruldu. Birinci Meclis’in Osmanlı’dan miras alınan Anadolu’nun yerli halklarının temsil edildiği demokratik bir meclis olduğu söylenir. Özellikle “Türk-Kürt kardeşliğine”, verilen sözlere, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarına tarihsel vurgu yapılırken Birinci Meclis’e ve 1921 Anayasası’na gönderme yapılır.

“Hudud-u milli içinde tek ulus”

Oysa Birinci Meclis gerek temsil gerekse demokratiklik açısından bu içeriğe sahip değildir.  Birinci Meclis’te Türk, Kürd, Çerkez, Arnavut, Boşnak Laz, Tatar ve benzeri uluslara mensup temsilciler bulunurken, Anadolu’nun gayri Müslim halkları Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler “yerli düşman” oldukları için Birinci Meclis’te temsil edilmezler. Mustafa Kemal Meclis’ten Türkler de dahil Kürdlerin, Çerkezlerin, Boşnakların, Lazların ve Tatarların “hudud-u milli” içinde tek ulus olmalarını ister. İttihat ve Terakki Partisi, Mustafa Kemal’in “tek ulus” olma yolundaki bu projesinin önemli ve kanlı bir kısımını1915 Ermeni jenosidi ile zaten önceden yerine getirmiştir.

Mustafa Kemal, Birinci Meclis’te “İslam Kardeşliği”, ”İslam’ın ve Halifeliğin kurtarılması” kavramları üzerinden söylem geliştirmiş olsa da asıl amaç veya varılan son nokta Sünni İslam Türk ulus devletinin inşasını oluşturmaktır. Bu süreç diğer Müslüman ulusların cebirle veya “gönüllü” olarak Türkleştirilmeleri yoluyla gerçekleşir. “Dur ayağım yer ede gör başına ne gele” misali sonradan, farklı uluslara mensup diğer Müslüman halkların temsilcileri de meclisten bir şekilde tasfiye edilirler.

Birinci Meclis’te temsil edilen Kürt meclis üyelerinin nasıl seçildikleri ve temsil yetkileri ise ayrı bir tartışma konusudur. Özellikle Birinci Meclis toplanmadan önce Ocak 1919 yılında engellemelere rağmen Paris Konferansı’na katılmayı başaran Şerif Paşa’nın Kürtlerin temsilcisi olmadığını telgraf çekerek, “bizleri temsil edemezsin, Müslüman kardeşlerimizle birlikte yaşayacağız” diyen, hilafeti ve “mukaddes” sultanlığı savunan bir kısım Kürt ağa ve aşiret reisleridir. Ayrıca bu kesimin Kürt Teali Cemiyeti’nin bir kurum olarak Kürtlerin temsiline de karşı çıktıkları bilinmektedir. Aradan dört yıl geçmesine ve Kemalistlerin Kürtlere karşı tavrında sertleşmeler olmasına rağmen, Lozan’da İsmet İnönü’nün “biz burada Türklerin ve Kürtlerin temsilcileriyiz” diyerek görüşmeleri sürdürmesi de söz konusu Kürt temsilcilerin iradelerini Kemalistlere teslim ettiklerinin ikinci göstergesidir. Görünen o ki Kürtlerin iradesinin Türk yöneticiler tarafından temsili “İslam Kardeşliği” adına verilen ve yerine getirilmeyen sözler ve siyasetten dolayıdır.

“İslam Kardeşliği”ne karşı Kürt ve Çerkez isyanları

1920-21 döneminde yerel olsa da birbirinden bağımsız olarak ulusal taleplerle iki Müslüman ulus Mustafa Kemal yönetimine karşı ayaklanır. Bunlar Kürtler ve Çerkezlerdir.  Urfa’da Haziran – Eylül 1920 tarihleri arasında Milli Aşireti Ayaklanması, Mart – Haziran 1921 arasında Sivas, Erzincan ve Dersim mıntıkalarında Koçğiri Ayaklanması,  Ekim 1919 – Mayıs 1920 yılları arasında Manyas, Susurluk, Gönen ve Ulubat mıntıkalarında Anzavur Çerkez Ayaklanmaları, Aralık 1920 – Ocak 1921 Bilecik’te Çerkez Ethem Ayaklanmasıdır.

Her dört ayaklanma tarihsel dönem itibariyle Kemalistlerin diğer Müslüman halklara karşı “İslam Kardeşliği” söylemini sıklıkla vurguladıkları periyoddur. Türk resmi tarihinde ayaklanmaların İngiliz, Fransız ve Yunan kışkırtmaları olarak damgalanması bu ayaklanmaların ulusal niteliğine ve taleplerine helal getirmemekle birlikte, tersine ayaklanmaların gerekçelerini bir kez daha kuvvetlendirir. Daha sonra sırasıyla ulusal talepler içeren 1925 Şey Said Ayaklanması, 1927-30 Ağrı Ayaklanmaları ve 1937-38 Dersim Katliamına varan kanlı bir süreç yaşanır.

Bu makalenin boyutu içinde Türk resmi tarih söyleminde “anti-emperyalist” “ulusal kurtuluş mücadelesi” olarak adlandırılan “Milli Mücadele” konusunda kısa bir vurgu yapma zorunluluğu vardır. “Milli Mücadele” özünde Anadolu’nun kadim gayri Müslim halklarının kendi topraklarından sökülüp atılması mücadelesidir. Örneğin dünyada Türk ve Yunan devletleri arasında bir ilk olan mübadele olayı bu coğrafyada gerçekleşmiştir. Türk resmi tarihinde övünülerek anlatılan mübadele insan hakları araştırmacıları ve tarihçiler tarafından insanlık dramı açısından neredeyse jenositle eşdeğer anlamda değerlendirilir. “Türkçe konuşan, ibadetlerini dahi Türkçe olarak yapan Karaman Türkleri, Hristiyan oldukları için Yunanistan’a gönderilmiş, buna mukabil Türkçe bile bilmeyen Müslümanlar Yunanistan’dan Türkiye’ye getirilmişlerdir.[1]” Yapılanların hepsi  “İslam Kardeşliği” adına yapılan ve travmaları bugün de devam eden büyük bir insanlık trajedisidir.

Ortak harç neden İslamiyet değildir?

“İslam Kardeşliği” argümanı aralarında farklılıkların olmasına karşın gerek Kemalistlerin gerekse Türk İslami hareketinin Kürt-Kürdistan sorununda kullandıkları ortak bir söylemdir. Kemalistler, Kürtlerin varlığı ve haklarını tümden yok saymak şartıyla bu söylemi formüle ederler. Türk İslami hareketi ise Kürtlerin ulus ve ülke olmaktan değil, İslam kavmine mensup olmasından dolayı bireysel haklara sahip olduğunu savunurlar. Ama bireysel vatandaşlık hakları bile evrensel anlamda Kemalist devlet refleksi ile İslami anlayışın önüne geçer. Bireysel hakların tümü Türk ulusunun hassasiyetinden dolayı Kürtlere reva görülmez. Türk İslami hareketinin Kürt sorununda geldiği bu azami nokta bile kendi öz dinamiklerinden ziyade, Kürt siyasal hareketinin politik alanda geldiği düzeyin zorlaması sonucudur. Bunun yanında Güney Kürdistan gerçeği ve Ortadoğu’daki alt üst oluşlar bu değişime İslami hareketi mecbur kılmıştır.

Kürt sorununun çözümünde İslamiyet’i yeni bir kimlik inşasının temel harcı olarak sunmaya çalışan bu anlayış, Kürtlerin ulusal ve demokratik taleplerini frenlemeyi ve kendi geleceklerini belirleme hakkına ipotek koymayı amaçlamaktadır. Bu açıdan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ister politik konjonktürden dolayı taktiksel isterse stratejik olarak yeni “paradigma” içinde sunduğu “İslam Kardeşliği”, halkların tarihsel açıdan ulusal ve demokratik haklarının, kardeşlik hukuku adına kanla ve zorla, gasp edildiği bir süreçtir.  Bir o kadar da Kürdistan coğrafyasında yaşayan gayri Müslüm halkların varlıklarına ve haklarına karşı tehdittir.

Kürt siyasal hareketinin kazandığı mevziler göz önüne alındığı zaman “İslam Kardeşliği” önermesinden yola çıkarak Kürdistan sorununa çözüm aramanın, deli gömleğini Kürtlerin kendi elleriyle kendilerine giydirmelerine benzer. Ayrıca bu yaklaşımın Kürt hareketinin temel programatik hedeflerini deforme etmesi yanında devletin çekmek istediği nokta itibari ile Kürt hareketinin Türkiyelileşmesi ve Kürtlerin iç ulusal birliklerini engellemeye yöneliktir.

Kalıcı barış ve çözüm tüm ulusların, dinlerin ve mezheplerin eşit ulusal ve demokratik haklara sahip olduğu, ulusların ayrılma hakkının güvence altına alındığı bir çerçeveyle başarıya ulaşabilir. Bunun tersi kurbanın bir kez daha celladına teslim olması, kat edilen bunca yolun ve kazanımların heba edilmesi anlamına gelir.

Twitter, Facebook, Blog

cetin.ceko@gmail.com

Yorumlar kapatıldı.