İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Meselesi dokunulmazlığı

Suna Aras
Çocukluğumda bir insanın bir insana haksızlık yaptığında “gaddar Veli”  diye itham edilmesi beni hep düşündürmüştü. Bir gün bunun ne anlama geldiğini anneanneme sorduğumda şöyle bir “öykü” anlatmıştı bana. “Diyorlar ki bu gaddar Veli bir zamanlar sınırın öte tarafına geçerek yedi tane Ermeni’nin başını kesmiş. En son gidip bir baş daha kestiğinde, Ermeni’nin kesik başı onu sınırın bu tarafına geçene kadar, yuvarlana sıçraya kovalamış.Kestiği başlarla övündüğü için de adı “gaddar Veli” kalmış”. “Niye kesmiş bacı?” (anneanneme bacı derdim) “ne bileyim ay kızım, gaddarlığından kesmiş. Soymak için kesmiş. Ehhh kes sesini de beni günaha sokma” diyen anneannemin yüzünde, başı kesilmiş Ermeniler için bir üzüntünün derinleştiğini hissetmiştim.

Bu öyküyü dinledikten sonra uzun süre geceleri dışarı çıkamamış, arkamdan hep bir kesik başın yuvarlanarak geldiğini düşünüp korkmuştum.
İlk Ermeni sözcüğünü o zaman duymuş, hafızamın bir yerine “kesik baş” olarak kazımıştım…
O tarihten sonra her muharrem ayında,  camilerde okunan mersiyelerde, “İmam Hüseyin’in kesilen başı ağıtlarla anıldığında, o kesik başı anımsayıp ürpermiştim…
Azınlık Duyguları
1999’ da Yusuf Çetin’le birlikte Agos gazetesini ziyaret ettiğimizde Hrant Dink bizi kocaman gülüşüyle karşılamış, Paskalya bayramı olduğu için, boyalı yumurtalar ikram etmişti.
Tıpkı biz Azerilerin Nevruz bayramında, soğan kabuklarıyla boyadığımız, misafirlerimize ikram edip, çocuklara dağıttığımız yumurtalar gibi. Sımsıcak, samimi bir konukluğun ardından oradan ayrıldığımızda, Hrant bana, keten kumaş üzerinde, Ermeni harflerinin yazılı olduğu bir pano, ben de ona “İn İnsana” adlı şiir kitabımı vermiştim.
Bir hafta sonra Agos gazetesinin ön sayfasında “Azınlık Duyguları” adlı şiirimi okuduğumda şaşırmıştım. Bu jest benim için, bir Ermeni’nin bir Azeri’ ye uzattığı barış çubuğu değerindeydi ve gerçekten çok önemliydi. İşte o şiir: “Azınlık Duyguları”. “Acım/ acı çekiyor acının karşısında/ Azınlıklar dünyasına bakınca/ Suskun tedirgin mutsuz// Diline göz kırpıyor perdeler çekilince/ Çocuklar unutmasın diye adımlarını/ Başlarlar sözcükleri gizlice yürütmeye// Bu duygunun şiirini yazmayı düşündüm de/ Dipnotlar çoğaldıkça şiirler ertelendi/ Ben dünya insanıyım diye düştüm yollara/ Bütün parmaklar bana sınırları gösterdi.” Gerçekten de bu şiir Agos gazetesinde yayımlandıktan aylar sonra, Azeri kökenli tanıdığım biri bana sınırlarımı şöyle hatırlatmıştı. “Bak Ermeniler için kalem oynatman Kürtlerin yanında yer alarak, Kürtçülük yapmana benzemez. Öyle insan hakları falan diyerek bölücülerle birlikte hareket etmeye de benzemez. Akıllı ol. Özüne hainlik edeni kimse affetmez.”
Bu tehdit kokan sözlerin o uyarıcının fikri olduğuna inanmamıştım. Agos gazetesinin farkında bile olduğunu sanmıyordum. Bu uyarının kimden ve ya kimlerden geldiği, kimin sözcülüğünü yaptığı bir süre kafamı kurcalasa da unutup gitmiştim.
Ekrem Ehlisli olayına kadar…
Öncelikle had bildirimcilere, niyet okuyuculara, sevgi ölçer birimlerine, şunu belirtmek istiyorum ki; ben bir birey olarak, vicdanımın işaret ettiği anlamda düşünüp taşındıkça, artı hiçbir tanıklığa ve belgeye gerek duymadan, Ermenilerin üzerinde uygulanan zulüm politikasının soykırım olduğuna inanıyorum. Çünkü hiçbir mantık bana, bir devletin sınırları içinde olup bitenden sorumlu olmadığını anlatamaz. Çünkü hiçbir mantık bana, savaş karmaşalığını bahane ederek, bütün Ermeni’leri kadını kızıyla, yaşlısı hastasıyla, çoluk çocuğuyla hep birlikte, toptan,  başarmaları mümkün olmayan bir sürgüne çıkarmanın haklı gerekçesini bulamaz. Çünkü hiçbir mantık bana; Ermeni asilerinin Ruslarla işbirliğinden söz ederek, kendi halinde, olup bitenle hiçbir ilgisi olmayan, ekmek kavgası peşinde, günlük hayatın didişmesi içinde yaşamaya çalışan Ermenileri, toptan suçlu ilan ederek, o ölüm yolculuğuna çıkarmanın, zaten bir soykırım politikası olmadığını söyleyemez…
Kendimi bir insan olarak, o ölüme sürgün insanların arasında düşündükçe,  kendimi bir Ermeni kadınının, bir Ermeni kızının, bir Ermeni insanının yerine koydukça, tarifi mümkün olmayan bir sızıyla sarsılıyor vicdanım. Tarifi mümkün olmayan bir acı, bir öfke kaplıyor kalbimi. O ölüm yolculuğu sırasında o insanların uğradığı kırımı, haksızlığı, açlığı, susuzluğu, çaresizliği, hakareti, kadınların kızların maruz kaldıkları eziyeti, tecavüzü düşündükçe, saç diplerimden tırnak uçlarıma kadar, bedenimin her zerresi isyanla sarsılıyor. Kendi ailemi o ailelerin yerine koyup, nasıl tarumar edildiklerini düşündüğümde yüreğim kavruluyor. Ölümden arta kalan çocukların,  ölümün bin bir yüzüyle tanıştıklarını, zulmün bin bir çeşidine tanık olduklarını, sefil ve yetim bırakılarak, nasıl “besleme” durumuna düşürüldüklerini bilince çıkardıkça, içim kuruyor içim…
O tarihlerde nüfusun yüzde onu olan Ermeni halkının, bugün sayılarının elli altmış bin kalmasının anlamı nedir? Kendi kendilerini mi yok ettiler?
Bu ülkenin ilk gözaltı kayıpları Ermeni aydınları ve kanaat önderleri değil mi?
Hadi diyelim ki; soykırıma uğratılan Ermeni’ler o savaşçı yılların karmaşasına kurban gittiler.
Varlık vergisi adı altında inlettiğimiz, altı yedi Eylül olaylarında talan ettiğimiz, evlerini ocaklarını başlarına geçirdiğimiz, taş ocaklarında, yaşlısı, hastası genciyle ölüme mahkûm ettiğimiz azınlıklardan ne istedik? Onlar da mı Ruslarla işbirliği içindeydi? Ermenilere karşı yürütülen bu acımasız politikanın da, soykırımdan arta kalan Ermenileri yok etmek, ülkeden kaçırmak politikası olmadığını kim söyleyebilir?
Bütün bu yaşatılan acıları göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de, Osmanlı devletinin izlediği politikayı izlemiş olduğunu, hangi aklı yerinde olan insan inkar edebilir ki?
Bu devletin kendi yurttaşları olan Ermenilere yaşattığı bunca acıyı, bir özür hafifletecekse, neden olmasın? Milyonca insanın ölümüne karşı bir özür çok hafif bir bedeldir. Hatta bedel bile sayılmaz. Ha “özür” “kabul etmek anlamına gelir” diye düşünülüyorsa, bütün dünyanın ve bizzat kendimizin bildiği bir gerçeği, kendi kendimize inkar etmek, çok sağlıklı bir ruh hali olmasa gerek. İşte bu sağlıksız ruh hali, Hrant Dink’i hayatımızdan kopardı.
Bizi azalttı…
Dünya iyisi bir kardeşten yoksun bıraktı…
Başımıza Devletten çok Devlet kesilenler
Ermeni meselesi oldum olası yasaklı ve tehlikeli bir bölgedir biz Türkler için. Hele de Azeri kökenliyseniz ağzınızı açtığınız an, birileri tarafından “haddiniz bildirilir.” Bunun böyle olduğuna Ekrem Ehlisli olayında, bir kez daha “had bildirimlerine” uğrayarak yaşadık. Bir bellek hatırlatması yapmak gerekiyorsa, Azerbaycan’da yaşayan ve gerçekçi bir halk yazarı olan Ekrem Ehlisli “Taş Rüyalar” adlı öyküsünde, çocukluğunda tanık olduğu, Ermeni katliamlarını anlattığı için, Ekrem  Ehlisli’nin başına gelenler, pişmiş tavuğun başına bile gelmemiştir. Başına, kulağına ödül konulmuş, kendisinin ve ailesinin bütün kazanımları elinden alınmış, ırkçı ve faşistler tarafından “baltanı kap gel” çağrısına uyan yığınlar, evinin önünü günlerce işgal etmiş, kitapları cenaze namazı kılınarak gömülmüş, hayatı tehlikeye sokulmuş ve hâlâ tehlike altındadır Ekrem Ehlisli’nin hayatı. Başta Ragıp Zarakolu  ve Engin Aydın olmak üzere bir grup aydın yazar Ekrem Ehlisli’nin üzerindeki bu insanlık dışı baskıları, basın açıklamasıyla kınayarak bir takım girişimlerde bulunmuşlardı. Ben de üyesi bulunduğum Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz’le birlikte bu basın açıklamasına katılarak, bu konuyla ilgili düşüncelerimi dile getirmiştim.  Ardından İnsan Hakları Derneği’ne “Ekrem Ehlisli’nin hayatı tehlikededir” diye başvuruda bulunmuş, bir takım eylem planları yapmış ama bir kişi dışında, Azeri arkadaşlar tarafından yalnız bırakıldığım için başaramamıştım. Tabi ki had bildiricileri anında tırnaklarını sivriltmişlerdi. “Kanınız bu kadar mı bozuldu?” “Hocalıda yaşananları ne çabuk unuttunuz?” “Kürtçülükten Ermeniciliğe terfi mi ettiniz”, “Zavallı piyon” “Ekrem Ehlisli üzerinden oynadığınız ve hazırladığınız oyuna yazıklar olsun” “özüne hain balta” işte bu “özüne hain balta” ve Kürtçülükten Ermeniciliğe terfi” göndermeleri, sınırı gösteren parmakları bir daha hatırlattı bana.
Hocalı katliamına gelince…
Tabi ki Hocalı’da yapılan katliamı vicdanı olan her insan gibi ben de unutmadım.
Hocalıda çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç demeden, Ermeni güçleri tarafından,  Azerilere yapılan katliam için de içim yanıyor. Katledilen Ermeniler için hangi duyguları taşıyorsam, Hocalı katliamı için de aynı duyguları taşıyorum. Vicdan sahibi Ermenilerin de Hocalı katliamı için içlerinin yandığını, vicdanlarının sızladığını, kalplerinin acıdığını, bu katliamı vicdani bir yük olarak taşıdıklarını, bu katliamı bir etnik temizlik olarak gördüklerini biliyorum. Daha fazlasını merak edenler için; Rober Koptaş’ın Agos gazetesinde 04 Mart 2013 tarihinde kaleme aldığı “Hocalı Sorumluluğu” yazısını okuyabilirler…
Üç maymunu oynayarak, vicdanımızın dışında yaşayarak insan olamayız…
Son olarak, şu had bildiricilerine şunu söylemek istiyorum:
Nefret insanı çürütür, kin kör eder…  İnsanı insanlıktan çıkaran, birileri tarafından milliyetçi duygular pohpohlanarak omzunuza bindirilen bu ağır yükten bir an önce kurtulmanızı tavsiye ederim.
Kendi adıma ne bu yükle yaşamak, ne bu yükü taşımak, ne de bu yüke ortak olmak istiyorum… Had bildirme hakkını kendinde görenler, önce kendi hadlerini bilecekler.
Osmanlı Devlet’inin Ermenilere “Tehcir” adı altında uyguladığı soykırım politikasını savunmak zorunda değilim. “Sözde” diyerek de bu suça ortak olamam. Zulüm yapan Türk devleti diye, “varlık vergisi” adı altında, azınlıklara yapılan zulme göz yumamam… Bu benim bir birey olarak insan kimliğimi inkar etmem, vicdanımı bu ırkçı, inkarcı politikalara teslim etmem anlamına gelir ki; ölmeyi tercih ederim. Zaten; devletlerin kirli sistemi içinde, mecburi ikametgahımızdan dolayı yeterince kirlenmişiz. Artı bir çaba harcamanın anlamı da yoktur. Yaşadığımız bu dünya yüzü de,  parça parça edilerek, devlet ve bayrak işgali altına alındığından, biz “soyu tükenmişler” de, bu dünya yüzünde gideceğimiz başka bir yerimiz olmadığı için, bu dünyada yaşamak zorundayız.
Madem bu dünya üzerinde doğup büyümüşüz, madem bu ülke sınırları içinde birlikte yaşıyoruz, en azından birbirimizi anlamayı denememiz gerekmez mi?
Bize düşen; din, dil, ırk, renk gözetmeden, yaşatılan acıları nefretin küfründe hiçleştirmeden, sevgimizi kinin kuyusuna gömmeden, vicdanımızı devletlerin acımasız politikalarına “piyon” etmeden, birbirimizi anlamaya çalışmak ve sevmektir.
Vicdanımızı, insanı insan yapan değerlerle donatmaya çalışmaktır.
O kadar çok aşınıp aşındırıldık ki fazlası lükse girer.
Akla ve kalbe zarar verir. Benim bütün derdim budur.
Benim bütün derdim insan kalmaktır…
“Gelecek Hocalı’nın acısını yüreğinde duyan Ermenilerle, Sumgayit’ten ötürü üzülen Azerilerin ve onlar gibilerindir.” diyor sevgili Rober “Hocalı sorumluluğu” yazısının son satırında…
Bütün kalbimle katılıyorum…
İnkar etmek tarihi bir gerçeği yok edemez…
Bu kuşaktan kuşağa aktarılan vicdani bir yüktür.
Yara sarıldıkça, acı paylaşıldıkça hafifler…
Bu topraklarda dökülen gözyaşı o kadar çok ki!
Gözyaşlarını silmek de, yaraları sarıp acıyı hafifletmek de vicdanı olanlara düşer…

Yorumlar kapatıldı.