İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

CHP’nin Yol Vergisi ve Milli Koruma Kanunu

Ayşe Hür    hurayse@hotmail.com
“Trene dönerken köylülerle konuşma yaptık. Biri, her gün dört saat yürüdükten sonra maden kuyusuna geliyor, sekiz saat çalışıyormuş… Havzada kim bilir bunun gibi daha neler var?”Başbakan Erdoğan partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında âdet olduğu üzere tarihin tozlu raflarından ‘yol vergisi’ konusunu çıkardı ve CHP’yi kıyasıya eleştirdi. Yerim olmadığı için sözlerini tekrarlamıyorum ama peşinen söyleyeyim, Başbakan’ın söyledikleri doğru. Doğru ama eksik. Eksik çünkü, ‘yol vergisi’ denilen uygulama Osmanlı’dan mirastı ve ekonomik zorunluluklara ‘acil çözüm’ olarak 1920’lerden 1950’lere kadar sadece Türkiye’de değil Avrupa’da ve ABD’de de uygulanmıştı.

1866 tarihinde çıkarılan bir nizamname ile 16-60 yaş arasındaki her erkek, beş yılda yirmi gün çalışmak, bedel vermek ya da hayvan çalıştırmak zorunluluğundan birini seçmek zorundaydı. Bu kanun uygulama sorunlarını aşmak için birkaç kez (en son 1914’te) tadil edilmiş ve Milli Mücadele yıllarına devredilmişti. Milli Mücadele sırasında Ankara hükümetinin ‘yol vergisi’ni neden devam ettirdiğini anlatmaya herhalde gerek yok. Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarda belini doğrultamadığını da biliyoruz. Nitekim bu sıkıntıları aşmak için her zamanki gibi kolay olana yönelindi ve 19 Ocak 1925 günü 23 maddelik ‘Yol Mükellefiyeti Kanunu’ ile Türkiye’de oturan 18-60 yaş arası erkekler resmen yol vergisine tabi tutuldu. Vergi karşılığı yılda 6 ila 12 günlük çalışma veya bunun nakdi bedeli 6 ila 12 liraydı. Sakatlığı tespit edilen fakirler, askerler ve altı çocuklu olanlar vergiden muaf olduğu için zamanla Anadolu’da altı çocuklu aile sayısında bir patlama oldu. Öyle ki, bazı aileler muhtarlarla anlaşarak, ilerde kotayı dolduracak sayıda çocuk doğurma taahhüdünde bulunarak yol vergisinden kurtulmaya çalışıyordu. Gazetelerde 6 liralık vergi borcundan yorganı veya sobası icra ile satılanların, hapse girenlerin, vergi memurunu öldürenlerin, intihar edenlerin haberleri boy gösteriyordu.
Yol Mükellefiyeti Kanunu’ndan bir ay sonra Aşar Vergisi kaldırıldı. Böylece güya belli bir denge sağlanmış oluyordu. Ancak Başbakan İsmet Paşa’nın 8 Kasım 1928 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşma ‘yol vergisi’ işinin bir fiyasko olduğunu düşündürüyordu: “… size 1926 yılı yol faaliyetinin kati hesabını hikâye edeceğim. 2 milyon yol mükellefi yazılmış, 8 milyon liralık para ile 280.000 vatandaş kendileri çalışarak borçlarını ödemişlerdir. Bu rakamları dikkatle tahlil ettim. Bir defa 13 milyon 600 nüfusun 18’den 60’a çıkan mükellefi 2 milyondan fazladır. Sonra 7 milyonluk para ve 280.000 amele 2 milyar mükellefi doldurmaz. Demek ki yol kanunundan verimlilik alamıyoruz. Pek kaçırıyoruz…”
Nitekim aynı yıllarda Almanya’da ‘yol vergisi’ mükelleflerinin sayısı tüm erkek nüfusun yüzde 56’sı, Danimarka’da yüzde 52’si, Finlandiya’da yüzde 53’ü, Fransa’da yüzde 57’si, Portekiz ve İspanya’da yüzde 50’si, Japonya’da yüzde 51’i, Amerika’da yüzde 55’iydi. Türkiye’de ise mükellef sayısı yüzde 33, vergi veren mükellef sayısı ise yüzde 4’ü civarındaydı.
BÜYÜK BUHRAN’IN ETKİLERİ
ABD’de 1929 Dünya Büyük Buhranı patlak verdiğinde Türkiye olumlu bir döneme adım atmak üzereydi. Çünkü 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın parçası olan gümrük duvarlarını düşük tutma zorunluluğu 1929 yılında sona eriyordu. Ayrıca o yıl iyi bir hasat yapılması bekleniyordu. Hükümet yeni gelirler beklentisi içinde memur maaşlarını arttırmıştı. Ancak ABD’deki buhranın etkisiyle tarım ürünlerinin fiyatları hızla düşünce, ağırlıklı olarak tarım ürünleri ihracına dayanan ticaret hacmi hızla daraldı. Artan memur maaşlarıyla birlikte azalan gelir yüzünden ödemeler dengesi altüst oldu. Yol Mükellefiyeti Vergisi (1930’da ‘topuklu ayakkabılarıyla yollara erkeklerden büyük zarar veren’ kadınların da yol vergisi vermesi önerilmişti ama neyse ki reddedildi) Ziraat Bankası’nın kredi olanaklarının sınırlı oluşu kırsal bölgelerde durumu hızla kötüleştirdi. Şehirlerde ise hem tüccar ve sanayiciler, hem işçiler daralan pazarların olumsuz etkilerini derinden hissetmeye başlamışlardı.
1926 yılında cari fiyatlarla kişi başına gelir 119 TL’ydi. 1926-1939 arasında yılda yüzde 5.6 oranında büyüme gerçekleşmişti. Buna göre 1939 yılında kişi başına düşen gelir 150 TL civarındaydı. Ancak 1939 sonbaharında başlayan İkinci Dünya Savaşı Türkiye’yi ekonomik açıdan daha büyük sıkıntıya soktu. Türkiye savaşa girmemişti ama tüm ihtiyatları silah altına almıştı. Mevcudu 1.2 milyona varan ordu, zaten kıt olan kaynakların önemli bir kısmını yutuyordu. Nitekim 1938’de Milli Müdafaa Vekaleti’ne ayrılan pay yüzde 30,3 iken, 1939’da yüzde 43,3 olmuştu. Yani bütçeden kamuya aktarılacak kaynaklar iyice kısıtlı hale gelmişti.
MİLLİ KORUMA KANUNU
25 Ocak 1939’Da kurulan Refik Saydam Hükümeti’nin bütçe açıklarına karşı bulduğu çareler esas olarak katı fiyat denetimleri ve tarım ürünlerine düşük fiyattan el koyma şeklindeydi. Bunun için Milli Koruma Kanunu getirildi. 18 Ocak 1940 tarihinde TBMM’de kabul edilen bu kanuna göre, ülkenin savaşa girmesi, genel seferberlik ilan edilmesi gibi olağanüstü durumlarda, hükümete olağanüstü yetki ve görevler veriliyordu. Bu olağanüstü yetki ve görevler arasında sanayi ve maden kuruluşlarının üretim programlarını belirlemek, buralarda çalışan kişilerin işe alınış ve çıkışlarına karar vermek, iş saatlerini belirlemek, iş hayatı ile ilgili kanunların maddelerin uygulanmasına ara vermek, bu kuruluşların ürettiği malları kendi belirlediği fiyattan satın almak, malların tüketimini sınırlamak, hükümetin programına uymayan kuruluşları kapatmak veya devralarak işletmek, hükümetin gerekli gördüğü yerlerde ziraat üretimini yönlendirmek, çiftçilikten anlayan her kadın ve erkeği kendi işini ihmal etmemek kaydıyla 15 km. mesafedeki herhangi bir özel veya devlet işletmesinde ücretli olarak çalıştırabilmek gibi radikal tedbirler vardı. Hükümetin kararlarına, programına uymayanları ağır para ve hapis cezaları bekliyordu.
Kanun katı şekilde uygulandı. Hükümet kendi oluşturduğu komisyonlar aracılığıyla el koyacağı ürünlerin, malların, makinelerin fiyatını belirledikten sonra satın alma yoluyla ürün stoklamaya başladı. Şikâyetler genellikle fiyatların tek taraflı ve düşük tespit edildiği yolundaydı. Örneğin Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kilosuna 8 veya 8,5 kuruş ödediği hububata hükümet 5 kuruş veriyordu. Bu da birim başına % 30-35 oranında düşük fiyat demekti ki, bunun zaten sınırlı olan hane bütçesinde önemli bir daralmaya neden olduğu açıktı.
ZORUNLU ÇALIŞMA
Çalışma yükümlülüğü de sert şekilde uygulanıyordu. Edirne, Safranbolu, Van, Diyarbakır, Bitlis ve Siirt’te özel nakil araçlarına ücretli iş yükümlülüğü getirildi. İstanbul dışındaki illerde oturan çalışabilir durumdaki işsizler ve yaptığı iş oturduğu yerden ayrılmasına izin veren kişiler yılda en fazla 5 ay olmak üzere, hükümet için çalışmak zorundaydılar. Bu zorunlu çalışma ağırlıklı olarak Garp Linyitleri Ocakları’nda, Soma, Değirmisaz ve Tavşanlı Linyit Havzaları’nda uygulandı. Vakit Gazetesi’nden Asım Us, 1938’de ziyaret ettiği Zonguldak bölgesindeki çalışma koşullarını şöyle anlatmıştı: “Çatalağzı’nı gördükten sonra trene dönerken köylüler arasında bir konuşma yaptık. Birisi, her gün dört saat yürüdükten sonra maden kuyusuna geliyor, sekiz saat çalışıyormuş… Havzada kim bilir bunun gibi daha neler var?”
Bu zorunlu çalışmaların köylüler üzerindeki etkilerini gazeteci Babanzade Şükrü Bey şöyle açıklamıştı: “Amele, daha ziyade civar kaza ve köylerden, hatta bir günlük, iki günlük yollardan gelen köylüler, yani ziraat adamlarıdır ki, bunlar açık havada çalışmaya alışmış kimselerdir. Yerin altında, karanlıkta uğraşmak müziç ve tatsızdır (…) Binaenaleyh. Zaman zaman devlet bu ocak işine ehemmiyet verdikçe, amele meselesine temas etmeye mecbur olmakta ve eskiden jandarma ve zaptiye marifetiyle köylüler cebren sevk olunmakta idiler…”
Ayrıca kamu kuruluşlarında fazla mesai uygulanıyordu. Bütün bu zorunlu çalışmalara ödenen ücret de çok düşüktü.
EKMEĞİN KARNEYE BAĞLANMASI
1941 yılında halk yaşamını sürdürmek için gerekli temel gereksinimlerini bile karşılamakta zorluk çekiyordu. Bazı yerlerde okul bahçelerinde, buğday, patates yetiştirilmeye başlamıştı. Aynı şekilde kâğıt, benzin gibi ithal edilen malların temini de güçleşmişti. Benzin yokluğu yüzünden taksiler tek-çift plaka uygulamasına gitmiş, benzin kıtlığından kimi otobüs seferleri iptal edilmişti. 1938 yılı fiyatları 100 olarak alındığında 1941 yılında fiyat endeksi 175,3 olmuştu. Yani hayat yüzde 75 pahalılaşmıştı. Bu yıl ‘sivri topuklarıyla yolları aşındıran kadınlardan yol vergisi alınması’ konusu yeniden açıldı.
Fiyat artışlarından halkın daha az etkilenmesi için ‘Fiyat Murakabe Komisyonu’ kuruldu. Komisyonun amacı başta ekmek, et ve şeker olmak üzere temel besin maddelerinin fiyatlarını denetim altında tutmaktı. İlk olarak 22 Şubat 1941’de ‘tek tip ekmek kararnamesi’ çıkarıldı. Kararnameye göre ekmeğin %85’i buğday, %15’i çavdar unundan yapılacak, fiyatı da 13.5 kuruş olacaktı.
Ancak fiyatlar düşmediği için önce ekmeğin un bileşimi ile oynandı (yüzde 50 buğday unu, yüzde 30 arpa ve yüzde 20 çavdar unu), fırınlar mıntıkalara bölündü ve yalnızca kendi bölgelerine ekmek çıkarmalarına karar verildi. Buğday unundan pasta ve benzeri yiyeceklerin yapılması yasaklandı. 1942 yılının Şubat ayında ekmek karneye bağlandı. 7 yaşına kadar olan çocuklara günde 187,5 gram, 7 yaşından büyüklere 375 gram ve ağır işçilere 750 gram ekmek karneyle dağıtılacaktı. Günlük ekmek istihkakı 1942 yılının nisan ayından 175 grama mayıs ayında İstanbul’da 150 grama kadar düştü. Bu durum uzun süre böyle devam edecek, ancak 1944 yılının eylül ayında 375 grama, 1945 yılında 450 grama çıkacaktı.
Benzer bir durum başka mallarda da yaşandı. Başvekil Refik Saydam 1 şubat 1942 günü radyodan yaptığı şu konuşmada şöyle anlatmıştı durumu: “Bazı şehirlerde evvela ekmeğe karşı gösterilen hücum karne usulünün tatbiki üzerine durdu. Fakat istikametini değiştirerek, şekere teveccüh etti. Memleket şeker istihsali normal ihtiyaçları karşılayacak miktarda olduğu halde, toplamalar, saklamalar başladı. Ve nihayet şeker istihsalini azaltmak için fiyat yükseltmek ve satışı tahdit etmek mecburiyeti hasıl oldu. Şimdi de bazı yerlerde kibrit ve bazı inhisar maddeleri alıp toplayanlara rastlanıyor.”
Benzer ifadeler Yakup Kadri Osmanoğlu’nun şu satırlarında da görülebilir: “Zeytinyağı piyasasını tekeline alan bakan mı istersiniz, karaborsacıları koruyan vali, genel müdür ve saire mi istersiniz, o devirde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirdiniz…Etraf ise bunların işbirlikçileri olan sırtlarını devlet nüfuzuna ya da nüfuzlu politikacılara dayayarak halkı haraca kesen , tekelcilerden, karaborsacılardan geçilmiyordu.”
VARLIKLI KESİMLERİN KAYIPLARI
Bir yandan karaborsacılık ve yüksek karla mal satarak zenginleşenler vardı ama Milli Koruma Kanunu üst gelir gruplarını da çeşitli yollarla fakirleştiriyordu. Örneğin Sokoni Vakum Kumpanyası’nın Hukuk Müşaviri Ethem Bey’in Belkız adlı tankerine, Shell Kumpanyası Umumi Kâtibi Kadri Cenani’ye ait Poyraz tankerine, İzmit Oksijen ve Buz Fabrikası’nın sahibi Veysel Aktaş’a ait dizel jeneratörlere, Pedotti Tuğla ve Ankara Çimento Fabrikası’nın bazı makinelarine, İstanbul Kuzguncuk’ta Hayrettin Süleyman Bey’e ait binaya ve Aleko Dulo Deri Fabrikası’na, Siirt Yeni Hayat Un Fabrikası’na devletçe el konulmuştu. Bu el koymalar söz konusu kişilerin ve firmaların ekonomik durumunu bozduğu gibi, devletin nereye kadar gidebileceğini kestirememenin yarattığı rahatsızlık da söz konusuydu.
Sonuç olarak, bir yandan zorunlu çalışma ve düşük ücretler, bir yandan hayat pahalılığı ve kıtlık, halkın yoksul kesimlerini daha da yoksullaştırırken, ruh halini kötüleştiriyor, geleceğe güvenini azaltıyor, toplumsal kesimler arasındaki düşmanlığı körüklüyordu.
DEMOKRAT PARTİ NE YAPTI?
Yol Mükellefiyeti Vergisi’ni, CHP’nin tek parti iktidarına 1950’de ezici bir çoğunlukla son veren Demokrat Parti (DP) derhal kaldırmıştır diye düşünüyorsunuz değil mi? Ne ilginçtir ki cevabım hayır olacak. DP eski kanun sadece erkekleri mükellef kılarken, Kasım 1950’de 15-65 yaş arası erkeklerle kazanç sahibi kadınları kapsayan yeni bir ‘Yol Kanunu’ çıkarmış, bu kanun verimli biçimde uygulanamadığı için 1952’de kaldırmış ama yerine ‘Akar Yakıtlardan Alınacak Yol Vergisi Kanunu’nu konmuştur. Böylece yoksul köylüler paçayı kurtarmış ama DP’nin ‘traktör sahibi yaptığı’ köylüler mazot yoluyla yeniden vergilendirilmişti…
Peki DP, Milli Koruma Kanunu’nu ne yaptı? Menderes Hükümeti, CHP’nin Millî Korunma Kanunu’na uygun olarak, 1 Temmuz 1956 tarihinde İktisat ve Ticaret Bakanlığı’na bağlı olmak üzere bir ’Millî Korunma Dairesi’ kurdu. Bu daire ekonomiye CHP dönemini aratmayacak sertlikte müdahale etti. İcra daireleri, mahkemeler DP’nin vergi mağdurlarıyla doldu. Bunda şaşılacak bir şey yoktu, ne de olsa DP’liler de CHP’de yetişmiş, hatta onun politikalarına şekil vermiş şahsiyetlerdi. Kanunu kaldırmak ve DP döneminde kesilen ağır cezaları affetmek 1960 darbecilerine kısmet olacaktı…
ÖZET KAYNAKÇA: Ali Rıza Gönüllü, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Yol Vergisi (1866-1921)”, http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s30/12.pdf; Nuray Özdemir, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Yol Vergisi”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1779/18795.pdf; Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Ekim 2002; Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009; Asım Us, Hatıra Notları (1930-1950), Vakit Matbaası, İstanbul, 1966; Mahmut Goloğlu Milli Şef Dönemi (1939–1945), Turhan Kitapevi , İstanbul, 1974; Mustafa Albayrak, “Demokrat Parti Döneminde Milli Korunma Kanunu Uygulamaları (1955-1960)”, http://atam.gov.tr/demokrat-parti-doneminde-milli-korunma-kanunu-uygulamalari-1955-1960/

Yorumlar kapatıldı.