İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Türk’ kavramının aslına bakış

Resmî tarihe yönelik itirazlar, umumiyetle yakın dönemlerdeki bazı gelişmelerin gizlendiği şeklindedir. Aslında aynı gizlemeler, bütün tarihimizi Batılı anlamda millet anlayışına uydurmak maksadıyla da yapılmıştır… O dönemlerde yapılanmaya başlayan sosyal birlik (Türk), önemli ölçüde Türkmenler, Kürtler ve Kafkasyalı kavimlere mensup Müslümanlardan müteşekkildir. Osmanlı’da Rumeli’ye geçilince, Arnavutlar, Pomaklar ve Boşnaklar da aynı yapıya eklenmiştir. Hazar Denizi’nden Avrupa içlerine kadar uzanan alandaki bütün fetih ve devletlerimiz, bu “Türk”lerin eseridir. Ne yazık ki resmî tarih, sadece Oğuzlara mal etmiştir… Orta Asya’dakiler de dâhil olmak üzere Abhaz, Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Kürt, Laz, Lezgi, Türkmen, Pomak, Tatar gibi Türkçe’yi müşterek dil olarak kullanan Müslüman kavimler “Türk” diye anılmıştır. O anlayışın gelişimini, yukarıda mümkün olduğunca anlatmıştık. Yahya Kemal de anadil-soy esaslı Türkçülüğe itirazında, “Türk” kavramının Türkçeyi müşterek lisan olarak kullanan farklı dilli Müslümanları ifade ettiğini belirtmiştir.

***
Orta Asya’dan ikinci asırda başlayan göçler, önceleri genellikle Avrupa’ya doğru olmuş ve oraya gidenler, Türk kavramının dışında kalmıştır. Onuncu asırdan itibaren göçenler ise, genellikle önce Maveraünnehr’e yerleşmiş, sonra ise Anadolu ve Rumeli kadar uzanmışlardır. Bu göçmen kavimler ile geldikleri yerlerde bulunan çeşitli sıkıntılar içindeki bazı kavimlerin birbirleriyle bütünleşmeleri, “instrumental” milletleşmeye örnektir.
‘Türk’ terimi tarihçe çok eski olmakla beraber, Maveraünnehr’e gelişin öncesinde de sonrasında da dil-soy akrabalığı anlamında olmamıştır. Hatta millet ismi olarak Maveraünnehr’e gelişten sonrası için kullanıldığında ittifak vardır. Bu duruma aşağıda belirteceğimiz gibi, savundukları genel tezle çelişse bile Ahmet Caferoğlu, Faruk Sümer ve İbrahim Kafesoğlu gibi Türkçü akademisyenlerin satır aralarında da rastlarız.
Varlık alanımız olarak İslamiyet
Milletleşmede çok sayıdaki müspet veya menfi etkenin en önde geleni dindir. Çünkü en laikçi düşüncedekilerin bile itiraz edemeyeceği gibi, bütün Ortaçağ boyunca tüm dünyada en fazla önem verilen değer, din olmuştur. O değer, halkımızın nezdinde hâlen güçlüdür. Geçen yazımızda, Batılı milletlerin varlık alanının din değil laiklik olduğunu izah etmiştik. Bizde ise tam tersi söz konusudur.
Kendisi Moğol kökenli olduğu için Türklere Moğol Han diye hayalî(?) bir şahsı da ‘atalardan’ göstererek bir şecere kurgulayan Ebülgazi Bahadır Han bile, ‘Türk’ isminin millet ismi olarak ilk defa Maveraünnehr’e gelen Oğuzların Müslüman olanları ile aynı bölgeye gelen başka kavimlerden insanların birlikteliğine dendiğini; ondan sonra ise, Müslüman Oğuzların ‘Türkmen’ diye anıldığını söylemektedir.
O dönemde, eski “Oğuz Han Destanı” da İslamîleştirilmiştir. Nedense eğitim kurumlarımızda pek tanıtılmayan bu yeni versiyon, XIII. asrın ortalarıyla XIV. asrın başları arasında yaşayan Reşidüddin’in Oğuzname’sinden öğrenilmektedir. O destana göre Oğuz Han, İslam devleti kurmuş, yalnızca müminleri toplayıp, İslam’ı kabullenmeyenleri ise sürüp toprağından çıkarmıştır. O sırada Kürt beyleri de kendiliklerinden gelerek Oğuz Han’a bağlanmıştır. Aynı destan, ufak-tefek değişikliklerle XVII. asırda yaşamış Ebulgazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Terakime” isimli kitabında da yer almaktadır.
Türkmenlerle ilk birleşen kavimlerden biri Kürtlerdir. İslamî hâldeki Oğuz Han Destanı’nın tesiri, XVI. asırdaki Bitlis Emiri Kürt Şeref Han’da da hissedilmektedir. Bu zat, “Şerefname” adlı eserinde, Oğuz Han’ın Hz. Muhammed’e (s.a.v) bağlılığını bildirmek için bir Kürt’ün başkanlığında heyet gönderdiğini rivayet etmiştir. Şeref Han ve yukarıda zikrettiğimiz Reşiddüdin’in anlattıkları, Kürt-Türkmen bütünleşmesinin ne derece güçlü olduğunu göstermek açısından dikkat çekicidir. Şimdi destanlardan tarihe geçelim.
Gizlenen tarih
Resmî tarihe yönelik itirazlar, umumiyetle yakın dönemlerdeki bazı gelişmelerin gizlendiği şeklindedir. Aslında aynı gizlemeler, bütün tarihimizi Batılı anlamda millet anlayışına uydurmak maksadıyla da yapılmıştır. Etienne Copeaux, Türk tarih yazımı ve dilbilimi Batı oryantalizminin ürünleridir, demekle, Yahya Kemal Beyatlı da, Türk ailesi (Türkçülük) cereyanından kalma ne sağlam bir tarih kitabı ve ne de güzel bir şiir vardır, demekle tamamen haklıdırlar.
Mükrimin Halil Yınanç’ın bildirdiğine göre, Selçuklu devletinin sultan ve melikleri kendi Türkçe isimlerine ilave olarak birer İslamî isim almışlardır. Devletin kurucusu olan Tuğrul Bey, Halife ile yazışmalarında Muhammed bin Mikâil, kardeşi Çağrı Bey ise, Davud bin Mikâil ismini kullanmıştır.
O dönemlerde yapılanmaya başlayan sosyal birlik (Türk), önemli ölçüde Türkmenler, Kürtler ve Kafkasyalı kavimlere mensup Müslümanlardan müteşekkildir. Osmanlı’da Rumeli’ye geçilince, Arnavutlar, Pomaklar ve Boşnaklar da aynı yapıya eklenmiştir. Hazar Denizi’nden Avrupa içlerine kadar uzanan alandaki bütün fetih ve devletlerimiz, bu “Türk”lerin eseridir. Ne yazık ki resmî tarih, sadece Oğuzlara mal etmiştir.
Selçuklu devleti, 1040 yılında Tuğrul (Muhammed) Bey tarafından kuruldu. 1046 yılında Cuzkan sülalesinden Kürt Beyi Sadi, 1050 yılında Marvanî sülalesinden Kürt Beyi Ebu Nasr, Tuğrul Bey’e bağlandılar. Türkçü görüşteki Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’ın çoğunlukla Selçuklu tarihçilerinden İmad al-Kâtib’den aktardığı bilgilere göre, Kürt beylerinden Vahsudan bin Muhammed ve torunları iç isyanları bastırıp devletin birliğini sağlamakta çok hizmet vermişler; hatta zaman zaman devletin büyük bir kısmının yönetimini onlar ve bazı diğer Kürt beyleri yürütmüşlerdir.
Sultan Alparslan 1065–66 kışında Merv ve Harzem taraflarına yürürken, ordusunda Kürtler de vardı. Ahmed bin Mahmud, Selçuk-Nâme isimli eserinde, Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’ndaki ordusunda 10.000 Kürt olduğunu söylemektedir.
Aynı yazar, Kafkasya beylerinden Ahsartan’ın Alparslan’a bağlanıp Müslüman olduğunu da anlatır. Çerkezler, Altın-Ordu (Türk) devletinde prensleri yetiştirmek görevi ifa etmişlerdir. Ahmed Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre, Kafkasyalıların Osmanlı’ya gönüllü bağlanmasını sağlayan, iyi ahlaklı ve dindar bir Müslüman olan Ferah Ali Paşa, Gürcü’dür.
Rumeli’ye geçişte Osmanlı’ya bağlanan Arnavut, Boşnak ve Pomaklar da tıpkı Kafkasyalılar, Kürtler ve Türkmenler gibi; devlet adamı, ilim adamı ve asker olarak çok büyük hizmetler vermişlerdir. Boşnaklar, asırlarca serhat muhafızlığımızı yapmışlardır. Ayastefanos Antlaşması sonucunda Osmanlı askerinin bölgelerinden çekilmesini kabul etmeyen Pomaklar, Ruslarla savaşmaya devam edip çok şehitler vermişlerdir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile Eleşkit Fırkası Komutanı Tatlıoğlu Ferik Mehmet’in mektup ve telgraflarından Anadolu’daki bazı Çeçen, Çerkez, Kumuk, Kürt ve Lezgi aşiretlerinin birlikler oluşturarak devletin emrinde savaştıklarını öğrenmekteyiz. Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nda Lazların, düşmana karşı Of ve Çaykara’yı savunmaları da anılmaya değerdir.
Selçuklu ve Osmanlı tarihleri boyunca bu kavimlerimizin kimlikleri inkâr edilmemiş; bazı paşalar ve âlimler Abaza, Boşnak, Çerkez, Kürt gibi kavmî kimlikleriyle anılmışlardır. Yukarıda Şeref Han örneğinde gördüğümüz gibi onlar da o zamanki anlayışla “Türk” şuuru taşımışlardır. Rumeli’deki Boşnaklar, kendilerini “Turçin” (Türk) diye tanımlamışlar, Müslüman Arnavutlarsa, yalanım varsa Türk olmayayım, diye yemin edecek kadar Türk ve Müslüman olmayı eşanlamlı kabullenmişlerdir. Mısır’daki Çerkez Memlükler, Türkçeye büyük önem vermiş, Türkçe şiirler yazmış, Türk âlimlere büyük itibar göstermişlerdir. Oruç Bey, Aşıkpaşazade, İbn Kemal gibi ilk Osmanlı tarihçileri de Osmanlı-Türk-Müslüman terimlerini eşanlamlı kullanmışlardır. “Türk” kavramı, Batılılarca da aynı manada kullanılmıştır. Mesela Fransız yazar Claude Farrére, Plevne savaşları sırasında bir günde dört at çatlatarak savaşan askerimizden, Çerkez ırkından bir Türk, diye bahsetmiştir.
XIX. asrın sonlarından itibaren Batı tarafından telkin edilip sonunda kabul ettirilen dil-soy esaslı laik millet anlayışı ve ona bağlı “Türkçülük” ise, Türk’ün o manasını bozmuştur. Cemil Meriç’in dediği gibi:
“Avrupa Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslâmiyet’i… ezelî düşmanını ‘etnik’ bir toz yığını hâline getirmek…”
Medeniyet değiştirten milliyetçilik
Haber10’daki ilk yazımda, doğrudan öncülerinin eserlerinden kaynaklanarak Türkçü ideolojinin Batı’dan ithal edildiğini belirtmiştim. Milliyetçilikte Batılı ve Doğulu yaklaşımları inceleyen Hans Kohn, Anthony D. Smith gibi birçok düşünür varsa da, muhtemelen “Batı tipi milliyetçilik” tabirini ilk kullanan, John Petrov Plamenatz’dir. Sömürgecilere karşı direnen Doğulu halk aydınlarının Batı’da geliştirilen millet anlayışlarını kopya ettiklerini; bunu yaparken, bir yandan kendi eski kültürleriyle iftihar ederek bir kimlik oluşturmaya çalıştıklarını, diğer yandan o kültürün geri olduğu iddiasıyla, Batılı değerleri yerleştirmeye çalıştıklarını vurgulamaktadır.
Plamenatz’in bahsettiği tutum, Ziya Gökalp’ın, “Batı Avrupa medeniyetini tam ve sistematik bir surette almağa azmetmek”, ilk Türkçülerden Ahmet Ağaoğlu’nun, “Avrupa medeniyetini iyi-kötü yönleriyle birlikte almak”; Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, “Avrupalılığın müdafii, Avrupalılığın mümessili ve samimiyetle Garpçı olmak” şeklindeki telkinlerinde görülür. Batılı anlamda millet-devlet kimliği oluşturmaya çalışan Mustafa Kemal’in inkılâplarının gerekçesi de aynı yöndedir. Dönemin başbakanı İsmet İnönü, “Bu inkılâpları, Avrupalılarla aramızda hiçbir fark olmaması için yapıyoruz” demiştir.
Türkçülerin en köklü inkılâbı, İttihat ve Terakki iktidarından başlayarak, dil-soy esaslı millet anlayışını yerleştirmektir.
Dil-soy esaslı millet anlayışının tutarsızlığı
“Türk” teriminin Türkçülükten önce kullanıldığı anlam, Bernard Lewis’e göre bütün Müslümanlarsa da aslında en çok Türkçeyi müşterek dil olarak kullanan farklı dilli Müslüman kavimlere tekabül etmiştir. Zaten Lewis de İslam dünyasında Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere üç dilin farklı bölgelerde merkezileştiğini ve kendi kültürel alanlarını oluşturduğunu belirtmektedir. Bu diller, literatürde “elsine-i selase” olarak zikredilmiştir. Orta Asya’dakiler de dâhil olmak üzere Abhaz, Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Kürt, Laz, Lezgi, Türkmen, Pomak, Tatar gibi Türkçe’yi müşterek dil olarak kullanan Müslüman kavimler “Türk” diye anılmıştır. O anlayışın gelişimini, yukarıda mümkün olduğunca anlatmıştık. Yahya Kemal de anadil-soy esaslı Türkçülüğe itirazında, “Türk” kavramının Türkçeyi müşterek lisan olarak kullanan farklı dilli Müslümanları ifade ettiğini belirtmiştir.
Milletimizin çok dilli olduğunu söylemek, Batılı normlara göre Türkçülüğü sistemleştiren resmî ideolog Ziya Gökalp’ın bakışına ters düşer. Çünkü Gökalp’a göre, “Turan’ın bir ili var/ Yalnızca bir dili var/ Başka dil var diyenin/ Başka bir maksadı var.” Oysaki Gökalp’ın Turan dediği coğrafyanın her tarafında ve bu arada elbette ki Türkiye’de çok sayıda anadil olduğu herkesçe bilinen bir realitedir. Gökalp’ın yaptığı bilimsel değil, ideolojik bir tezdir. O tez, kendisinin “Türk boyu” dediği Oğuzlar açısından bile yanlıştır.
Oğuzların büyük kollarından biri olan Çepnilerin de yine Oğuzlardan Tahtacı ve Geygel Yörüklerinin de kendilerine mahsus birer dilleri olduğunu, Gökalp’la aynı dönemde yaşamış ve aynı ideolojiyi benimsemiş olan Ahmet Caferoğlu söylemektedir. Bir dilbilimci olan Caferoğlu, Orta Asya’daki ilk siyasî yapılanmalarda da birbiriyle akrabalıkları olmayan farklı dilli süyök ve klan denilen sosyal grupların birleştiğini söylemektedir. Türkçülerden Faruk Sümer ve İbrahim Kafesoğlu da, “Göktürk” kelimesinde geçen “Türk”ün, bugünkü gibi bir millet ismi olmadığını belirtmektedirler. Hatta Sümer, o Türklerin Oğuzlarla akraba olmadığını da belirtmektedir. Buna rağmen aynı zatların, tek anadilli “Türk ırkı” benzeri ifadeler kullanması oldukça enteresandır.
Bunun sebebi, Batı’nın “kan hukuku” esaslı millet yaklaşımındaki Alman filozoflardan Leibniz ve Herder’in, milleti anadile göre tanımlama telkinleridir. Sonra doğan Karşılaştırmalı Dilbilgisi ise o anlayışın muhtevasını daha da genişletmiştir.
Karşılaştırmalı Dilbilgisi, yine bir Alman olan dilbilimci Franz Bopp’un 1816 yılında Sanskritçeyi Batı dilleriyle mukayese etmesiyle doğmaya başlamış bir bilimdir. Bu bilimle diller arasında çoğu defa zoraki yakıştırmalarla bulunan benzerlikler, Darwinist türeme mantığıyla kavimlerin köken izahlarında kullanılmıştır.
Dil benzerliğiyle köken bulmanın yanlışlığını şu örneklerle gösterebiliriz: Bugün bir Slav dil grubundan olan Rusçayı konuşmakta olan Ruslar, Wilhelm Barthold’un bildirdiğine göre kökence Norman’dır ve ataları İsveççe konuşuyordu. Ernest Renan ise, Almanların daha önce Slavca konuştuklarını belirtmektedir. Bilindiği gibi Bulgarlar da Orta Asya’dan gelişlerinde Türkçenin Çuvaş lehçesini konuşuyorlardı ama bugünkü Bulgarca, Slav dil grubundandır. Gökalp’ın, “Türk boyları” diye saydığı kavimlerin kökenlerine(!) de bakalım:
Yakutlar: Dil benzerliğinden dolayı Türk kabul edilmektedirler. Türkçü tarihçi Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre bu kavim, Türklerin bilinen tarihine hiç katılmamıştır. Kırgızlar, Özbekler, Kıpçaklar, Tatarlar ve Oğuzların kökenleri hakkında ise, Türkologlar hatta Türkçü ideologlar çok farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bu çelişkilere rağmen ilk Türkçüler, Yusuf Akçura örneğinde görüldüğü gibi, Batılı anlamda “millet/ulus-devlet” aşkıyla mevcut toplumun dağılmasını bile kabullenmişlerdi. Elbette ki bunda, Batı’nın bilimine duyulan sınırsız güven etkiliydi. Constantin Borzecki, Arminius Vambery, David Léon Cahun, G. N. Potanin, Gyula Németh, J. R. Apselin, Julius Klaproth, M. A. Castréen, N. İ. İlminskiy, N. M. Yadrintsev, N. Y. Biçurin, P. S. Palas, Sandor Csoma, V. İ. Verbitskiy, Vilhelm Thomsen, Wilhelm Barthold, Wilhelm Radlof gibi önemli bir kısmı Yahudi olan Batılılar, yeni bilimsel(!) Türk izahının öncüleri olmuştur.
Sonuçta, “Türk tarihinin bilinen dönemlerine hiç katılmamış olan Yakutlar”, sırf dil benzerliğinden dolayı Türk kabul edilmektedir. Kafkasya ve Anadolu’da Selçuklularca fethedilen yerleri, Türklerin elinden alarak Gürcistan’a veren; Avrupa’da Oğuz Türklerinden olan Peçeneklerin yayıldığı alanı, onlardan alıp Bizans’a veren; o süreçte Türklere büyük katliamlar yapan Kıpçaklar da “Türk” diye benimsetilmektedir. Sümerlerin, Etrüsklerin, Kızılderililerin Türk oldukları; Litvanyalıların, Moğolların, Mançu-Tunguzların ise akraba oldukları şeklindeki izahlar da yapılmaktadır. Fakat tarihimizin her sayfasında, coğrafyamızın her karışında can ve kanlarıyla fedakârlıkları bulunan Abhaz, Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Kürt, Laz ve Pomak gibi kavimlerimiz, akraba olarak bile zikredilmemektedir. Oysaki o kavimlerden birçok şahıs, gelin-damat şeklinde ailelerimizin bile içindedir.
“Yeni Türkiye” için tekliflerimiz
1- Kanaatimizce, Türk kavramı üzerinde mevcut anlayışı sürdürmek de yeni arayışlara girmek de hatalıdır. Kavramın, yukarıda açıkladığımız gerçek manası diriltilmelidir.
2- Anayasa’da milletin dini konusunda “İslam” belirlemesi konamasa bile, okul müfredatında milletleşmemizin farklı dilli Müslüman kavimlerin birleşmesiyle olduğu belirtilmeli ve tarihimiz doğru şekilde öğretilmelidir.
3- Milletimizi oluşturan kavimlerimizin dilleri, bizim dillerimizdir. Resmî dilin Türkçe olması kaydıyla fakat “anadil” şartı olmaksızın her yöreden taleplere uygun sayıdaki okulda, yerli dillerden birinden eğitim verilmelidir. Çünkü gelişen iç-dış ticaret, firmalarımızda o dilleri bilen eleman ihtiyacı doğurmaktadır. Zaten Türkiye’deki bazı okullarda Batı dillerinden eğitim verilmesi de “anadil” şartıyla alakasızdır.
4- Her okulda Türkçe dersi olmalıdır. Türkçeyi, bütün eski coğrafyamızda, tekrar müşterek dil hâline getirerek siyasî sınırlarımızın dışındaki farklı anadilden millettaşlarımızla da dayanışmalıdır.
5- Gayrimüslim kavimlere mensup vatandaşlarımızı da “Türk” diye nitelendirmek şeklindeki teklifler, yanlış yorumlanmaya müsaittir. Bulgaristan’da ve Yunanistan’daki Türklere, “Müslüman Bulgar, Müslüman Yunan” denmesi, onlar tarafından da Türkiye tarafından da kabullenilememişti. 1990’lı yıllardaki Bulgaristan’dan gelen iltica akını, o yaklaşımın tutmayışındandı. Aynı yanlışa Türkiye düşmemelidir. Fakat o gayrimüslimlerin de dinleri, dilleri, malları, ırzları, canları ile millete ve devlete zimmetli (zimmî), hür ve eşit vatandaşlarımız olduğu şuuru herkese aşılanmalıdır. O şuurun kaynağı da İslamiyet’tedir.
6- Anarşistler gibi devlet düşmanı olmaktan da faşistler gibi devleti aşırı yüceltmekten de sakınmalıdır. Devlet, maddî manevî hak ve hürriyetlerimizi teminat altına alan ve her etnik grubumuzun iştirakiyle kurulmuş bir siyasî yapı olduğu için sevilmelidir.
7- Devletin milleti inşa ve şekillendirmesi mantığı terk edilmeli, devlete ideolojik mahiyette hiçbir sıfat ve görev yüklenmemelidir. Millet, devletin değil; devlet, milletindir. Devletin görevi, milletten gelecek taleplere göre ama adaletle hizmet etmek olmalıdır.
8- Bir dine inanıp-inanmamak insanların kendi hür iradeleriyle verecekleri bir karardır. Fakat aydınların millete yabancılaşmasını önlemek için, İslamiyet’in esasları her branştan öğrenciye yeterince öğretilmelidir.
9- En azından Eric Fromm’dan beri, dinin “sağlıklı toplum” için çok faydalı olduğu laikçilerce de bilindiği için, dindar camiaların, dinî inançları pekiştirme faaliyetleri, devlet müdahalesiyle engellenmemeli, tam tersine teşvik edilmelidir. Çünkü Cemil Meriç’in dediği gibi: “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek insan, tek kalp hâline getiren İslamiyet olmuş.”
Nitekim A&G araştırma şirketi tarafından 2010 yılında yapılan bir anket çalışmasında halka yöneltilen, sizi bir arada tutan nedir, şeklindeki soruya verilen cevap da, “dindir.”
Demek oluyor ki, Yahya Kemal Beyatlı, Türk devleti aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz, demekle tamamen haklıdır.
Bütün bunlara dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Biz, ideologların inşa ettiği bir toplum değiliz. Farklı etnik kökenli kavimlerin birleşip İslamiyet’le asırlarca yoğrulmasından doğmuş bir milletiz. Bu itibarla varlık alanımız İslamiyet’tir.
……………
NOT:
Haber10 için hazırladığım ‘millet’ konusundaki birbirinden bağımsız üç makalemle, uzun yıllarımı alan çalışmalarımı özetlemiş oldum. Bu konuyu, daha detaylı olarak iki ayrı kitabımda ele aldığımı da bildirmek isterim. Son baskıları Akis Kitap Yayınları’ndan çıkan kitaplarımdan birinin ismi, “Batı’dan İthal Milliyetçilik ve Ötekileştirdikleri”; diğerinin ismi, “Batı’dan İthal Milliyetçiliğin Dinle Kavgası”dır. Çalışmalarıma gösterdikleri ilgi için, Haber10’un saygıdeğer yöneticilerine ve okuyucularına teşekkür ederim.
hhtdayi@gmail.com
http://www.haber10.com/makale/32106/#.UctL_fn0GSo

Yorumlar kapatıldı.