İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına Brüksel Demokrasi ve Barış Konferansı’na tebliğ:

Yüzyılın Gerisindeki Ermeni Deneyimiyle Kürt Sorunu ve Çözüm Sürecine Bakış.
Değerli dostlar, Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına bu önemli konferansa katılıp dostane görüşlerimizi paylaşmaktan mutluluk duyuyor, hepinizi en içten duygularımızla selamlıyoruz. Dört ayrı yerde yapılan konferansların Brüksel ayağı özellikle diaspora kesitlerini kapsadığından ve Kürtlerle aynı coğrafya çıkışlı Ermeni, Süryani göçmenlerin Avrupa’da önemli bir ağırlığı bulunduğundan dolayı, söz konusu kimliklerin temsiline daha ciddi bir kontenjan ayrılması arzu edilirdi. Bunun eksikliği, ülkede son derece küçük azınlıklara indirgenmiş olan bizlerin diaspora kapsamında bile aynı azınlık algısıyla hesaba katıldığını göstermesi bakımından üzücüdür.

Konferanslara az da olsa bu kimliklerin dahil edilmesi, sürecin başında Öcalan’ın Ermeni, Rum ve Yahudilere ilişkin yansıtmış olduğu negatif mesajları bir parça dengelemenin aracı olabilir. Ancak yapılan başka açıklamalarla bu etkiler nötralize edilmek istenmesine rağmen, tarihe farklı bakıştan ileri gelen ciddi bir problemin olduğu, vicdani duyarlılığın eksik kaldığı açıktır. Bu nedenle güven sorunu devam ediyor.
Kürt sorununda barışçı demokratik bir çözüm hepimizin arzusudur. 30 yıllık savaşın yıkım ve acılarını geride bırakacak bir sonuca ulaşılmasını gönülden temenni ederiz. Ancak başından beri gerek işleyiş tarzı, gerekse politik muhtevasıyla sürecin gidişatı pek ümitli bakmamıza izin vermiyor. Açıkçası girilen yönelimi benimseme durumunda değiliz. Yine de eleştirel görüşlerimizle dostane etkiler yapma açısından, bir düşünce platformu olarak gördüğümüz bu konferansa katılmayı önemsiyoruz. Öncelikle konferansın işlevi meselesine değinerek, sürecin devamında işleyişin değişmesine dönük öneride bulunmak isteriz.
Herşeyin MİT-Öcalan gizli görüşmelerinde döndüğü, anlaşma noktalarını kimsenin bilmediği bir tuhaf prosedür işliyor. Savaşın doğrudan tarafı olan PKK yöneticilerinin beyanları bile “hariçten gazel okuma” gibi tınlıyorsa, “daha geniş çevrelerin sürece katılım araçları” diye düzenlenen bu konferanslar müzakereye ne derece etki yapabilir? Bildiğimiz kadarıyla bunların hükümetçe muhatap alınma durumu yoktur.
Diyarbakır’daki konferans, sonuç bildirgesinin 12. maddesinde kendi oluşturacağı bir komiteye “demokratik müzakere sürecinin etkili organı olma misyonu”nu yüklemiş, fakat bunun gerçek bir işlevsellik kazanma şansı gözükmüyor. Çünkü herşeyden önce Konferans kendini devlete muhatap aldırma çabasında değil. İşte 13. madde; “Türkiye halklarını bu konferansta açığa çıkan iradeyi tanımaya, esas almaya ve Türkiye Cumhuriyeti devletini Kürt halkının haklarını tanıması için baskı kurmaya” çağırmakta. Yani doğrudan hükümete seslenmek yerine, ona baskı yapsın diye garip şekilde “Türkiye halklarına” hitap edilmiş. Bunun anlamı Öcalan’ın Kürtler adına tek irade olduğu mevcut durumu zorlamadan müzakereye dolaylı etki yapmak ve sürecin gidişatına “çoğulcu” bir imaj vermek olabilir.
En son görüşmede Öcalan “İkinci aşamanın başladığını” belirterek “devlete önerilerimizi sunduk” diyor. “Umarım dikkate alırlar” diye de ekliyor. Açıkçası durum halen bütünüyle devletin keyfiyetinde. Sunulduğu söylenen önerilerin neler olduğu da belli değil. Eğer barış sürecini izole durumdaki tek bir lider değil de Kürtler adına bir heyet yürütüyor olsaydı, talepleri kollektif olarak belirlenir ve de herkes tarafından bilinirdi. Görüldüğü gibi burada PKK, KCK ve BDP dahil Kürt siyasi yapılarının çözüm için iradelerini konuşturmaları sözkonusu değil. Bu ana akım kendi iradesini Öcalan’ın temsil ettiğini söylese bile Kürtlerin diğer örgütleri ve bağımsız aydın çevreleri dışlanmışlık hisseder. Nerde kaldı sürece katılımı arzu edilen başka etnik ve dinsel grupların görüşleri?..
Bu konuda daha ciddi bir girişim olması için Diyarbakır’dakinden farklı olarak biz buradaki konferansın doğrudan Türk hükümetine çağrı yapmasını ve “Çözüme yönelik müzakerenin her iki taraftan siyasi sorumluluk sahibi heyetler arasında şeffaf şekilde yürütülmesi” talebinde bulunmasını öneriyoruz. Böyle bir istem öncelikle devlet adına halen MİT’in devrede olmasına itiraz ve hükümeti sorumlu davranmaya davet anlamına gelir. Kürt tarafını yada Kuzey Kürdistan halklarını temsil edecek heyetin nasıl seçileceği de ayrı bir sorundur. Bunun için mümkün olduğunca adil bir çoğulculuğun gözetilmesini, hiç bir çevrenin vitrinlik durumda kalmamasını arzu ederiz.
Sürece gösterilen ağırlıklı politik yaklaşıma gelince; tarihe bakıştan tutalım sorunun günümüzdeki tanımlanmasına ve çözüm önerilerine kadar esaslı sorunlar içeriyor; özgürlük söylemiyle ciddi çelişki ve handikaplar arzediyor. Bize göre en vahimi tarihteki gerici ittifakların olumlanarak bugüne emsal gösterilmesidir. Fetihlerden soykırımlara kadar Kürtleri kullanıp kendine köle etmiş Türk devlet geleneğinin “akıllı” olmakla övülmesi, “Ortadoğu’da hamle gücü”, “demokratik fetih” gibi söylemlerle yeni Osmanlıcı şahlanışlara gaz verilmesi ve son yüz yıllık feci aldanmaya rağmen o lanetli ortaklığın bir şekilde yenilenmek istenmesidir. Çokça tekrarlanan “Kurtuluş savaşını birlikte verdik” deyişinde kimlere karşı nasıl bir gururlanma olduğunun umursanmaması, kadim Hristiyan halkları yok etme üzerinde vücuda getirilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ve ilhakçı “Misak-ı milli”nin meşru gösterilmesi, nihayet Kürt sorununa çözüm isterken bile “Türklerle beraber asli kurucu unsuruyuz” denilen bu devletin “kuruluş felsefesi”ne uygun formül aranmasıdır. Bütün bunlar ve benzeri argümanlar üzerinde çok ciddi düşünülmesini istiyoruz.
Bugün Kürt ulusal sorununun yaşandığı coğrafyada yüz yıl önce başat durumdaki Ermeni ulusal sorunu halkımızın imhası yoluyla “hal”ledilmiş oldu. Eğer, iki ulusal sorun 19. yüzyılda eş zamanlı gelişse ve iki halkın benzer taleplerle dayanışma ortamı oluşsaydı, gelişmeler çok faklı olabilirdi. Balkanlarda bir dizi ulus bağımsızlığını kazanırken Osmanlı’nın doğu bölümünde aşağı yukarı aynı toprakları paylaşan Ermeniler ile Kürtlerin de o boyunduruktan kurtulması mümkündü. Ama ancak ve “olmazsa olmaz” denebilecek şekilde birlik sağlanması kaydıyla. Ne yazık ki bunun koşullarını zorlaştıran pek çok nesnel etken mevcuttu. İki komşu halkın tarihsel ilişkileri, mevcut sistem içindeki konumları, sosyal, ekonomik, kültürel farklı gelişmişlik düzeyleri, ulusal uyanış süreçleri, devletle uyuşan ve zıtlaşan yönleri, dinsel aidiyet ve birbirine bakışları, önderlik ve iç örgütlülük durumları gibi yığınla doğal faktör yanında yaşanan siyasi gelişmeler ve dış aktörler rol oynuyordu. Bu verili koşulların dezavantajlarını aşacak bilinç ve irade bazı istisnalar hariç her iki halkın öncüleri arasında zayıf kaldığı için ortak kurtuluş çabası gelişemedi. Değişik zamanlarda farklı karakterleriyle kendilerini gösteren Ermeni ve Kürt hareketleri bu durumda devlet tarafından birbirine karşı getirilmeye müsait oldu. Ermeni sorunu daha erken gündemleşip reform talepleriyle devleti zorlayınca Abdülhamit’ten İttihat-Terakki’ye Türk yönetimleri öncelikle ondan kurtulmak üzere Kürtlerin desteğini alacak politikalar izledi. Sonuçta Ermeni halkı yok edilirken Kürtlerin payına da sürgit devam edecek esaret düştü.
Bugün bazı Kürt aydınları yüzeysel bakışla tarihteki o başarısızlığın sorumluluğunu tek taraflı olarak Ermenilere mal etmekte. Öyle ki, bazen resmi Türk tarihiyle çakışacak ölçüde dönemin Ermeni ulusal hareketini kötülemeye ve sonunda adeta Ermeni ulusunun yok olmasını bile onun kendi günahlarıyla açıklamaya çalışanlar var. Soykırımda kullanılan Kürtler adına tarihle yüzleşmeye açık olmayanlar bu konuda Türk inkarcılığıyla paralel davranıyor. Bazıları ona bile rahmet okutacak şekilde “asıl Ermenilerin katliam yaptığı”nı ileri sürmekle meşgul. Konu Kürtlük olunca o inkarcılıktan şikayetçi iken burada elele verilebilmesi oldukça hazin bir durum.
Osmanlı devletinin Sünni-Müslüman kimliğiyle Şii İran’a karşı ittifak yaptığı Kürt beyleri 300 yıl kadar genişletilmesine hizmet ettikleri devlet sınırları içinde yalnız Kürdistan’a değil Ermenistan’a da otonom şekilde hükmetmişlerdi. Bunun avantajıyla Kürt nüfusu Ermenistan içine yayılmaya başlamış ve Ermeniler tersine dış hatlara dağılır olmuştu. Yine de Yukarı Fırat havzası, Ararat ve Van Gölü çevreleri başta olmak üzere çok yerde Ermeni nüfusu yoğundu. Ama daha gelişkin bir toplum olmasına rağmen, kendi tarihsel yaşam alanında ikinci sınıf kalma ve çifte boyunduruk taşıma durumu Ermeni halkının aleyhine işlemeye devam ediyordu.
Kürt beyliklerinin otonom statüsü II. Mahmut’un merkezileşme hareketiyle sarsılınca 19. yüzyıl ilk yarısında yer yer Kürt mirlerinin eski statüyü tahkim yada kopuş eğilimli ayaklanmaları zuhur etti. Katı aşiret yapısının devam ettiği Kürt sosyal gerçekliği içinde henüz ulusal bilinç nüveleri oluşmamış ve bu ilk isyanlar kendi alanında birkaç aşiretten küçük krallık kurmaya yönelen mirlerin feodal karakterli kalkışmalarıydı. Osmanlı devletinin Kürt beyliklerini zayıflatan hareketleri İstanbul’daki Patriklik’ten doğudaki taşra halkına kadar çoğunlukla Ermenilerin pasif desteğini alıyordu. Çünkü o beyliklerin yerel zorbalıkları başta köylü sınıfı olmak üzere bölgedeki Ermeni halkını çok mağdur etmişti. Bu durum Osmanlı merkezi sisteminden bağımsız değilse de, Ermeniler devletin artık herkese eşit olacağını vadettiği kanun-nizam hakimiyetinden yana tavır alıyordu. Ardından Tanzimat ve İslahat’ın sağladığı kısmi haklarla bazı milli kurumlara kavuşan Ermeni halkı, eğitim seferberliği yanında batıdan gelen düşünce akımlarıyla da aydınlanma yaşadı. Bunun sonucu ulusal bilinç gelişirken Osmanlı devleti içinde Ermeni sorunu hissedilir olmaya başladı ve 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının bitiminde uluslararası anlaşma metinlerine girdi.
Lâkin Berlin Anlaşması’nın ilgili maddesinde sorunun “doğu vilayetlerindeki Ermeni halkını Kürt ve Çerkes saldırılarından koruma ihtiyacı” şeklinde tanımlanması, esasta merkezi sistemiyle devletin boyunduruğunu gizleyen ve sözkonusu halkları Ermeniler aleyhine körüklemeye hizmet eden bir şeydi. Abdülhamit bunu ustalıkla kullandı. 1895’te Avrupa devletlerinin dayattığı 6 doğu vilayeti kapsamındaki reform planını kabul etmeye mecbur kaldıktan hemen sonra bu vilayetler ve daha geniş çevrelerinde devlet güçleriyle koordineli sivil güruhları ve Hamidiye alaylarını seferber ederek üç ay boyu yayılan vahşi pogrom saldırıları yaşattı, onlarca şehir ve yüzlerce köyde toplam 300 bin Ermeni katledildi. Buna ilaveten güvensiz ortamın dayattığı göçler sonucu sözkonusu alanda Ermeniler daha azalmasına rağmen, hiç bir etnik unsurun salt çoğunluk oluşturmadığı bir gerçeklik içinde göreceli olarak yer yer birinci, yer yer ikinci sırayı tutuyordu. Fakat millet-i hakime denilen Müslümanlar etnik gruplara ayrılmadan toplu bir kategori halinde sayıldıkları için Ermeniler her yerde azınlık, Müslüman blok çoğunluk görünüyordu.
Günümüzde halen o dönemin bu özelliğini gözardı eden Türk tarih yazıcıları “Müslüman çoğunluk, Ermeni azınlık” tekerlemesini sürdürürken, bazı Kürt tarih yazıcıları ise “Kürdistan’ın her yerinde azınlık olan Ermenilerin çoğunluk oluşturan Kürtleri tasfiye etmek istedikleri” yönünde haksız ve mesnetsiz yorumlar yapmakta. Bugün artık Ermenilerin hiç noktasına gelmiş olması tarihsel inkarı kolaylaştıran bir durumdur. Öyle ki yalnız soykırım arifesine değil, Ermenilerin büyük ağırlık oluşturduğu yüzyıllar öncesine atıfta bulunurken bile onları hesaba katmama ve eski Pers-Yunan kayıtlarından Osmanlı belgelerine kadar yeri olan Ermenistanı yok sayıp bugünkü gibi boydan boya bütün doğuyu Kürdistan sayma ayıbı işlenebiliyor. Bu durum bir yönüyle soykırımın sonuçlarından istifade etme olayıdır. Kürt aydın ve siyasetçileri sorunun böyle etik bir boyutu olduğunu da görmeli ve soykırım öncesi Osmanlı’nın doğu vilayetlerinden bahsederken Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan bileşkesi olduğu gerçeğine saygılı bir dil tutturmalılar.
Bugün Kürt ve Alevi sorunlarında çözüm için reformlar bekleniyor. 100-130 yıl önce de Ermeni reformları konuşuluyordu. Gerçi adı öyle çıkmış, hatta Ermeni özerkliği diye algılanmış, fakat yalnız Ermenilere değil, hiç değilse anadilde eğitim ve kamu hizmetleri yönüyle Kürtlere de hak tanıyan bir muhtevası vardı. Özerk bölgede Türkçenin yanında Ermenice ve Kürtçe de resmi dil hüviyeti kazanacaktı. Bundan başka yerel yönetimlerde Müslümanlar ile Hristiyanların eşit temsili, güvenlik birimleri ve mahkemelerin yine bu temelde yeniden yapılandırılması öngörülüyordu. Ulusal-demokratik talepler Ermeni halkından gelirken, Kürt halkı ümmetçi anlayışla uyuşturulmuş olarak kaldığı için bu reform planının görünür öznesi olamamıştı. Ermeni öncüleri bu eksikliği önemseyip onları özellikle dahil etmeye çalışmalıydı. Böyle bir çaba Kürtlerin reformlara karşı getirilme ihtimalini de önleyebilirdi. Dahası reform konuları kapsayıcı şekilde bütün önemli etnik ve dinsel grupların temsilcileriyle beraber ele alınsa farklı gelişmeler olabilirdi. Ama işin garibi reform planını görüşen uluslararası heyette Ermeni temsilcisi bile bulunmuyordu. Soruna müdahil olan devletlerin kendi çıkarlarına endeksli ve Türk yönetimiyle anlayış içinde kotarmaya çalıştıkları bir konuydu. Yine de bu reformları gündeme getiren esas olgu yada en yakıcı sorun, o zamana kadar yüzde yüz Müslümanlardan oluşan yerel idare koşullarında Hristiyan halkların yaşadığı mağduriyetler olduğu için onlar lehine bir parça pozitif ayrımcılık yapılması anormal değildi. Müslüman unsurlar için korkulacak bir tarafı da yoktu. Buna rağmen özellikle Kürtlerin karşı duruşunu sağlamak isteyen Türk yönetimi bunu “Ermenilerin haksız üstünlük çabası” olarak gösteriyor ve çoklarını ayartıyordu. Tarihten bakiye kalan bu yanlış imaj halen Kürtler arasında etkilidir. Bugün de o reform projesine değinirken “Kürt milleti Ermenilere esir olacaktı” diyebilenler var. Oysa her iki ulus için asıl esaret Osmanlı-Türk boyunduruğuydu. Öngörülen muhtevasıyla sağlanacak bir özerkliğin yalnız Ermeniler için değil, Kürtler için de önceki durumdan daha iyi olacağı; feodal beylerinin sahip olduğu avantajları biraz kısıtlamaya karşılık halkının ulusal-kültürel haklardan yararlanarak gelişmesine imkan sağlayacağı açıktı. Ermeniler adına öngörüldüğü için projeye karşı çıkartılan Kürtlerin alternatif bir önerileri bile yoktu. Daha farklı ulusal-demokratik istemleri olsa, kökten karşı çıkmak yerine o projeye müdahil ve ortak olmayı deneyebilirlerdi. Tanzimat sürecinde kısmen gösterdikleri kopuş eğilimini Abdülhamit’le ittifaklarından beri terketmiş ve kaderlerini Osmanlı devletine bağlamışlardı. Bazı Kürt ayaklanmaları yine olmasına rağmen çoğunluğu halifeye bağlılık gösteriyor, özerk statü ve ulusal-demokratik haklar için Kürt talepleri yükselmiyordu.
1908’in getirdiği anayasa Ermenileri çok umutlandırdı. Fakat daha sevinç nidaları kesilmeden 1909 Adana kırımı yaşatıldı. Sonraki yıllar, hürriyet, eşitlik, adalet adına erken çiçeklenen umutları dolu vurmuş gibi kırıyordu. Bugünkü PKK hareketinden pek farklı olmayan Taşnak partisi ve daha solda olan Hınçak’lara bağlı Ermeni fedaileri 1908 Anayasası’na güvenerek dağdan inmişlerdi. Osmanlı meclisinde mebusluğa geçen eski fedailer bile vardı. Taşnak’ların Abdülhamit istibdadına karşı Jön-Türklerle kurduğu ittifak, iktidara yerleşen İttihatçı takımının verdiği kötü sinyallere rağmen devam ediyordu. Yılan hikayesine dönmüş Ermeni reformları nihayet 1914 baharında dış baskıya dayanamayan hükümet adına sadrazamın imzasıyla kabul edilmiş göründü. Ama heyhat, üçüncü defa yaratılan umut bir kez daha boşa çıktı ve savaşın tanıdığı fırsatla bu son kez Ermeni halkının topyekün fermanına dönüştü. Sonrasını hepiniz biliyorsunuz. Acı bir gerçek olarak bu finalde Kürtler çoğunlukla devletin yanına çekilebildi ve yoğun şekilde tetikçilik rolüyle suça ortak edildi. Bununla birlikte 1895 kırımlarında olduğu gibi Ermenilere sahip çıkan, koruyan, kurtaran Kürtler de az değildi. Bu süreç asli sorumlusu olan Türk devletinin hesap vermesi yanında, günümüzün Kürt toplumundan da vicdani muhasebe ve özür bekliyor.
Önce Ermeniler, sonra Kürtler için bütün acıklı sonuçlarının görülmesi ardından o tarihi geri döndürüp yeniden yaşama imkanı olsaydı eğer, iki toplumun da öncüleri çok farklı davranır, büyük bir hassasiyet ve özveriyle ortak kurtuluş için aralarında konsensüs sağlamaya çalışırlardı sanırız. Ermenistan-Kürdistan ikilemi içinde birbirine karşı gelmenin de alternatifi vardı. Nüfus dengelerine göre hakkaniyetli bir düzenlemeyle ilkin ortak özerklik, sonra imkan bulunabilirse bağımsız federatif birlik gözetilebilirdi. Fakat o dönem yaşayanlar olacakları kestirmekten uzak oldukları ölçüde bu yönlü bir iradeyi geliştirecek bilinç ve dirayetten de yoksun kaldılar. Her iki tarafta sağduyulu, uzakgörüşlü kişilerin zaman zaman aralarında birlik oluşturmaya dönük telkin ve çağrıları olmasına rağmen bunlar günün çelişkileri ile önyargılara çarptı, yaygın bir kanaat ve güçlü pratik girişimlere yol açamadı.
Biraz uzun oldu, ama anlayışınıza sığınarak bu acı tecrübeyi kendi kavrayışımızla özetleyip paylaşmak istedik. Bugün de Kürt sorunu yanında bir Alevi sorunu var. Demokratik platformda ortak ve dayanışmacı olabilecek iki kesimi birbirine karşı getirmek isteyen egemen güçlerin çabaları ortada. Bunun için siyasal tarihimizin doğru özümsenmesi çok önemli. Ayrıca Ermeni sorunu bütünüyle geride kalmış değil, bir adalet sorununa dönüşmüş olarak bu ülkenin önünde duruyor. Buna isterseniz tarihin hayaleti de diyebilirsiniz. İttihatçılar Ermeni halkını fiziken yok ederek sorunu hallettiklerini sandılar. Uzun yıllar küllenmiş olarak kaldı, ama sonunda mezarından çıkan bir hortlak gibi Türkiye’nin üstüne çökmeye başladı. Yalnız o değil, Süryani, Pontus, Koçgiri, Dersim ölü ruhlarıyla sökün ediyor. Ortaya çıkan bu uğultu mazlumların ahıdır. Bugünkü canlı sorunlar bunlardan bağımsız ne düşünülebilir, ne de çözülebilir. Bu ülkenin ihtiyacı ilk peşin büyük bir yüzleşmedir.
Diyarbakır konferansının sonuç bildirgesi bugün Kürdistan coğrafyasında yaşayan farklı etnik ve dinsel kimlikleri sayarak bunların “devlet politikaları ve yol açtığı yanlış bilinç” nedeniyle önemli zorluklar yaşadıklarını belirtiyor. “Tüm bu geçmişle yüzleşerek yeni eşit bir yaşam kurmak gerektiği”ni söylüyor. Bu oldukça muğlak, ne demek istediği anlaşılmayan, adeta Türk egemenlerini kızdırmamak için lafı yuvarlayan bir ifadedir. Kastedilen soykırımlar değilse neyle yüzleşilecek? Cümlenin devamında “20. yüzyıl boyunca tekleştirici politikalar nedeniyle kendi topraklarından kopmuş kesimleri geri dönmeye çağırırız” denilmiş. Yine aynı kaçınma. Bu defa suçun adı “tekleştirici politika”! Tamam o da topraklarından koparma işlevi görmüş, ama köklerini kazırcasına yok eden asıl soykırım suçudur. Şeylerin adını olduğu gibi koymaktan kaçınılmamalı. Biz Brüksel konferansının aynı zamanda diaspora kesitlerini birleştiren özelliğine dikkat çekerek, bu konferansın sonuç bildirgesine “Türkiye’nin başta 1915 Ermeni-Süryani soykırımı olmak üzere, yakın tarihindeki bütün insanlık suçlarıyla yüzleşmesi ve mağdur halkların adalet beklentisine yanıt vermesi” için açık net çağrı yazılmasını talep ediyoruz. Geri dönme çağrısının da öylesine, havada hoş bir seda bırakacak hafiflikle yapılması anlamlı değil. Hiç bir politik-hukuki zemin, toplumsal-psikolojik atmosfer yaratmaya çalışmadan öyle “geri gelsinler” çağrısını geçenlerde devletin Kültür Bakanı da yapmıştı. Aradaki farkı görebilmek gerekir. Ülkede en büyük nefret konusu olan Ermeni ve Hristiyan karşıtlığının giderilmesi, ideolojik iklimin değişmesi gerçi zaman gerektirir. Ama zihniyet devrimi diyebileceğimiz bu olayın yaygın toplumsal yüzleşmeden daha etkili bir aracı yoktur. Bu nedenle, Ermeni-Süryani ve diğer diasporalardan dönüşleri ciddi olarak özendirebilmenin de ilk adımı 1915 soykırımının açık seçik tanınmasıdır. Vatandaşlık hakkından dedelerinin topraklarında yeniden ev kurmaya akla gelen formüller ancak böyle resmi bir kabul üzerinden gündeme getirilebilir.
Neden özellikle 1915 soykırımının tanınması? Çünkü bu, büyüklüğü ve cezasız kalmasıyla sonraki bütün toplu imha suçlarını da teşvik etmiş bir olaydır. Aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temel harcı!.. Onun hesabını vermedikçe bu ülke hiç bir zaman uygar olamayacaktır. Geçmişte bu konular sol cenahta bile “tarihe mal olmuş haksızlıklar” diye küçümseniyor, yapacak birşeyin olmadığı anlayışı güdülüyordu. Oysa adaleti sağlanmayan yakın dönemin büyük trajedileri yaşamaya devam ediyor ve herkese sorumluluk yüklüyor. Sözü edilen bin yıl önceki haksızlıklar değil, henüz 100’ncü yılına ulaşan, kurbanların torunlarını halen mağdur eden, çok boyutlu toplumsal etkileri süren bir olay. Gelişen Türk kapitalizmi bu tasfiyeler sonucu gasp ve talana dayalı korsan birikim ürünü olmuştur. Bakın Gezi Parkı ve Taksim çevresinde gaspedilmiş Ermeni mezarlığının tarihi ortaya çıktı. Diyarbakır surları dibine vurulan kazma, kefensiz ve toplu gömülmüş yüz yıllık insan kemiklerini açığa çıkartmıştı. Nereyi kazsanız bir Ermeni eserinin izleriyle karşılaşırsınız. Birçok kamu binası, kiliseden çevrilmiş cami, eski villa, Kürdistan’da pek çok ağa konağı, devlet ve özel şahıs çiftlikleri, hatta devletin simgesi olan Cumhurbaşkanlığı köşkü Ermeni kırım ganimetidir. “Soykırım kabul edilirse Ermeniler tazminat ister” diyorlar. İstenecek tabii ki; kimsenin şahsi çıkarına değil, mağdur edilmiş halkın kollektif yararına tahsis edilmek üzere bunu talep etmek adaletin gereğidir. Ama en önemlisi, bugün Roboski için söylendiği gibi, bu büyük suçun da davasını gütmek bizler için namus meselesidir!..
Kürt sorununun gerçek çözümü de buna bağlıdır. Zira 100 yıl uzayan çözümsüzlük, tam da Kürtlerin Ermeni sorununda kanlı çözüme alet edildikten sonra aldatılıp dünyanın en beter kölelik konumuna mahküm edilmesinin ürünüdür. Beşikçi Hoca’nın çok yerinde tanımıyla “sömürge bile olamayan Kürdistan” bu tarihin acısını çekiyor.
Diyarbakır konferansından çıkan bir diğer karar “Kürdistan halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması konferansımızda ortaklaşılan bir ilkedir” şeklinde. Yine çok muğlak ve kafa karışıklığı yansıtan bir ifade. Bir yerde halklar, bir yerde halk… Kapsayıcı olmaya çalışırken bu defa ulus tabirini kullanmaktan imtina eden tuhaf bir durum yansıtılmış. Oysa Kürtlerin ulus niteliğini belirtmek Kürdistan’da yaşayan diğer kimlikleri dışlama anlamına gelmez ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını dosdoğru savunmak gerekir. “Kürdistan’ın bir statüsü olmadan Kürt sorununun nihai olarak çözülemeyeceği” vurgusu, “hiç bir statü gerekmez” anlayışına itiraz olarak olumludur.
Bizler bütün samimiyetimizle Kürt halkının yanındayız. Özgürlük mücadelesinde başarılar kazanmasını arzu ediyoruz. Fakat hiç bir statü istemeyen anlayış köleliğin devamına razı gibidir. Bu konudaki farklı önermelerin ve özgün kimliklerin müzakere sürecinde temsil edilmelerini diliyoruz.
Bitirirken, dinleyen herkese teşekkür ve saygılarımızla, konferansın sonuç bildirgesine konmasını önemle talep ettiğimiz iki kısa önermeyi tekrar edelim:
1-  Çözüme yönelik müzakerenin her iki taraftan siyasi sorumluluk sahibi heyetler arasında şeffaf şekilde yürütülmesi.
2- Türkiyenin, başta 1915 Ermeni-Süryani soykırımı olmak üzere, yakın tarihindeki bütün insanlık suçlarıyla yüzleşmesi ve mağdur halkların adalet beklentisine yanıt vermesi.
Brüksel, 29 Haziran 2013
Hovsep Hayreni – Bogos Mouradian
                                                                                 

Yorumlar kapatıldı.