İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir Arapgir Hikayesi – Malatya

Ben Arapkir (eski bir Ermeni şehridir) sınırında bir köyde doğdum. Her yıl köyümüze değirmenci, köşker, boyacı, duvar ustası, kalaycı vb. gibi değişik zanaat erbabı olan Ermeni komşularımız gelirdi. Bu vesile onları yakından tanıdım. Baba dostlukları kurulmuştu. Biz onları sevdik, onlar da bizi. Annem anlatmıştı yıllar sonra; İstanbul Kocamustafapaşa’da oturuyorduk.
***

 Ben Arapkir (eski bir Ermeni şehridir) sınırında bir köyde doğdum. Her yıl köyümüze değirmenci, köşker, boyacı, duvar ustası, kalaycı vb. gibi değişik zanaat erbabı olan Ermeni komşularımız gelirdi. Bu vesile onları yakından tanıdım. Baba dostlukları kurulmuştu. Biz onları sevdik, onlar da bizi. Annem anlatmıştı yıllar sonra; İstanbul Kocamustafapaşa’da oturuyorduk.
12 Eylülün ilk yıllarıydı. Ben aranıyordum. Başka bir şehirde yaşıyordum kaçak olarak. Annem pazarda alışveriş yaparken kalaycı Mışık usta ve karısını görür. Birbirlerine sarılırlar. Onlarca yıl önceye dayanan dostluklardır bunlar. Bırakmazlar, illa eve gideceğiz derler. Giderler. Annemi ağırlarlar. Annemin ise iki gözü iki çeşme ağlar. “Oğlumu göremiyorum, polis arıyor. Korkuyorum öldürecekler diye.” Biraz dertleşirler eski kadim dostlarıyla. Mışık usta şunu anlatır; “bire Pamuk bacı, biz ağladığımız zamanlar sizler bize kapınızı açtınız, biz bunları unutmadık hiçbir zaman. Üzülme. Oğlun gelecek. Elimizden gelen bir şey varsa söyle, yapmaya hazırız.” Konuşma bu mihvalde geçer. Annem anlatmıştı daha sonra. “O zaman çok rahatladım. Üzüntüm biraz olsa da dağıldı. Ne iyi insanlardı bunlar. Allah onlara selamet versin.” Evet, gerçekten Ermeni emekçileri kadim dostlarımızdı. Böyle bir bağ böyle bir kardeşleşme vardı.
Burada size katliamlarla ilgili iki örnek vereceğim; ilk örnek kendi köyümün büyüğü İsmail Canpolat’ın anlattıklarıydı. İsmail Dede altmışlı yılların sonunda öldü. Bize anlattığı şuydu; “Ben Fırat nehrinde Sal’cılık yapıyordum o zamanlar. Askerler benim Salı’ma el koydular. Arkadaşımın Salı’na da el koymuşlardı. Zira Keban’da o zaman iki tane Sal vardı. Ekmek paramızı buradan çıkarıyorduk. Benim Sal’ıma askerler binmişti. Arkadaşımın Sal’ına ise elleri ve kolları bağlanmış olan üç erkek, bir kadın ve bir de çocuk olan Ermeniler bindirilmişti. Olan oldu. Askerler diğer Sal’a yaklaşarak devirdiler azgın Fırat’ın sularına. Bu beş insan Fırat’ın derinliklerine gömülmüştü. Ama ben bunu hatırladıkça, özellikle o çocuk aklıma geldikçe hala ağlarım.” Koca bir çınar seksene mi yetmişe mi dayanmıştı hatırlayamıyorum, o yaşına karşın gözlerinden yaşlar akıyordu İsmail Dede’nin. Bu çocukluk bilincimden silinmeyen, silinemeyen acılardan birisidir. Unutamadığım bir andır bu. İkinci örnek eşimin ninesi olan Fatma Nine’nin (Fato Bacı olarak ünlenen bu kadın hala bugün Keban’da hemen herkes tarafından bilinir) anlatımlarıydı. Kendisi 110 yaşında öldü. Ben Keban’da Ortaokul’da okuduğum yıllarda ondan çok hikâyeler duymuştum. Ona aklımda kalan şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum; sorumdan önce soruma konu olan bir mahalle isminden bahsedeyim. Keban’da bir darağacı semti vardır. Bugün Keban’a yolu düşenler bu semti sorabilirler. Hala bu semt bu isimle anılır. Fato Bacı olarak tanınan ninemize bu ismin nereden geldiğini sormuştum. Bugün gibi hatırlıyorum. Fato ninenin cevabı oldukça acılıdır; “Evladım, o isim Ermenilerin asılmasından gelir. Ben yüz diyeyim sen bin de, orada bir darağacı kuruldu ve bu darağacında Ermeni olan kadın, erkek, yaşlı insanlar asıldı. O günden bu yana da buranın ismi darağacı semti olarak kaldı. Ben de hala burada oturuyorum.” Fato ninenin de gözleri dolmuştu. Oysa Fato Bacı için söylenen korkusuz, ağlamayan, hatta biraz da özellikle kocasına karşı gaddar ve gece iki de bile Seftili’nin tepesinde (Keban’a bakan vahşi bir dağdır) kışlık için odun vb. toplayan bir insan olarak anlatılırdı. O bile gizlice gözyaşlarına hâkim olamamıştı.
Bunları neden anlattım; bugüne kadar tarih gerçeğe dayanmayan resmi görüşler üzerinden yazıldı. Oysa tarih yazımı, tek tek ya da birlikte yaşanmış olan pratik süreçlerin bütün parçalarının toplanarak bir senteze kavuşturulması hadisesidir. Elbette bu koşulların ve nedenlerin göz önüne alınmasını yok saymaz ama tarih yazımı biraz da bu koşullar ve nedenler gerekçe gösterilerek tırnak içinde kendini haklı göstermeye dayanan bir mazeret olarak sunulamaz. Gerçekler acıdır ve bu hiçbir mazeret kabul etmez. Bir halk ana topraklarından ve kendi köklerinden kopartılmışsa bunun hiçbir gerekçesi olamaz. Bu ister ‘sosyalist devlet çıkarları’ olarak lanse edilsin, isterse bizde ki gibi Türk kavminin devlet çıkarları olarak lanse edilsin asla kabul edilebilir bir nokta değildir. Bu toprakların en eski yerleşim halklarından birisi olan Ermeni halkı 1920 yıllarında milyonlarla ifade edilirken şimdi 40-50 binlere düşmüşse ve üstelik bu sayıda İstanbul gibi metropollere şu veya bu nedenle sürülmüşse bunun nedenini her aklı başında olan insan sorgular, sorgulamak zorundadır.
Aykırı Doğrular
http://www.aykiridogrular.com/haber-1161-Bir-Arapgir-Hikayesi—Malatya.html

Yorumlar kapatıldı.