İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kızılderili reisi, Kürt ve Ermeni

Orhan Kemal Cengiz
Dün okudum, 38 baro Türk milleti kavramının, ırkçılık esasına değil vatandaşlık ve eşitlik esaslarına dayandığını söylemişler. Bu kavramın anayasadan çıkarılmasına şiddetle karşı çıkmışlar. Şimdi insan bu açıklamayı okuyunca zannediyor ki, bu barolar, Türk milleti kavramı kullanılarak yapılan ayrımcılık ve ırkçılığa hep karşı durmuşlar; mahkemeleri, devlet kurumlarını, bu ülkede yaşayan herkesi kapsayacak bir vatandaşlık anlayışı içinde davranmaya zorlamışlar. Kürtçe yoktur, o Türkçenin bir lehçesidir dendiğinde; Kürt yoktur, onlar dağda yürüyen Türklerdir buyurulduğunda; gayrimüslimleri ‘Türk olmayanlar’ olarak tanımlayan yargı kararları çıktığında; yine onlardan ‘yerli yabancılar’ olarak bahseden hukuk metinleri ortalığa saçıldığında, bu barolar ayağa kalkmış ve ortalığı yıkmışlar. Daha geçen gün Anayasa Mahkemesi, Süryani bir vatandaşımız kendi dini inanışına uygun olarak soyadını değiştirmek istediğinde Türk vatandaşlarının ‘yabancı ırk ve millet’ isimleri alamayacağını söylemedi mi? Bu 38 barodan bir tanesi de çıkıp itiraz etti mi bu karara, Türklüğü böyle kısıtlayıcı bir şekilde kullanmayın diye?

***
Kadının buz mavisi gözlerindeki ifade beni çok rahatsız etmişti. İsveçli olmadığım için mi bu davranışa maruz kalıyordum?
Bundan birkaç ay kadar önce, kendimi beyaz adama isyan eden Kızılderililerin lideri olarak hayal ederken buldum. Stockholm’deydim. Hava çok soğuktu. O kadar soğuktu ki yürüdükçe daha çok üşüyordunuz. Adımlarınızı atarken yerdeki buz kütlesi paçanızdan girip bir sürüngen gibi bütün vücudunuzun üzerinde dolaşıyordu.
Kahvaltıyı kaçırmama rağmen hiçbir şekilde dışarıda bir kafeye gitmeme kararlılığıyla odamdan otelin restoranına indim. Bir kahve ve yiyecek bir şeyler istedim. Bankonun ardındaki kadın garson, öğle yemeğine kadar kapalı olduklarını ve servis yapamayacaklarını söyledi. İlk olarak, yahu bu İsveçliler ne kadar katı insanlar, her şey kahvaltı ve öğle yemeği sırasında mı servis edilmek zorunda diye söylendim kendi kendime. İsteğimin çok alelade bir şey olduğunu göstermek için “Kahvaltıyı kaçırdım da, o yüzden küçük bir sandviç ve kahve hazırlayabilirseniz sevinirim” dedim. Kadının, öğleye kadar kapalı olduklarını tekrar ederken buz mavisi gözlerinde beliren bakış, çok rahatsız edici bir şüpheyi aklımın ucuna getirip bıraktı. İsveçli olmadığım için mi bu davranışa maruz kalıyordum? Sonra şefleri geldi, bu sefer ona durumu izah etmeye çalıştım ve insanın kaldığı otelde bir sandviç yiyememesinin hiçbir açıklaması olamayacağını söyledim. Bunun üzerine kadın şef, “Tamam siz oturun, ben bir sandviç hazırlatayım” dedi. Tam, ‘ırkçılık’ şüphesini bu kadar çabuk aklımdan geçirdiğim için kendimi de biraz ayıplayarak bir kenara bırakacaktım ki başka işaretler gelmeye başladı. Pencere kenarındaki masaya oturacakken kadın garson o masa rezerve dedi. Pencere kenarındaki diğer masaları işaret ettim elimle, onların da hepsi rezerve dedi. Ve bana küçük bir masa gösterdi kenarda. Masaya oturduğumda, onun üzerinde çatal bıçak bulunmayan, tek çıplak masa olduğunu fark ettim.
Stieg Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız’da kapkaranlık bir fon olarak kullandığı İsveç ırkçılığı üzerine düşünürken buldum kendimi. Sonra sandviçim geldi. Bir türlü emin olamadım, ayrımcılığa mı maruz kalıyordum, yoksa katı kurallarını zorladığım için gıcık mı olmuşlardı? Şimdi bu benim, emin olamadığım ayrımcılık duygusu var ya, bunu tatmamış bir tane bile Türkiyeli Kürt’ün olduğunu zannetmiyorum ben. Kim bilir kaç tane kafeden ‘Damsız almıyoruz’ diye kaldırıldıktan sonra, arkalarından ‘kıro’ diye söylenildiğini duydular. Türkiye’de kim bilir kaç gayrimüslim, kimlik kontrolü sırasında hüviyetinin üzerinde yazan ismi gören görevlinin yüzündeki ifadenin değiştiğine tanık oldu. Ayrımcılık, yaşayanın iliklerine kadar hissettiği, yaşatanın da çok kolay inkâr edebildiği bir şeydir.
Dün okudum, 38 baro Türk milleti kavramının, ırkçılık esasına değil vatandaşlık ve eşitlik esaslarına dayandığını söylemişler. Bu kavramın anayasadan çıkarılmasına şiddetle karşı çıkmışlar.
Şimdi insan bu açıklamayı okuyunca zannediyor ki, bu barolar, Türk milleti kavramı kullanılarak yapılan ayrımcılık ve ırkçılığa hep karşı durmuşlar; mahkemeleri, devlet kurumlarını, bu ülkede yaşayan herkesi kapsayacak bir vatandaşlık anlayışı içinde davranmaya zorlamışlar.
Kürtçe yoktur, o Türkçenin bir lehçesidir dendiğinde; Kürt yoktur, onlar dağda yürüyen Türklerdir buyurulduğunda; gayrimüslimleri ‘Türk olmayanlar’ olarak tanımlayan yargı kararları çıktığında; yine onlardan ‘yerli yabancılar’ olarak bahseden hukuk metinleri ortalığa saçıldığında, bu barolar ayağa kalkmış ve ortalığı yıkmışlar.
Daha geçen gün Anayasa Mahkemesi, Süryani bir vatandaşımız kendi dini inanışına uygun olarak soyadını değiştirmek istediğinde Türk vatandaşlarının ‘yabancı ırk ve millet’ isimleri alamayacağını söylemedi mi? Bu 38 barodan bir tanesi de çıkıp itiraz etti mi bu karara, Türklüğü böyle kısıtlayıcı bir şekilde kullanmayın diye?
Siz bu ülkede ‘Türk’ demenin bir ırka ve statüye tekabül ettiğini çok iyi biliyorsunuz. O statüyü paylaşmak istemiyorsunuz sadece.
Neyse, otelden çıktığımda, isyancı Kızılderiliyi bir kenara bırakıp ayağımın altında çıtır çıtır kırılan buzların arasında yürüdüm. Hava çok soğuktu…

http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikalyazar&articleid=1129185&yazar=orhan-kemal-cengiz&categoryid=99

Yorumlar kapatıldı.