İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

6-7 Eylül ve çocuklar Benim de sesim var

Serdar M. Değirmencioğlu / serdardegirmencioglu@gmail.com

Tarihsel süreç içerisinde incelendiğinde 6-7 Eylül 1955’de tezgahlanan oyunun önemini kavramak daha kolay. Türkiye’nin günümüzde geldiği vahim nokta ile 6-7 Eylül arasında hiç kuşkusuz önemli bağlantılar var. Bir yandan, “Anadolu hep Türk’tü, Türk kalacak” vb. afişler asanlar, diğer yandan “Bu ülke yüzde 99 Müslüman” lafını yineleyip duranlar hem bu toprakların tarihini, hem de kendi köklerini hiç utanmadan yok sayıyorlar. 6-7 Eylül’ün üzerinde çok az durulan ve bu nedenle çok az bilinen yönlerinden biri, çocukların yaşadıkları. O günlerde Rum olsun olmasın bütün çocukların yaşadıklarını mutlaka bilmek ve anlatmak gerekiyor.

 6-7 Eylül, Maraş ve diğer “toplumsal olaylar” ile günümüzde görülen linç girişimlerinin ve bunların “vatandaş tepkisi” olarak adlandırılması arasındaki bağlantılar ile yüzleşilmeli ki, Türkiye çocuklar için yaşanılabilir bir ülke olabilsin.
LEFTER’İN 6-7 EYLÜL TANIKLIĞI
Çocukların yaşadıklarına geçmeden, 6-7 Eylül’ün nasıl bir cinnet ve haksızlık tufanı yarattığını kavramak için önce Lefter Küçükandoniadis’in başına gelenleri anımsamakta yarar var. Baskın Oran yıllar önce Agos’ta (9 Eylül 2005) Lefter’in yaşadıklarına yer vermişti. Sivillere yönelik savaş, diğer adıyla “Özel Harp”, o günlerde -tıpkı şimdi olduğu gibi- sınır tanımamıştı. Lefter’in evine bile saldırılmıştı.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu Lefter yaşadıklarını yıllar sonra şöyle aktarmıştı: “1955 yılının Eylül olayları sırasında başıma gelmişti böyle bir olay. Düşünün, Fenerbahçe’de yıldız olmuşum, milli takımdayım ve dünyanın dört bir yanına gidip çok sevdiğim memleketim için oynayıp duruyorum. Havalimanında bir maç dönüşü on binlerce kişi omuzlara alıyor. (…) Ama 6-7 Eylül’de Beyoğlu olaylarının bir benzeri de Ada’da oldu. Bir çapulcu sürüsü evimi bastı. Camları kırıyor, çocukların yattığı odaya taş atıp duruyorlardı. O kadar sinirlenmişim ki, şayet eve adım atsalar, elimdeki kuvvetli silahla birkaçını öldürebilirdim. Ama bir süre sonra gittiler. Günlerce ağladım…”
AYRIMIZ GAYRIMIZ YOKTU
6-7 Eylül’ün çocukları nasıl etkilediğini anlamak için yararlı olabilecek kaynak sayısı oldukça az. Meri Çevik Simyonidis’in “İstanbulum: Tadım-Tuzum, Hayatım” başlıklı yeni kitabı (SomKitap, Haziran 2012) konu ile ilgili kimi ipuçları içeriyor.
Simyonidis kitaba aktardığı görüşmeler ile bir yandan İstanbullu Rumların yok sayılan geçmişine ve katkılarına ışık tutarken, diğer yandan da aktardığı yemek tarifleri ile bir çeşit lezzet sergisi oluşturmuş. 6-7 Eylül’ün Rumlar açısından önemini çok iyi kavrayan Simyonidis, görüştüğü kişilerin 6-7 Eylül’den nasıl etkilendiğine de ışık tutmaya çalışmış.
Simyonidis’in görüştüğü kişilerden biri Sevim İşgüder; çok uzun zamandır Bebek ile birlikte anılan badem ezmesinin yaratıcılarından. 6-7 Eylül’ün Bebekliler açısından önemini şöyle dile getirmiş: “[Bebek’te] hepimiz bir aile gibiydik. Bayramları beraber kutlardık. Öyle Türk, Rum diye bir ayrım olmazdı. (…) Sokaklarda Rumca şarkılar söylerdik (…) Ama 6-7 Eylül talihsiz olaylarıyla herkesin keyfi kaçtı. Bu acı olaylardan önce, mesela mahallemizde bir Rum öldü mü, hemen komşular aralarında yemekler yaparlardı (…) matemli eve yemeklerini kendileri taşırlardı. Müslüman Türk biri ölse de Rum komşular yemekler yaparlardı aynen kırk gün boyunca. Yani ayrımız gayrımız hiç yoktu.” (s.253)
TERK ETMEDİK
Simyonidis’in görüştüğü kişilerden bir diğeri Aleksandros Morduvan. 1940 Beşiktaş doğumlu Morduvan etnik temizlik öncesi günleri şöyle anımsıyor: “7 yaşında (…) okula başladım. Okul çok kalabalıktı. (…) O kadar fazla Rum vardı o seneler İstanbul’da.” (s.167)
Morduvan ve ailesi 6-7 Eylül’ü yaşamış ama gitmemiş: “15 yaşında idim. Manolis, erkek kardeşim, o da 12 yaşında idi. Babam Mimoza Çiçek’te çalışırdı. Biz de o gün yanına çalışmaya, ona yardım etmeye gitmiştik. Babam hemen bizi eve götürdü. Korku içinde saklandık. Babam Türk bayrağını astı pencereye. Dükkanı yerle bir ettiler tabii ki. Kötü bir anıdır bu olay ve herkesi de kötü etkilerdi sanırım. Ama tabii ki İstanbul’u terk etmeyi düşünmedik çünkü burada doğduk, büyüdük. Vatanımız burası bizim.” (s.171)
Rea Mila Bayramoğlu da 6-7 Eylül’e rağmen İstanbul’u terk etmeyenlerden: “Çocuktum (…) Evimizi taşladıklarını hatırlıyorum tabii ki. Evimizin ortasında saklandık. Önce terk etmeyi düşündük İstanbul’u, sonra caydık bu düşünceden.” (s.148)
FOFO DİVANIN ALTINDAYDI
6-7 Eylül Çengelköylü Rumlar için de bir dönüm noktası, tam bir kabus. O günlerde yaşananları bir Çengelköylü şöyle aktarıyor: “Ali bakkal ve ailesinin evi ile Marika’nın ailesiyle yaşadığı ev karşı karşıyaydı. Üç katlı ahşap ev, beş çocuklu Rum ailenindi. Diğeri üç çocuk ile birlikte yaşayan bakkal Ali’nin iki katlı betonarme eviydi. İki ailenin birbirlerine düşkünlükleri herkesçe bilinirdi. Bu iki komşu aile her gün mutlaka görüşür, bazen pişen yemekleri bölüşürdü. 6-7 Eylül’de durumun ciddiyeti anlaşılınca ahşap evdeki çocuklar ve anne baba acele ile toparlanıp karşı ki evin kapısını çaldılar. Bu evin tanıdıklığı içinde güvende hissederken korkuları ve olayları anlamlandırmaya çalıştılar. Mahalledeki birkaç genç toplanıp ahşap evin önünde nöbet tutmaya başladılar. Öfkeli ve vahşi kalabalık kapıya dayandığında etraftaki gençler bir şekilde onları geri püskürtmeyi başardı. Evin ve hiç kimsenin zarar görmediğini anlamak herkesi rahatlatmıştı. Yaşanan bu buruk sevinç ardından herkes biraz daha sakinlemişti ve biraz dikkat ettiklerinde bir diğer acı gerçek ortaya çıktı: Ailenin en küçük çocuğu, 4 yaşındaki Fofo evden çıkarken unutulmuştu. Bu haber evin kapısından dışarıya taşınca, bir süredir kapıda nöbet tutan gençlerden birkaçı hemen ahşap eve koştu ve Fofo’yu aramaya başladı. Fofo dışardan gelen seslerden korkup divanın altına girmiş ve orada bir çocuk için belki de çok uzun gelebilecek bir süre beklerken korkudan altını ıslatmıştı. Gelenlerden birinin kucağında ahşap evden çıkarılan ve karşı kapıdan içeri uzatılan Fofo, belki de 6-7 Eylül’ün en önemli çocuk tanıklarından biridir.”
YATAĞA İŞEMİŞİM
Agos’taki yazısında Lefter’in 6-7 Eylül’de yaşadıklarına yer veren Baskın Oran, tam 50 yıl önce kendisinin yaşadıklarını ise şöyle aktarmıştı.
Günlerden beri Nesrin ablamla Taşkın abimi ikna etmeye çalışıyorum, o gece beni açık hava sinemasına götürecekler. (…) [Filmin sonuna] doğru dışarıdan patırtılar başladı. Kimileri filmi bırakıp çıkıyor. Biz zor bitirdik çıktık, bir baktık ki yüz metre ötedeki Yunan başkonsolosluğu alevler içinde. Meğer olaylar akşamüstü Fuar’daki Yunan pavyonunun önündeki bayrağın bir çocuk tarafından indirilmesiyle başlamış da bizim haberimiz yokmuş. Sonradan, bizim Gazi İlk Okulundan bir sınıf arkadaşımız, Tayfun olduğu söylendiydi.
Eve kapağı zor attık, bir de baktık ki bizim İkinci Kordon 270 numaradaki evimiz hıncahınç; mahallemiz Alsancak’ta ne kadar gayrimüslim komşumuz varsa tıkışmış. Herkes ayakta. Yanımızdaki 268 numarada hiç evlenmemiş iki yaşlı Rum hanım otururdu, (…) onların zangır zangır titreyişini özellikle hatırlıyorum…
Babam kapıyı kapattırmış, kol demirini vurdurmuştu. Biraz sonra güruh kapıya dayandı. Demir sokak kapısı gidip gidip geliyor; kıracaklar. Babam yaşlı, sinirli, sert, saygı gören bir adamdı. Çubuklu pijamaları üstünde, açtırdı kapıyı, çıktı mermer basamaklara, “Defolun! Türk evi burası!” diye ağzından tükürükler saçarcasına haykırdı. Öndeki it, tepesindeki saçlar seyrek, “Peki, amca!” dedi, defoldular. Bugün sanki bana öyle geliyor ki pijamanın arka cebinde milletvekiliyken verilmiş Kırıkkale vardı ama, hayal etmiş de olabilirim.
Ortalık biraz yatışınca, bize sığınmış olanların evlerinin tahrip ve talan edildiğini içimiz ezilerek gördük. Evimizin önünden bir sürü herif-i nâşerif elleri-kolları dolu, geçe geçe bitemedi. Kordon’dan denize otomobil ve kuyruklu piyano atıldığını bu gözlerimle gördüm.
O yaşta pogrom mogrom bilmiyordum ama şimdi biliyorum: Bu tam bir pogrom’du. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde tarih içinde Yahudi mahallelerine yapılan saldırıların tipik bir örneğiydi yani.
O gece yatağıma işemişim.
YÜZLEŞME
Türkiye’nin yakın tarihinin gerçekleri, kim ne derse desin, çok acı. Ülkede katliamlar yapılırken, bir başbakan, “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” demişti. Bu sözlerin üzerinden otuz yıl geçtikten sonra, bir diğer başbakan “Müslümanlar soykırım yapmaz” dedi. Herhalde soykırım yapan Müslümanlar hep son anda din değiştirmekte.
Cumhurbaşkanı ise olanak buldukça “merhametli millet” tekerlemesini kullanmakta. Merhametli ama otel yakanlar, linç edenler, her gün kadınların canına kıyanlar bol. Diyanet İşleri’nin müftüleri ise savaş, şehit gibi konularda gayet açık: “Allah şehitleri peygamberlerinden sonraki mertebeye yükseltmiştir. Her bir şehit ahrette ailesinden 70 kişiye şefaat edecektir” demekten hiç çekinmiyorlar. Merhamet bu olsa gerek. Müftüler bir türlü, “Çocukları öldürmek günahtır” diyemiyor. Uğur Kaymaz ve babasının evlerinin önünde öldürülmesine çıt çıkarmıyorlar. Hrant’ın Agos’un önünde, Musa Anter’in bir sokak arasında öldürülmesine de. Din bu olsa gerek.
“Güneş balçıkla sıvanmaz” derler. Derler ama Türkiye’de tarihi yalanla sıvama çabaları sürüyor. Mübadele, 6-7 Eylül, 1960’ların ortasındaki sınır dışı etme kampanyası, geriye kalan her gün azalan 3 bin kadar Rum. Ama inkar sürüyor.
Ay ay, gün gün gidilecek olsa bir “merhamet takvimi” yapılabilir. Takvime konulacak malzeme bol: Her çeşit kırım, sürgün, işkence, köylerin boşaltılması, linç girişimleri, bok yedirme, bok içinde yüzdürme. “Hayata Dönüş” adıyla katliam bile var. Hepsi bir merhamet, insanlık anıtı.
Türkiye’nin kara tarihinin yalanla sıvanması gibi, bugünü de yalanlarla karartılıyor. Türkiye’de milyonlarca çocuk helikopterleri sesinden tanıyor ama merhametliler suskun. Çocuklar Akrep, Cobra, Kirpi, Kaya, Arma nedir, biliyor ama itiraz eden çok az. 6-7 Eylül’de akşamı altını ıslatan çocuklar gibi milyonlarca çocuk korku ve dehşet ile erkenden tanışıyorlar. Ama yıkım makinesi artık daha etkili çalışıyor. Çocukları öldürmekten de çekinmiyor. Öldürülen çocuklar barış umutlarını tüketiyor.
Oysa çocuklara barış gerek. Barışın gelmesi için Türkiye’nin kara tarihi ile yüzleşilmesi gerek. Bu nedenle ısrar etmek gerekiyor. Israrla gerçekleri anlatmak, yılmamak gerekiyor. Yoksa bu savaş, bu kara tarih, bu yalan ve talan dolu “ileri demokrasi” bu ülkeyi tüketecek.
Bilmem anlatabildim mi?

Yorumlar kapatıldı.