İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Seyfo ve Ermeni Soykırımı

Mezopotamya Enstitüsü İnsan Hakları Sektionu’nun Stockholm’de düzenlediği ‘Sürgün Edebiyatı’ panelinin ikincisinin bitimi sonrasında, eve doğru yol alıyorum. Yol boyunca, katılımcı yazar Jan Bet-Sawoce’nin Seyfo Soykırımında uygulananlarla ilgili analizini ve insanlara çektirilen acıları düşünüyorum.

Değerli Kürt Ozanı Brader’i dinliyorum. O güzel sesinin, ‘Ez şehîdek bê nav im‘ şarkı sözlerinin akıntısına kapılıyorum bir an. Dicle alıyor beni, Bunisra’ya teslim ediyor. Sonra da baba diyarına. Tarih boyunca gayri insani saldırılara uğrayan bölgeme. Her defasında, uygulanan kıyım ve yaşanan acılara rağmen, insanlıkta ısrar eden insanlarımla buluşuyorum. Adı bilinmeyen, mezar taşları bile olmayan kahramanlarımın üzerinde yeşeren çiçek bahçelerime merhaba diyorum. Allah’ın sevgisiyle yanan kullarının dağı, Turabdin’in güzel doğası çekiyor beni. Mor Gabriel ile, orada onlarca yıldır yatan, gözleri açık bizleri seyreden, ruhani meleklerim, güzel insanlarımın nefesi ile atıyor kalbim.
‘Ez şehîdek bê nav im’ adlı şarkısını, adı bilinmeyen kahramanlara adamış, değerli Brader. Bu ülkenin topraklarında, insan haklarına saygı, kardeşliğin tesisi, gelecek neslin özgürlük içerisinde yaşaması ve gayri insani baskılara hayır demek için canını vermiş kahramanlardan bahsediliyor bu şarkıda:
‘Ez şehîdek bê nav im – Ben adı bilinmeyen bir şehidim
Tirba min nexuya ye – mezarımın yeri bile yok
Şevek teqîn û nalîn – çatışma ve inlemenin duyulduğu bir gecede
Stêrka min rijiya ye – sönmüştü gökyüzündeki yıldızım…’
Diyarbekir cezaevini, 12 eylül 1980 askeri darbe sonrasında çektirilen acılar ve uygulanan işkencelerle tanıdık. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın mimarlığını yaptığı işkenceleri, buna karşı direnen kişilikler üzerinde çok yazıldı. Uygulanan işkenceleri, Amed cezaevinde hiç yaşanmamış ve uygulanmamış şekilleri olarak algıladık. Ve adı bilinen şehitleri saygıyla andık, kalbimizde yer yaptık…
Meğerse Amed cezaevinin, insanın insanlıktan utandırılması, insanlığından çıkartılması, kendine ters düşmesi ve ihanete zorlaması konusundaki tecrube ve uygulaması yeni değilmiş. Orada, tarihin değişik kesimlerinde, bölgemin nice yiğit insanı işkenceye tabi tutulmuş. Görülmemiş uygulamalarla karşı karşıya kalmış. İnançları uğruna şehadet suyunu içmiş. Önce Ermeniler, sonra Süryaniler ve Kürtler…
Ben, Brader hocamın bahsettiği, adı bilinmeyen kahramanları düşünüyorum. Diyarbekir Cezaevinde sır vermeyipte, ser veren yiğitlerden. Adını bilinmeyen, mezarı bile olmayan, ancak kişilik olarak kendinden bahsettiren kahramanları düşünüyorum. Bir an Peder Jacques Rhetore’nin 1895-1922 yılları arasında Amed’te gayri müslim halklara uygulananlarla ilgili olarak notlarından oluşan, ‘Les chretıens aux betes’ adlı sonradan kitaba dönüştürülmüş notlarına göz atıyorum.
“Amed’in yeni valisi Reşid Paşa, Hristiyan inancına bağlı olanları kökünü kazımak için, Osmanlı sultanı ve bağlı olduğu devletin önemli vezaretlerinden (bakanlık) sorumlu Talat ve Enver Paşaların emirlerini uygulamak için seçilmişti adeta. Katliamın uygulanması için kirli işine ortak üç kişi daha buldu: başyaveri Tevfik Bey, mektupçusu Bedredin ve polis komseri Memduh.
Bunların azgınlıkları, kırım yılı sonrası, 1 ekim 1916′dan sonra dahi, son kalan küçük sayıdaki Hristiyan inançlı kişileri kılıçtan geçirmek için, hükümetten izin istemeye kadar gidiyordu.
Önce, karşı çıkacak gençler, aydınlar ve din adamları planlanarak, sesiz ve gizlice, geri kalan Hristiyanları ürkütmeme, başkaldırmalarını önleme ve kaçmalarına yol açmamak için, günün değişik vakilerinde, sokakta, gizlice infaz, gece evlerine baskın yapmak, başka yere çağrılıp göz altına alınıp kayıp ettirilme gibi metodlarla ortadan kaldırıldı ya da pasifize edildi. Ardından halka yöneldi, kiliselere saldırıldı, kitaplar, eşyalar yıkılıdı, yakıldı ve talan edildi. Evlere girildi. Kıyım, yıkım ve talanlar birbirini izledi. Paşa ve yardımcıları buradan, talan edilen mal ve mülk sayesinde mülti milyoner olarak ayrıldılar.
Amed cezaevinde Nero üsulu uygulanan işkenceleri anlamak için, uygulanları yaşamak gerek. Diyarbekir yaz sıcağında, cezaevi, Hristiyanların önde gelenleri başta olmak üzere tıka basa doldurulmuştu. Açlık, havasızlık ve kötü koşullar yüzünden yaşam çekilmez hal alıyordu. Sebebsiz yere vurulan tokatlar, atılan tekme ve çektirilen eziyetlerin had ve hesabı yoktu. Gardiyanlar koğuşlara girip mahkumlara saldırıyor, işkenceden sonra ayaklar altına alıyordu. Bazı mahkumların ortadan kaldırılması ya da susturulması icap ettiğinde, nöbetçi gardiyanların hançerleri ve keskin aletlerinin saldırısıyla noktalanıyordu yaşamı.
Bir tutuklu duvara çivinelerek ile çakılmıştı. Bir başka birinin vucuduna ateş verilerek yavaş yavaş acı çektirilerek, diri diri yakılmak süretiyle öldürüldü. Dişleri çekilenler çok sayıda idi. Bir ermeni papazın vucudu parça parça edildi. Ermenilerin Murakhas, Patrik yardımcısı olan papazın tırnak eti tırnaklarına perçem ile vuruldu. Boğazına basılarak nefes alamaz hale getiriliyordu. Tam boğulacak iken hava alınması sağlanıyor, yaşama dönüyordu. Bu işkence kendisine defalarca uygulanıyordu. Dişleri tek tek çekildi. En sonunda üzerine benzin dökülüp, yakılarak öldürüldü.
Bir başka Ermeni ifade sırasında, suçunu itiraf etmek etmedi ve istenilen bilgileri vermeyince kollarından tavana asıldı. Altında ateş yakıldı ve ateşin üzerine koca bir kazan yerleştirilip su ile dolduruldu. Kaynayan suya, önce bacak hizasına kadar indirildi. Bu acıya dayanmaya çalıştı. Yetkililer ve gardiyanlar, ondan gerekli bilgiyi alamayınca, inancından dönmesini istediler. Vucudundan yarısından fazlası haşlanmış vaziyeteki kişi, taviz vermedi. İnancına olan bağlılığı, işkencecileri çılgına çevirmişti. İlk önce karın hizası, sonradan vucudunun tümünü kaynar suya bıraktılar. Böylelikle, görülmemiş vahşi metodların uygulaması sonucunda can verdi…”
‘Belkî li serê çiyakî-Belki bir dağın zirvesine
belkî ser zinarekî-ya da bir kayanın tepesine
li ser darekî kizwanê-bir bıtım ağacının gövdesine
min navê xwe kolayî-kazmışmımdır adımı
mirina bi mêranî-yiğitçe ölmeyi
xweştir e ji bindestayî-seçmişim kölece yaşamın yerine…‘
Ve Seyfo ve Ermeni Soykırımını düşünüyorum. Baba dostlarım olan Süryanilerin evimizde, acı dolu yılları anlatırken, babamdan ve onlardan başka kimsenin olmadığı misafir odasının içinde halen korkuyla etrafına baktıkları ve anlattıkları, anlatırken nasıl dehşete düştükleri ve gözyaşı denizinde boğuldukları günlere dönüyorum.
Seyfo, Osmanlının son yıllarında, imparatorluğun yönetimi tarafından ve Almanların desteğiyle, ülkenin tek renk, tek din, tek ulusa dönüştürülmesi amacıyla, sistematik ve planlı bir şekilde, toprak ve mallarının talan edilmesi teşviki ve dini alet ederek gayri müslimlerin ortadan kaldırılmasının fetva ve propoganda ile cazip kılan, bir kısım Kürtleri de yanına alarak, Çerkezlerin yönetimle birlikte uyguladıkları insanlık suçunun adıdır, soykırımdır.
Seyfo, Kılıç Yılı anlamına gelir, Süryanicede. Aynı tarihe, Ermeni Soykırımı yılı diyor, Ermeniler.
Büyük soykırıma, 1915′e gelinceye dek, değişik tarihlerde katliamlar uygulandı bu halklara. Bunların herbirisine Seyfo dedi, Süryaniler. Seyfo sonrasından günümüze, gayri müslim olan yerleşik halkın asimilasyonu ve göçertilme politikası devam etti.
Bu soykırımlarla bu kültürlerin fiziki olarak ortadan kaldırılmasının hedeflendiğini düşünmek yanlış. Hedef daha büyüktü. Planlar daha detaylı:
Soykırım bu halklar açısından, maddi değeri ölçülemeyen mal, mülk ve değerli eşyaların talan edilmesi, el konulması veya kamulaştırılması anlamına geliyor.
Sadece Hristiyan inancına bağlı yerleşik halkın değil, bir bütün olarak bölge tarihinin kiliseler tarafından düzenli olarak yazılmasının sonunu getirme operasyonudur. Tarihlerinin çarpıtılması ve tarihi kökleriyle ilgili belge ve bilgilerin yok edilmesini amaçlayan, kilise kütüphanelerinde bulunan, mıntıka tarihini içeren binlerce kitabın yakılıp yok edildiği bir eylem türüdür.
Bölgedeki çok kültürel zenginliği bir renge büründürüp kendine mal etme ve onları unutturma adına, insanlığa ve inaçlara hizmet vermiş birçok kilisenin yıkılmasıdır, zengin el sanatının sona ermesi, inşaata devrim yaratan ustaların ortadan kaldırılmasıdır, aynı zamanda.
Bu halkı başsız, düşüncesiz bırkamak için başlatırılan bir operasyonla, tanımış bir çok aydının ve ruhani liderin yurt dışına çıkmasına sebebiyet veren ya da katleden, acımasızca yaşama geçirilen bir düşüncedir.
Ve dinmeyen acıdır, gözyaşıdır Seyfo. El atmadıkça iltihaplanan, büyüdükçe kinle beslenen bir yaradır. Uluslararası alanda, birçok ülke parlamentosuna belgelerle gündeme getirilen soykırımın tanınması, inkara rağmen kaçınılmaz olacak. Ermeni Soykırımı onlarca ülke parlementosu tarafından kabul edildi. Seyfo’da bu yönde gelişme gösteriyor. Üstelik Fransa ve Isviçre gibi ülkelerde kabul edilen soykırımların inkarı yasa ile önlenmiş durumda. Bu gerçekler, Türkiye anayasasını ve uluslararası hukuku zorlayacak.
Geçtiğimiz günlerde, Dr. İsmail Beşikçi Hocam son analizinde, yıllardır, Kürt aydınlarının, siyasilerinin ve toplumsal örgütlerinin tartışması gerektiği ve bazı konularda iyleşmeler yapabileceği, önemli bir soruna daha parmak bastı: “Kurdistandaki birçok ağanın, mal ve mülk sahibinin zenginliği, kıyım yıllarına dayanıyor.”
Doğrudur. Talan edilen Ermeni, Süryani, Ezdilerin malıdır bunca yıl, kendilerinin, çocuklarının ve torunlarının kullandığı mal ve mülk. Tarihi lekelerin temizlenmesi ve vijdanların rahatlanması için, sorun tartışılmalıdır ve konu bilince çıkartılmalıdır.
Türkiye’nin, sorundan kaçmak, konunun değişik ülke gündemlerine gelmemesi için ülke kaynaklarının heba etmesi ve soykırım konusunun değişik parlamentolara gelmemesi için uygulanan baskı politikasına son vermelidir.
Bu ülke toprakları binlerce yıldır, çok kültürel zenginliği bağrında besledi. Tüm renkleri kucaklamaya yine hazır. Artık adım atmanın tam zamanıdır:
Herkesin kimliğini özgürce ifade ettiği, tarihin eleştirisel gözle öne çıkartıldığı, yaraların sarıldığı, dostluğun yeniden güven verici bır şekilde temellendirildiği, çıkarların hak ve hukuk çerçevesinde dağıtıldığı bir bölge haline gelmeli Mezopotamya.
Bu acılar son bulmalıdır. Çekilen acıların yaraları sarılmaldır. Militer yatırımlar durdurulmalı, giderleri gelecek nesillere harcanmalıdır. İnsani ve hukuksal haklar devreye girmelidir.
Ve toprağa düşen, mezarı ve adı bile bilinmeyen gencecik insanlarımın bedeni üzerinde yeşeren çiçeklerini kokuyorum yine, ağaçlarına sarılıyorum Turabdin’in, meçhul kahramanlarımın kokusunu alayım diye.
Şarkısını noktalıyor Brader hocam, fırtınalar koparıyor yine, kalbimin ateş fışkırtan volkanından:
Ez  şehîdek bê nav im – benim adı belli olmayan şehid
ez im termê windayî – benim mezarı olmayan kayıp bir ceset
ez im çemê Qesaba – Benim kasaplar deresinde
dil û gurçik firyayî – Kalp ve böbreği parçalanan
li bajarê Amedê agir li xwe pêçayî – Amed şehrinde ateşi bedenine saran…
Gabar Çiyan
Mezopotamya Enstitüsü
İnsan Hakları Sektionu Kordinatörü
Stockholm

Yorumlar kapatıldı.