İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ABD başkanı Woodrow Wilson’a açık mektup

Şubat 1919.
Sayın Başkan, Geçtiğimiz yıl 8 Ocak’ta Siz Birleşik Devletler Kongresine, Osmanlı İmparatorluğundaki tüm Türk olmayan milletlerin kurtuluşu talebinin gündeme getirilmesi çağrısıyla başvurmuştunuz. Onların arasında kuşkusuz  Ermeni halkı da bulunmakta. İşte bu halk adına Size başvuruyorum. Anadolunun kalkınan kentlerinden ve  bereketli ovalarından başlayan ve Furat sahillerinde ve Mezopotamya’nın taşlı çöllerinde son bulan Ermeni halkının korkunç kıyımına tanıklık eden az sayıda Avrupalıdan biri olarak, Sizin dikkatinizi kabus ve bedbahtlık manzaralarına çekmek cüretinde bulunuyorum, bunlar iki yıl müddetle sürekli gözlerimin önünden geçiyordu ve bunları artık asla unutamam.

Size müttefik devletlerin Paris’te, dünyamızın önümüzdeki on yıllardaki kaderini belirleyecek Barış Konferansına hazırlandıkları anda başvuruyorum.
Ancak Ermeniler diğerlerinin kalabalığı yanında sadece küçük bir millet,
müzakerelerse nispeten büyük ve etkili devletlerin geleceğine yönelik yürütülecektir. Öyle ki, büyük Avrupa devletlerinin menfaattarlık ve iktidar hırsı ortamında bu küçük dahası bitap düşmüş milletin kaderinin görmezden gelinmesi veya horlanması ve Ermenilerin tekrar unutulmaya terk edilmesi, sıklıkla tarihi esnasında başına geldiği
gibi, olasıdır.
Bu gerçekten acı olur, zira dünyanın hiçbir halkı, hiçbir zaman, Ermenilerin olduğu kadar adaletsizliklere madur kalmamıştır. Bu Hıristiyanlık meselesidir, bu tüm insanlığın meselesidir.
/…./
1915 baharında Türk Hükümeti dünya üzerinden iki milyon Ermeniyi imha etmeye yönelik hunhar programına başladığında, Fransa, İngiltere, Almanya halkları körleşmişçesine, dünya savaşının kanlı kabusuyla meşguldü. Öyle ki Türkiye’nin karanlık diktatörlerini, sapıklara mahsus işkenceler gerçekleştirme konusunda kimse müdahil olmadı. Böylece bir bütün millet, erkeği kadını, yaşlısı çocukları, gebeleri, anneleri, süt bebeklerini Arap çöllerine, sadece tek bir amaçla, hepsini açlık ve
ölüme mahkum etmek için sürdüler.
/…./
Ermenileri iki bin yılı aşkın bir süredir yaşadıkları topraklardan ülkenin tüm köşelerinden, taşlı dağ geçitlerinden, sahil bölgelerinden mizahi alay gibi gerekçelerle çöle sürdüler.Erkekleri ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirleyerek topluca öldürüyorlar, onları nehre veya dağlardan uçuruma yuvarlıyorlardı. Kadın ve kızları toplu müzayedelerde satıyorlardı. Yaşlıları ve gençleri kamçıların hoyrat dayağıyla sokaklara dolduruyor, yol inşa etmek üzere çöle sürüyorlardı. Ermenileri, yataklarından yarı çıplak çekerek, kentlerden gece gündüz sürüyorlardı; köylerde evlerini yakıyor, kilise ve manastırları yıkıyor veya camiye dönüştürüyorlardı. Çocuklarını ellerinde alıyor, hayvanlarını çalıyor, ağızlarından altın dişlerini söküyor, ellerindeki son ekmek dilimini de alıyorlardı.
Memurlar ve askerler, çobanlar ve komşular, sanki hepsi bu çılgın kanlı şölene katılmaktaydılar. Hayvani hislerini tatmin için kızları haremlerden kaçırıyor, hamile kadınları sokaklara sürüyor ve değneklerle kanlar içinde doğurana dek dövüyorlardı. Yoldan geçenler dehşetli bakışlarını işkenceler görmüş muhacirlerin sonu gelmeyen kervanlarından kaçırıyorlardı. Fakat o esnada da yol kenarlarında tezekler içinde boğulmuş yeni doğmuş bebekleri, cellatlarına ellerini uzatarak ekmek veya merhamet dilenmeye cüret eden aç çocukların kesilmiş ellerini görüyorlardı.

Ermenistan dağlarından inen kafileler başlangıçta onbinlerce sürgünden oluşuyordu. Halep varoşlarına sadece birkaç yüz insan ulaştı. Kırlar kararmış, şişmiş, tecavüze uğramış çıplak cesetlerle doluydu; onların elbiselerini bile çalmışlardı. Hava ölümün leş kokusuyla dolmuştu. Cesetlerin bir kısmı
zincirlerle birbirine bağlanmış halde Fırat sularında yüzüyordu, balıklara yem olmak üzere.
Silahlı nöbetçiler canlı kalanları alaya alıyor, kurbanların cellatların elindeki kırıntılar için nasıl yalvardığını görerek bir kez daha eğlenmek için açların ellerine un serpiyorlardı. Onlarsa avuçlarındaki unu, ekmek yapamayacaklarından yalamakla yetiniyorlardı, böylece ölümü biraz olsun erteliyorlardı.

Kürtler onları öldürüyor, bekçiler talan ediyor, kurşunluyor, darağacına asıyor, zehirliyor, boğazlıyor, boğuyor, bataklıklara atıyorlardı; salgınlardan, açlık ve susuzluktan, yabani köpeklerin saldırılarından ölüyorlardı. Çocuklar o kadar ağlayıp feryad ediyordu ki, kendi gözyaşları içinde boğuluyorlardı; anneler süt bebeklerini uçuruma fırlatıyor, çıldırmış hamile kadınlar şarkı söyleyerek kendilerini
Fırat’a atıyordu. Dünya üzerinde bütün zamanların bilinen tüm olası ölümleriyle ölmekteydiler.
/…/
Sayın Başkan. Bu halk tahayyül edilemez adaletsizliklere madur kalmıştır. Bu savaşa ilişkin yazılmış her şeyi okudum. Tüm dünyanın yaşadığı bütün dehşetlerden haberdarım. Hunhar mezbahalara dönüşmüş savaş meydanlarını, mayınlarla patlatılmış ve parça parça olmuş gemilere ilişkin, huzurlu kentlerin hava bombardımanlarına
ilişkin biliyorum. Ancak hiçbir millet, savaştan çok eziyetler çeken ne Belçikalılar, ne Sırplar, ne İngilizler, ne Ruslar, ne de Almanlar, Ermenilerin olduğu gibi böylesi adaletsizliğe madur kalmamışlardır. Belki de benzeri bedbahtlık ezeli zamanlarda vahşi ırkların başına gelmiştir. Ancak burada söz; yüksek bir medeniyet yaratmış, zengin ve heybetli bir tarihi olan, sanat edebiyat ve bilimde bedeli ölçülemez katkıları olan bir milletle alakalı. Bu halk birçok yetenekler, ünlü insanlar ruhani şahsiyetler vermiştir.
Sayın Başkan, burada mevzu bahis olan evlatları tüm dünyaya yayılmış,
bir kısmı ise uzun yıllardır Sizin de ülkenizde yaşayan Hıristiyan bir halka ilişkindir. Bu insanlar dünyanın hemen tüm dilleriyle konuşuyorlar, eşleri ve kızları çöl kumunda kazılmış çukurlarda değil, sallanan sandalyelere , ince sofra takımlarıyla süslü
masa etrafında oturmaya alışkındırlar. Onlar ehil tüccarlar, yetenekli doktorlar, bilim adamları, sanatçılar, ıssız toprakları bereketlendiren dürüst ve mutlu çiftçilerdi. Ve onların tek suçu, kendi dilleriyle konuşmaları ve kendi Tanrılarına inanmalarıydı. Savaş esnasında Anadolu’da gerçekleştirilen olaylardan haberdar olan ve
Ermeni halkının alın yazısını takip eden herkes, Ermenilere yönelik bütün sinsi suçlamaların, aşağılık yöneticiler tarafından kendilerinin sebebiyet verdiği insanlık dışı, hunharca ve gaddar şiddet eylemlerinin örtbas edilmesi için uydurulmuş sahte ve korkunç iftiralardan başka bir şey olmadığını bilir.
Hatta suçlamaların aslı olsaydı, acaba bu yüz binlerce masuma karşı uygulanan bu kıyıcılık haklı çıkarabilir mi?
Ben suçlunun İslam olduğunu sanmıyorum; tüm büyük dinlerin özü iyidir ve bazı Müslümanların icraatları, kimi Avrupalıların eylemleri sebebiyle bizi utanmak durumunda bırakmaktadır.
Ruhu saf olan bu ülkenin sıradan halkını da suçlamıyorum. Ancak dikta grubu yöneticilerin Türkiye’yi bir seferden kendi kendini yönetmeye yönelik moral haktan mahrum bırakarak ve aynı zamanda medenileşmeye yönelik onun kabiliyetlerine ilişkin inancımızı yıkarak, tarihin hiçbir kesitinde asla
halkı mutlu kılamayacağına inanıyorum.
Sayın Başkan, tarafsızlığıma inanınız. Size bir Alman olarak başvuruyorum. Halkım Türkiye’nin müttefikiydi, bundan dolayı, bu canice insan avının suç ortağı olarak suçlandık. Fakat affedilemez sürgüne izin verdiği için acı suçlamayı sadece Alman Hükümetine yöneltmemek gerek.Temmuz 1878’de Berlin Anlaşmasıyla tüm Avrupa Ermeni halkına güvenlik ve barış yönünde en umut verici teminatları vermekteydi. Acaba bu sözler hiç icra edildi mi? Hatta Abdülhamit’in başlattığı kitlesel katliamlar Avrupa’yı bir an bile menfattarlık ve tamahkarlık yolundan saptırmadı bile. Türkiye ve Müttefik Devletler arasında imzalanan, tüm dünyaya yayılmış Ermenilerin o kadar sabırsızlıkla beklediği ateşkes anlaşmasında «Ermeni meselesi» hemen hiç anılmadı. Acaba bu rezil oyunlar tekrar edecek ve Ermeniler tarihten tekrar hüsran dersleri mi alacaklar? Bu küçük milletin geleceği büyük devletlerin talep ve egoistlikleri sebebiyle görmezden gelinmemeli.

Sayın Başkan, kurtarın Avrupa’nın onurunu!Türkiye’deki Ermeni toprakları şimdi, sakinlerinin üçte ikisinin artık geri dönmeyeceği çöle dönüşmüş bozkırlardır. Rusya’nın Ermeni topraklarının Anadolu ve Kilikya’daki Ermeni vilayetleriyle birleştirilmemesi, izin verilemez bir hata olur. Birleştirilirse, Türk boyunduruğundan kurtarılmış, denize çıkışı olan Birleşik Ermeni Devleti yaratılmış olur.

Bu ülke bitaptır ve kendi başına tekrar dirilemez. Zanaatlar, ticaret ve üretim son nefeslerini vermekteler. İmha edilen sakinler asla tam olarak yerine gelmez. Sürgün edilen Ermenilerin evlerin ve yüzyıllarca biriktirdikleri servetleri açgözlü cellatlar tarafından talan edildiler, iç edildiler. Binlerce Ermeni’yi zorla Müslümanlaştırdılar, binlerce çocuğu kaçırdılar, binlerce kadın ve kızı Türk haremlerinde köleleştirdiler. Bu insanların hepsine garanti edilmiş özgürlük gerekli. Çöllerden yurtlarına dönecek olan tüm
takibat kurbanları, kaybettikleri için tazminat almalılar. Yetimleri toplamak ve yetiştirmek gerek. Bugün bu halka gerekli olan sevgidir, bundan uzunca süredir mahrum kalmıştır. Bütün bunların hepsi, hepimizin ortak günahının tanınması olur.Bu mektup manevi vasiyetimdir. Benim ağzımdan binlerce kurbanın sesi konuşuyor. Bu, tüm zamanlarda duyulmaya hakkı olan tek sestir, bu hümanizmin sesidir.
Armin T. Wegner
Armin T. Wegner, Alman yazar, fotografçı, barış eylemcisi. 1886 Wuppertal doğumlu, ölümü 1978 Roma…
Exspresyonist yayın geleneğinden. 1.
Dünya Savaşında, sağlıkçı olarak Osmanlı İmparatorluğun’da görevli. 1915-16 da Ermeni Soykırımın göz tanığı. 1916 yılında, Türkiye’de Ermeni kırımlarını fotoğraflamak suçlamasıyla Türkiye’den sınır dışı edildi.
© Armenian National Institute, Inc.,
courtesy of Sybil Stevens (daughter of
Armin T. Wegner).
Wegner Collection, Deutches Literaturarchiv, Marbach & United States Holocaust Memorial Museum.

Yorumlar kapatıldı.