İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihçilere bırakmayalım

Amed Gökçen

Herhangi bir konuda “kadrolu” olmayan akademisyene ihtiyaç duymayan -hatta ciddiye almayan- devlet yetkililerinin, örneğin 1915 olaylarını akademisyenliğin belalı savunucuları olan tarihçilere havale etmesinin insani bir amacı olduğunu düşünmek, en klasik tabiriyle saflık olur. Çünkü “1915 olaylarını tarihçiler çözsün” demek, çok açık bir şekilde, “ben bu işi çözmek istemiyorum” demenin politik zemine oturtulmuş, kulağı tırmalamayan halidir. Halbuki soykırım tartışmaları sadece tarihçilere bırakıldığı andan itibaren bu konunun yıllarca sürecek bir tartışmaya dönüşeceği ve aslında aynı politik mecralarda yer almalarına rağmen, tartışmanın tüm taraflarının ürettiği çok sayıda “ama”nın konuyu içinden çıkılmaz tarihi bir kuyu haline getireceği de ortada.

***
‘Çözüm süreci’ni genişletmek, Türkiye’nin tartışmalı konularını ve ‘sorun’larını tıpkı şimdilerde gösterilen hoşgörü çerçevesinde olduğu gibi yeniden değerlendirmek gerekiyor
Haber: AMED GÖKÇEN* / Arşivi
Türkiye ’nin, kökleri yüzyıl öncesine dayanan en önemli siyasi sorunu neredeyse yüz günde “çözüm” aşamasına girmiş görünüyor. Her ne kadar tarafların uzlaştığı başlıklara ilişkin henüz net bir bilgiye sahip olunamasa da gelinen aşama itibarıyla artık, sonuç her ne olursa olsun, tartışmaların başladığı yere dönülmeyeceği söylenebilir. “Çözüm süreci” adıyla tanımlanan bu dönem -doğal olarak- sadece Kürtlerin talepleri göz önüne alınarak inşa ediliyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti , Osmanlı’dan miras kalan sorunlara yenilerini eklemekte hiç de başarısız olmadı ve daha cumhuriyetin ilk yıllarından başlayan bir şekilde bu sancılı tarihe yeni olaylar eklemeyi bildi. Dolayısıyla bu haliyle “Kürt Sorunu”, Türkiye’nin ne ilk ne de son çözüm bekleyen konusu.
Elbette ki Kürtlerin taleplerini herhangi bir şekilde karşılamış olmak, yakın dönem Türkiye’nin kanlı tarihine bir son verilmesi açısından oldukça önemli. Fakat bu sürecin toplumsal barışa ve Türkiye’nin hasır altı edilemeyecek derecede büyük insani sorunlarının çözümüne yönelik atılan ilk adım haline dönüşmesi, onu çok daha kutsal bir hale getirecektir. “Çözüm süreci” toplumsal barışın ilk evresi olarak planlanmayıp sadece Kürtlerle “barışmak”la sınırlı kalırsa kelimenin tam anlamıyla sadece Kürtlerle “barışılmış” olur. Ermenilerin, Rumların, Musevilerin, Süryanilerin, Ezidilerin, Alevilerin ve hatta Müslümanların bekleyen talepleri, bu toprakların ilelebet takipçisi olacaktır. O sebeple bu toplulukların, etrafında beliren “sorun”ların ekonomik, insani, siyasi ve kültürel etkisine bakılmaksızın sürece dahil edilmesi, toplumsal barışın da sağlanmasının en temel ayağını oluşturacaktır.
Halihazırda var olan sorunların temelinde nelerin yattığı unutularak yapılan tartışmaların nihayetinde, “En azından tartışabiliyor ve konuşabiliyoruz” gibi bir garip teselli siyasetine teslim olmak, barışa ve yüzleşmeye değil, tamamen körleşmeye yol açacaktır.
Yüzleşebilmenin önemi
Kısa vadede çözüme ulaştırılamamış, tarafların konuşamadığı ve belgeler, arşivler, anılar, bürokratik hezeyanlar arasına sıkışmış tüm olaylar, zaman içinde geçmişin gerçekliğinin üstünü titizlikle örtebilir veya mahiyetini değiştirebilir. Bu durumun yol açacağı körleşme sadece zalimin değil, mağdurun da aleyhine işleyen bir süreci içerir. Örneğin 1915 olayları etrafında oluşan siyasi mekanizmaların birçoğu, 1915 ve sonrasında yer alan tüm tarafların sorunun çözümüne destek olmaktan çok tarafların kendi klişelerini yaratma çabasına destek verdi. 20. yüzyılın başından itibaren ayak sesleri duyulan ve 1915’te nihai amacına ulaşan olaylar silsilesinin, üzerinden bir asır geçmesine rağmen halen, “soykırım” olarak mı, yoksa olmuş bitmiş bir “katliam”, bir “felaket” ve onun sonucu olan bir “mesele” veya “sorun” olarak mı tartışılacağına karar vermeye çalışmak, yaşanan acıları yeni politik tartışmaların esiri olarak önümüzdeki birkaç yüzyılın çözülememiş sorunları arasına havale edecektir.
Öte yandan geçmişin bir bölümünde yaşanmış, “sorun” olarak adlandırılan olayların Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Ezidilerin, Rumların ve Musevilerin adıyla birlikte ve sanki Ermeni, Rum veya Kürt olmanın ayrılmaz bir parçasıymış gibi görülmesi; onların her an farklı bir “sorun”a yol açabilecek bir topluluk olarak algılanmalarına da neden oluyor. Bu sebeple, örneğin Ermeni toplumunun önemli bir bölümünün başlıca talebi Ermeni olmanın, Ermeni kültürünün ve hatta “Ermeni sorunu”nun dahi bir sorun olmaktan çıkarılmasına yöneliktir. Mevzubahis olan toplulukların talepleri elbette ki geçmişte yaşanan olayların açığa çıkarılmasından bağımsız düşünülemez. Bu sebeple “Çözüm süreci” yelpazesini genişletmek ve Türkiye’nin tartışmalı konularını ve “sorun”larını tıpkı şimdilerde gösterilen hoşgörü çerçevesinde yeniden değerlendirmek ve bir tanışma, konuşma, yüzleşme zemini yaratmak gerekiyor.
Belgelerin dili olsa…
Yakın döneme ait olmayan neredeyse tüm olayların çözümüne veya değerlendirilmesine ilişkin -özellikle devletler tarafından- başvurulan ilk adres tarihçilerdir. Herhangi bir konuda “kadrolu” olmayan akademisyene ihtiyaç duymayan -hatta ciddiye almayan- devlet yetkililerinin, örneğin 1915 olaylarını akademisyenliğin belalı savunucuları olan tarihçilere havale etmesinin insani bir amacı olduğunu düşünmek, en klasik tabiriyle saflık olur. Çünkü “1915 olaylarını tarihçiler çözsün” demek, çok açık bir şekilde, “ben bu işi çözmek istemiyorum” demenin politik zemine oturtulmuş, kulağı tırmalamayan halidir. Halbuki soykırım tartışmaları sadece tarihçilere bırakıldığı andan itibaren bu konunun yıllarca sürecek bir tartışmaya dönüşeceği ve aslında aynı politik mecralarda yer almalarına rağmen, tartışmanın tüm taraflarının ürettiği çok sayıda “ama”nın konuyu içinden çıkılmaz tarihi bir kuyu haline getireceği de ortada.
Tarih disiplini belli sıradanlıkların dahi ardında sarsıcı ve farklı bir gerçekliğin yattığını gösterebilir. Bu gücü elinde tutan bizatihi tarihçinin kendisi olması sebebiyle tarihçiye verilen önem ve bu önemin kamuoyu nezdinde oluşturduğu güven anlatılanı/yazılanı -hiçbir gerçekliği olmasa dahi- çoğu zaman tartışılmaz kılar. Bu sebeple tarihçi trajedilerden muhtelif bir olay bütünü yaratabileceği gibi biz anlamazlara sıradan bir olay gibi gösterilenlerin de arkasında büyük bir trajedi olduğunu görmemizi sağlayabilir. Gerek dünya tarihinde gerekse de Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’ni içine alan tarihsel süreçte bu keşmekeşi açıklayabilecek sayısız örnek bulmak mümkün. Bu sebeple tarih içinde yer alan her olayın siyasi iradenin gücü görülmeyerek sadece tarihçiler tarafından çözülebileceğini düşünmek veya böylesi bir çözüm sürecini onlara havale etmek birbirlerini tanımaya çalışan farklı toplulukların önünü açmayacak, tam tersine kapayacaktır.
Hangi soruna hangi çözüm
Gerek Ermenilerin ve Kürtlerin gerekse de diğer etnik ve dini grupların taleplerini bir “sorun” olarak değerlendiren ve kısır, duygusal, tamamen politik bir alana sıkıştıran; tartışma, tanışma ve konuşma olanaklarını tıkayan siyasal kültürün altyapısında nelerin olduğunu ortaya koymak, “çözüm” kapılarını da aralayacaktır.
En nihayetinde bugünün siyasi dengeleri değişmedikçe geçmişin bir yerinde donmuş halde duran anıların da değişmesi beklenemez. Fakat tüm koşullar altında, günümüzün her türlü sorunuyla kan bağına sahip olan “bugün”, “geçmiş”te yaşananlarla da örtülemeyecek kadar da kıymetli. Bu sebeple “sorun”dan ne anlaşıldığı gibi “çözüm”den de ne anlaşıldığı, “çözüm”ün gerek iktisadi ve siyasi, gerekse dini ve kültürel açıdan neye tekabül ettiği hatırı sayılır bir öneme sahip. Sadece, bürokrasinin gözünde “geçmişi değerlendirme uzmanı” olarak görülen, tarihçilerin değil tüm disiplinlerden ve tüm çevrelerden insanların katılacağı tartışma ve tanışma odakları bunun ilk adımı olabilir.
* Bilgi Üni., Tarih Bölümü Proje Koordinatörü

Yorumlar kapatıldı.