İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türklükle mücadele etmeden sömürüyle mücadele, nereye?

Ayşe GÜNAYSU
“Kürt sorunu asıl verilmesi gereken mücadelenin önünde engel oluşturuyor. Yoksulluğu tartışamıyoruz, sömürüyü tartışamıyoruz, tüm kesimleri etkileyen emek sömürüsünü tartışamıyoruz. İnanılmaz bir neoliberal saldırı ve yağma var. Tüm bunlar olurken biz anayasadaki bir Türk sözcüğünün etrafında kıyametler koparıyoruz.” Bunu söyleyen, İzmir TAKSAV Temsilciliği’nde düzenlenen “Barış Süreci ve Anayasa Tartışmaları” başlıklı söyleşide konuşan CHP Denizli milletvekili İlhan Cihaner.Bu sözlerin sahibinin bir CHP’li olması bizi yanıltmasın. Aslında bu, kendini samimiyetle solcu hisseden birçok insanın, bunca sömürü, bunca yoksulluk varken bu “Kürt sorunu” yüzünden esas mücadelemizi veremiyoruz hissiyatının bir ifadesi.

Aslında sınıf savaşı vereceklerin ellerini tutan yok, sendikalar kapı gibi duruyor, grev hakkı var, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlığa gitme imkanı var, iş kazalarına karşı mücadele yolları açık, ama biz bunu şimdi bir yana bırakalım da soralım: Sahi, 1980’e kadar ülkede temel çatışma dinamiği sol ile sağ, işçiyle patron arasındaydı. Bu dinamiğin 80’den sonra devletle Kürtler arasındaki çatışmaya evrilmesi, eksendeki bu kayma nasıl gerçekleşti? Ne oldu da devleti esas uğraştıran, bedel ödeten, sosyalist hareket olmaktan çıktı ve bunu başaran Kürtler oldu? Ne oldu da “komünist” öcüsünün yerini “bölücü” öcüsü aldı? Ne oldu da yalnızca silahlı sol örgütlenmeyi değil, geniş kitleleri kapsayan o kadar canlı, dallı budaklı, dev bir dalga halinde kabaran ve insanları kendisine çeken genel sol hareketi 1980 darbesiyle -hakem 10’a değil, 100’e kadar saysa da yerinden kalkamayacak şekilde –  nakavt eden devlet, Avrupa’nın en büyük, NATO’nun ABD’den sonra ikinci büyük ve de en son teknolojiyle donatılmış 700 bin kişilik ordusuyla, motorize gücü, helikopteri olmayan, kilometreleri mekaplarıyla yaya aşan, dedikleri gibi “bir avuç” Kürt gerillayı 30 yıldır yenemedi? Sosyalist hareketin dayanıksızlığı ile Kürt hareketinin dayanıklığı arasında nasıl bir bağlantı var?
Bunun dört başı mamur bir tarihsel, sosyolojik, politik, stratejik analizine gücüm yetmez. Ama aklımdan önce kalbim diyor ki, bu ülkenin çok özel tarihi nedeniyle Türklükle mücadele etmeden sömürüyle mücadele etmeye kalktığımız için, sistemi temelinden sarsan Türk sosyalist hareketi olamadı ama Kürt özgürlük mücadelesi oldu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde, birazdan alıntılar yapacağım Barış Ünlü’nün deyişiyle “Türklük Sözleşmesi” yatıyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin dayandığı kitlesel tabanı bir arada tutan harç, ırkçılıkla iç içe geçmiş bir Türk milliyetçiliği. Yani zulmün çarklarını döndüren sadece sermayenin egemenliği değil, onun kadar, hatta onu var eden, köklerinin tutunduğu ve beslendiği toprak, Türklüğün egemenliği.
Bu yüzden de, bu kan kokan, her yeri cinayet mahalli olan, dağı taşı işlenmiş dehşet verici suçların tanığı olan bir coğrafyada yoksulluk ve sömürü ile mücadele, Türklükle mücadeleyle birlikte verilmediği sürece sistem içi kalmaya ve kolayca ezilmeye mahkumdur.
Türklük diyorum. Türklük derken kandan, soydan, tek tek Türklerden bahsetmiyorum. Hatta bunun için “Türkler” bile demiyorum. Türklük diyorum. İnşa edilmiş, toplumun damarlarına enjekte edilmiş, mümkün olan her araçla beslenmiş, semirtilmiş bir bilinç halinden bahsediyorum. Ceketim olsa önünde ilikleyeceğim, maalesef adını ilk kez duyduğum Barış Ünlü’nün Türklük tanımının tam yeri:
“Türklük, üzerine düşünülmeyen, farkında olunmayan, sorunsallaştırılmayan, görelileştirilmeyen bir varoluş hali. Türklük, Türk olmanın imtiyazları, avantajları, duygusal ve düşünsel limitleri üzerine düşünememe durumu. Diyelim bir Türk liberali, bir meseleye yaklaşırken bir liberal olarak yaklaştığını, yani evrensel değerlerle baktığını düşünür. Bir Türk liberali olarak baktığı ve dolayısıyla bir sürü şeye de bakamadığı aklına gelmez. Bu sorun Marksistlerde daha da çarpıcı. Sınıfsal yaklaşıyorum, enternasyonalistim, kimlik siyaseti yapmıyorum, dediği ölçüde Türktür. Enternasyonalist olmanın ilk şartı başkasındaki Kürtlüğü değil, kendindeki Türklüğü görmek. Duygularının, düşüncelerinin, ilgi alanlarının Türklükle ne kadar gölgelenmiş olduğunu idrak etmek. Tabii Türklüğün lümpen, seçkin, İslami ve sosyalist halleri farklı. Katı, sıvı ve gaz halleri gibi. Ortak noktaları ise, Türklükleri ve Türklük imtiyazları üzerine düşünmemek.” (Agos, http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=turkluk-sozlesmesi-anayasanin-ustunde&haberid=4737)
Bizim sosyalist sol, evet, tam bu anlamda bir Türk sosyalist soluydu. Benim de içinde olduğum, aynı körlüğü dibine kadar yaşadığım sosyalist/komünist hareket, ne kadar enternasyonalist olduğunu iddia ederse etsin, Türk işi bir enternasyonalizmdi. Hemen yanıbaşımızdaki Kürt dışında, atalarımızın mallarının üzerine oturduğu Ermeniler, Süryaniler, Rumlar dışında herkese, ama herkese, Latin Amerikasından, Afrikasına, uzak doğusunda Vietnamına, Kamboçyasına kadar herkese enternasyonalisttik. Dünyanın bütün egemenlerinin suçlarını biliyorduk, bu suçlara lanet yağdırıyorduk da, kendi devletimizin, kendi ulusumuzun diğer uluslara karşı işlediği suçlarla görülecek hiçbir hesabımız yoktu. Çünkü Türklükle hiçbir alıp veremeyeceğimiz yoktu. Okullarda her sabah hep bir ağızdan bağıra bağıra söylediğimiz “Andımız”la ne kadar, ama ne kadar barışıktık. “El pueblo unida jamas sera vencido” sloganını  boğazımızı yırtarcasına atarken, “Şili’de halk bugün savaşıyor…” diye başladığımız Venceremos marşını söylerken kendimizden ne kadar, ne kadar memnunduk.
Oysa devrimcilik yaptığımız bu coğrafya, dünyada başka örneği olmayan bir ülkeydi. Yerli Hıristiyan halkların – hem de öz be öz anayurtlarından – tek kelimeyle kökünün kazındığı, yaşam alanlarının haritadan silindiği, mal varlıklarına el konulduğu, izlerinin bile silindiği bir ülkeydi. Hıristiyanlardan sonra sıra Türk olmayan Müslümanlara ve Alevilere geldi. Kürt illerinde başka bir hukukun işlediği gerçeği, jandarma dayağı, yargısız köylü infazları, PKK ayağa kalkıncaya kadar gündemimizde bile yoktu. Oysa Fikret Otyam 1963’te ailelerimizin okuduğu Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan gezi notlarında jandarma albayının köy meydanında bir köylüyü, köy halkının, karısının çocuklarının gözü önünde hiç yoktan tekmelerle dövdüğünü fotoğraflamış, adamın “vur, vur öldür, bizimki yaşamak mı” dediğini yazmış, altına bu sözlerin Kürtçesini de koymuştu. Sonra bu notlar kitap oldu. Ama biz GÖRMEDİK. Çünkü Türklük böyle bir haldi. “Görme/görememe” haliydi. Ne demiş Barış Ünlü: “Türklük, bu sözleşme [devletin kurucu sözleşmesi, Türklük Sözleşmesi] sayesinde doğmuş, ama bu sözleşmenin farkında olmayan bir duygulanma/duygulanamama, düşünme/düşünememe, görme/görememe, duyma/duyamama, empati kurma/empati kuramama dünyası.”
Bu yüzden harekete geçirdiğimiz işçi sınıfının aslında devletin kendisiyle bir sorunu yoktu. Patronlara ve hükümetlere kızıyordu. Ama devlet, onların devletiydi. Bu yüzden 15-16 Haziran fotoğraflarında işçiler kadar Türk bayrakları da başroldeydi.
Şimdi bu Türklük hali memleketin en aydın, en bilgili, en donanımlı, saygın insanlarının yaptıkları ettikleri, dedikleri, yazdıklarında da kendini gösteriyor.
Uzaktan çok saydığım, kesinlikle solda, kesinlikle muhalif, ortak sevgili dostumuz nedeniyle de kişi olarak da -uzaktan- sevdiğim bir akademisyen, milliyetçiliği konu alan bir panelde güzel yüzünden alabildiğine derin ve yoğun bir ifadeyle, gayet zarif,  “kimlik siyasetine karşıyım” demişti. Şöyle olmuştu: Türkiye’deki milliyetçilikten başlayıp bunu dünyada yükselen bir trend olarak milliyetçiliğe bağlamıştı. Benim de hiç aklımdan çıkmıyordu. Bir türlü öfkemi aşamıyordum. Çünkü Hrant Dink’in katlinin hemen ardından İletişim Yayınevi’nde 6 Ekim 2007’de düzenlenen panele “Yükselen Küresel Irkçı Hareketlerin Bir Uzantısı Olarak Hrant Dink Cinayetinin Yeniden Değerlendirilmesi” adını koymuşlardı. Efendim? Pardon? Hrant Dink cinayeti, yükselen küresel ırkçı hareketlerin bir uzantısı mıydı? Doğru mu okuyordum? Bir soykırım ülkesinde, soykırımın inkarıyla soykırımın sürdürüldüğü bir ülkede tek başına Ermenilerin haklarını anlatmaya çalışan bir Ermeni gazeteci öldürülüyordu ve bu “yükselen küresel ırkçı hareketlerin bir uzantısı”ydı öyle mi? İşte Türklük hali budur arkadaşlar.
Neyse, içimde bitmeyen bu isyanla, o saygı duyduğum kadın akademisyene panelin soru-cevap bölümünde sordum: “Türkiye’deki milliyetçiliğin uluslararası milliyetçiliğin bir parçası olduğunu söylediniz, ama Türkiye’nin ayırt edici bir özelliği yok mu? Bir soykırım ülkesi olması, halkların toptan yok edildiği bir ülke olması, şu anda da Kürtlere yönelen ırkçı şiddet, buradaki milliyetçiliği devam eden ırkçı bir zulmün faili haline getirmiyor mu?” Cevap olarak birkaç dolambaçlı cümle arasında kulağıma çalınan, “ben kimlik siyasetine karşıyım” oldu. Barış Ünlü demiş ya, kişi “kimlik siyaseti yapmıyorum dediği ölçüde Türktür,” diye. O saygın akademisyen de tepeden tırnağa Türktü.
Hannah Arendt, o büyük kadın, “size Yahudi olarak saldırılıyorsa, kendinizi Yahudi olarak savunmak durumundasınızdır, bir Alman olarak değil, bir dünya vatandaşı olarak değil, bir insan hakları savunucusu olarak değil” demiş (Essays in Understanding, s.12). Bu durumda Hannah Arendt, o büyük kadın, o kötülüğün arkeolojisini yapan ve bize çok şey öğreten kadın kimlik siyaseti mi yapıyordu yoksa?
Türklük kendini burada da gösterir. Ermeni olduğu için saldırıya uğrayan Ermeni kendini bir Ermeni olarak savunduğunda, Kürt olduğu için saldırıya uğrayan Kürt bir Kürt olarak kendini savunduğunda, kibarcası kimlik siyaseti yapmakla, daha açıkçası milliyetçi olmakla suçlanır. Gayet Kürt yandaşı ve de gayetiyle Ermeni yandaşı tarafından bile kimi zaman kibarca, kimi zaman çok kaba bir şekilde azarlanabilir. Çünkü o Kürt yandaşı karşısındakini Kürt, ya da Ermeni olarak görüyordur ama kendisinin Türk olduğunu göremiyordur.
Barış Ünlü’ye bir kez daha kulak verelim. Türklük Sözleşmesi dediği şeyi anlatıyor: “İşte bu sözleşme, Türkiye’deki sınıf yapısının, burjuvazinin, resmi ideolojinin, yargının, sosyal bilimlerin üzerinde yükseldiği ve onu sürdürdükleri kurucu anlaşmadır. Dolayısıyla son derece güncel bir meseledir. Tarihte kalmış bir şey değildir. Türkiye tarihinin ve bugününün en önemli ve en açıklayıcı meselesidir.”
Bu yüzden de bu sözleşmeyi yırtıp atmayı hedeflemeyen hiçbir sınıf mücadelesi, “neoliberal politikalar”la mücadele, yoksulluğa karşı mücadele, gerçekten sistem karşıtı bir mücadele olmayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.