İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarih ile Coğrafya

Mahmut Temizyürek’ten

Tarihi halkların yaptığına artık kim inanmaz; ama coğrafyayı da halkların değil, fatihlerin çizdiğine inananlar var. .. Demişti ki Goethe, “etkinliğimi artırmayan ya da beni apaçık canlandırıp yaşamıma bir şey katmadan bana yalnızca bilgi veren her şeyden nefret ediyorum.” Bu sözü yazdığı Tarih Üzerine’de çılgınca alkışlayan Nietzsche, ölü bilgiden canlı bilgiyi nasıl ayıklayacağımızı incelemişti. Almanlık ideolojisinden nefret ediyordu, tıpkı Goethe gibi; halkının sürüye dönüşmemesi için elindeki söz balyozuyla uyarıyordu her aklı başındaki kişiyi. “Üstün halk olarak gurur duyduğun şeydir senin asıl kötülüğün Herr Alman,” diyordu. Nietzsche’nin uyarısına rağmen ölü tarihi kendine gurur kaynağı yapanların sapkın planlarını, çelik patronlarının çıkarlarına uyar bulmaları yüzünden olmadı mı o paylaşım savaşları?

***
Tarihi halkların yaptığına artık kim inanmaz; ama coğrafyayı da halkların değil, fatihlerin çizdiğine inananlar var. Tarihin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu düşünenlerdeniz diyelim, bu kez de eşitsiz gelişim yasasının aynı zamanda coğrafi bir kavram da olduğunu unutanlarımız var.
Mahmut TEMİZYÜREK
Ankara – BİA Haber Merkezi 31 Temmuz 2012, Salı
Demişti ki Goethe, “etkinliğimi artırmayan ya da beni apaçık canlandırıp yaşamıma bir şey katmadan bana yalnızca bilgi veren her şeyden nefret ediyorum.”
Bu sözü yazdığı Tarih Üzerine’de çılgınca alkışlayan Nietzsche, ölü bilgiden canlı bilgiyi nasıl ayıklayacağımızı incelemişti. Almanlık ideolojisinden nefret ediyordu, tıpkı Goethe gibi; halkının sürüye dönüşmemesi için elindeki söz balyozuyla uyarıyordu her aklı başındaki kişiyi. “Üstün halk olarak gurur duyduğun şeydir senin asıl kötülüğün Herr Alman,” diyordu.
Nietzsche’nin uyarısına rağmen ölü tarihi kendine gurur kaynağı yapanların sapkın planlarını, çelik patronlarının çıkarlarına uyar bulmaları yüzünden olmadı mı o paylaşım savaşları? Tarih, üzerinde çırpındıkça seni batağa çeken bir güce sahiptir çünkü sanaldır; ama coğrafya yeryüzü kadar somuttur, sahicidir, hiçbir aldanmayı uzun süre barındırmayacak kadar da gerçekçidir.
Tarihi halkların yaptığına artık kim inanmaz; ama coğrafyayı da halkların değil, fatihlerin çizdiğine inananlar var. Tarihin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu düşünenlerdeniz diyelim, bu kez de eşitsiz gelişim yasasının aynı zamanda coğrafi bir kavram da olduğunu unutanlarımız var.
İster sınıflı ister sınıfsız, halk olmayı kendine layık görmüş olan halklar, yalnızca tarihi değil, elbette coğrafyayı da yaparlar; fiziki, siyasi, beşeri vd. Hepsini. Kendi usullerince ve içinde çelişkisini de barındıran o gün koşullarına uygun teknik, kültür (kolektif aksiyon) görüşlerince yaparlar.
Kolektif eylem ile bütünleşmiş teknik güçleriyle dağın, taşın, ırmağın, ovanın fiziğini değiştirirler. Zaten bu amaçla ve bunları yaparken kurdukları topluma denir halk. Bu toplum halk olurken en geniş anlamıyla siyasi değerlerini beşeri coğrafyalarına bakarak belirler. Gürcüler’de olduğu gibi, sınırları zora sokulursa hısım akraba toplanır, topraklarının konumuna göre kavmin bir kısmı Hıristiyan olur, bir kısmı Müslüman; ama Gürcülükleri asla değişmemiştir, sahte enternasyonal Sovyetlerde, dünyayı hepten Türk sanan TC’de bile. (Halk kavramını millet kavramıyla özdeşleştirmenin kanlı kiriyle yazılmıştır modern tarih; o yüzden “millet” illetine bulaşmadan halka halk demek daha doğru.) Halklar, bir coğrafyaya gelirken, onu yurt edinirken ve bir gün olur o yurdu terk ederken de o coğrafyanın her şeyini değiştirirler.
Beşeri coğrafya ve ona bağlı tarih yazımı el değdikçe karmaşıklaşır. Halklar kendilerine verdikleri adlarla, ilişkide bulundukları başka halkların onlara verdiği adlar yüzünden tarih ve coğrafya dersleri asıl gerçeğiyle okunamaz hale gelmiştir. Ama bir gün gelir ezilmişlerden biri ve o gün için en dirençlisi olanı, tarih sahnesine yeniden çıkar, her şeyi görünür ve her şeyi okunur kılar. Troya’nın adı her zaman Troya, Zeytun’un adı Zeytun, Norşin’in adı Norşin olur, Dersim’se biz ne dersek diyelim Dersim kalır. (Ya da her neyse ve oranın halkı ne isterse…)
Kosovalı, Kırcali’li, Trakyalı ya da Kafkaslar’ın, Altaylar’ın herhangi bir yerinden Türklere soralım. Nasıl bir yaşamdır, egemen devlet canavarının ağzında kimliğini koruyarak yaşamak? Kimliğin özgür sayıldığı anda bile gizliliği elden bırakmayan bir tedirgin halklar tarihi görmez miyiz onlara yakından bakarken? Yurtlarından kaçanları, kaçarken ölenleri, er geç dönenleri düşünelim bir de. Bugünün turizm hazinesi Kapadokya ya da yarının antropoloji hazinesi Dersim mağaraları kaçan halklara sığınak olmadı mı çok zamanlar? Mezarları da olduğu gibi.
Tarih ve coğrafya ezilen beşeriyet direnişlerinin gücüyle çizilmiştir. Çizilecektir de, bu kuşkusuz. Ama sınırların sanal evrende hepten ortadan kalktığı, görünür evrendeyse elinde yeni teknik araçların gücüne güvenen avcı kavimlerin baskınlar ya da karmaşık yollarla yağmaladığı, haydut zihinli avcıbaşlarının yeniden adlandırmaya çalıştığı yeni bir dünya burası. Haydutların direniş gördüğü her yerde de yenilgiye uğrayıp inine çekildiği, yeni baskın hazırlıkları tasarladığı dünya. Halkların haklarının bilinçli biçimde görmezden gelindiği, tahrif ve tahrip edildiği zamanlar olmuştur ama bu kez de tarih denen bir tür hatıra defteri, meğer bir kez açılmaya görsün, coğrafyanın bütün sahte adlarını zorlamaya başlarmış. Tıpkı bugünkü gibi.
Bugün der demez az durup da gelen seslere kulak kesildiğimiz anda, dünyadaki hemen bütün halkların isyancı sesini duymamak olanaksızlaşır. Hem de birbirleri içine geçmiş bir çoksesli senfoni olmuş bu sesler. Yeni bir müzik akımı. Müzikten bu durumu izlemek hem sağırlaşmamak hem de yeni bir zevk edinmek için en iyi yol ama kimin vakti var ki durup da ince şeyler yapıp düşünmeye; ne yaptığı pek anlaşılmayan birkaç kişi dışında.
Kalın, sert, tiz sesleri duyarız çok kez. Gür sesleri. Ortadoğu denen en karmaşık yöresine kulak verenler için yukarıdaki anlayışın söyleyiş gereği bugün hemen şu ad belirir: Örneğin Kürtler!
Ayrıca, yüzlerce halkın sesini duyar duymaz tanıyacak kadar yakın olsak bile, Kürtler deyip de beşeri coğrafyaya bu denli tutkun başka bir halkın hakkını da yemiş olmayız. Şimdilik ve bu haliyle.
Beşeri coğrafyanın üstünlüğüne bugünden verilecek en yalın örnek Kürt halkıdır. Tarihin pek de iyi bilinmeyen dönemlerinde nereden gelmişlerse gelmişler, Ortadoğu’da tarih sahnesine girmişlerdir. Giriş o giriş! Ne oturdukları coğrafyayı geri dönmez biçimde terk etmişlerdir, ne de zoraki terk hükümlerine uzun süre boyun eğmişlerdir. Kurulan devletler sınırlarını çoğu zaman Kürtleri aşamadıkları için Kürt topraklarında bırakmışlardır. Yunan, Roma, Pers tarihi böyledir. Kürtler, Bereketli Hilal’i, İbrahim’den çok önce “cennet” saymışlar; inandıkları bu cennetlerinden de asla kopmamışlardır. Durum böyle olsa da bu coğrafyada her imparatorluk hevesi er geç gelip Zargoslar’dan Toroslar’a uzanan, bugünkü karayolu koşullarında bile yuvarlak ölçüyle yarıçapı 20 bin km’yi bulan, bu dağlık bölge halkına musallat olmuştur.
Sayının ne önemi var, bugünkü bilgilerle bu halkın Ortadoğu’da bıraktığı izler, şu malum takvimle, artık herkesin kabul ettiği kanıtlarla İÖ 5000 yıllarına, kendi dillerinde yazdıkları ise binyılı aşkın bir zamana kadar uzanır, bilinmektedir.
Bu izler arasında imparatorluk yoktur, hatta uzun süreli resmi devlet bile yoktur. Ama belki bu halkın güçlü olan yanı da budur.  Yerleştikleri Mezopotamya’da, birbirleriyle kenetlenmiş yaşamayı başarmaları yüzünden, bu halkın onayını almadan, üzerlerindeki hiçbir devlet de istediği kadar uzun süre yaşayamamıştır. Hem övünerek hem de halkını lanetlenmiş sanarak yazdığı tarihinde Şeref Han, şeytanın hışmına uğramış kadersiz bir halk oluşlarını mitolojik bir lanete bağlamaktan bile çekinmemiştir.
Kral Dahhak’ın iki omzundan iki yılanın çıktığına inanılır, o yılanlara her gün iki gencin beyinleri verilmeliydi efsaneye göre. Şeytan Dahhak’a böyle demiş. Bir gün bu gençleri kurban etmekle görevli cellâdın bile yüreği sızlamış da kurbanlık gençlere, “dağlara kaçın” öğüdü vermiş. Kürtler işte bu dağlara kaçan gençlerden doğmuş bir “topluluktur”, tarihçi Şeref Han’a göre. Ölümden doğmuşlar, Han demese de besbelli.  Bugün de tarih tıpkı ve ne yazık ki dünkü gibi.  Kürtleri bilen tanıyan başka halkların tarihçileri, Ksenofon’dan önce Herodot, ondan önce de Mezopotamya tarihçileri, bu halka halk oluş tarzlarından dolayı hayranlık içermeyen, bilinen tek bir cümle kurmamışlardır.
Modern tarihçilerin en akıllısı bile allahlık Hegel’dir, ne yazık ki. İngilizler Hindistan’a girince, “Artık Hindistan’ın da bir tarihi olmaya başladı” diyecek kadar benmerkezciydi Hegel. Ondan etkilenen Marx bile halklar konusunda başta benzer bir hataya düşmüştü ama çabuk toparladı: “İrlanda kurtulmadıkça İngiliz işçi sınıfı asla bir başarı gösteremeyecektir. İngiliz gericiliğinin kökeni İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındandır.” (10 Aralık 1869)
Bugüne gelince; tarihin coğrafya üzerindeki tahakkümünün bir kez daha yıkıldığı zamandır bugün. Başka deyişle, siyasi coğrafyanın beşeri tarihe yenildiği zaman… Son 40-50 yıldır sararmış görünenler yeniden yeşermeye, bazı renklerin isyan dansları gibi salınmaya başladığı bir zamanı yaşıyoruz şu anda. Baktığımız her yerde ve her şeyde görülüyor; şu anda yaşanan bu tarih bilgisi ölü değil canlıdır; herkesin yaşamına yeni bir anlam katan, değiştiren, geliştiren, her an güncellenen bir bilgi nehridir.
Bu bilginin hızlı debisi karşısında bakış açımız da yön duygumuz da dönüşüm geçirir. Kuzey Irak olur Güney Kürdistan, Kuzey Suriye olur Batı Kürdistan. Avrupa göçmenlerini hiç saymazsak, Ermenistan’dakileri, Rusya toprağındakileri saymazsak en az dörde bölünmüş ama asla birbirinden kopmamış bu halk, kaderini belirlerken siyasi coğrafyanın kaydetmediği yurt bütününü her gün biraz daha işaretleyip duruyor, ne çare ki en taze kanıyla. Bu kez Dahhak o kanı isterse iyileşeceği yerde, akıttığı bu kanda boğulacağı telaşına düşmektedir. Kürtler için Kava’sız özgür yaşam olanaksız. Kawa da kendini Kürt hisseden herkestir artık. Her birinin “taşıran damla onuru” (Cemal Süreya) yansır bugünün yüzünde.
Yine de bu halk için ne tuhaf bir “kader”dir ki, bütün dünya fatihlerinin yolu -nereye giderse gitsinler, ister Hind’e, ister Kafkasya’ya- Kürdistan coğrafyasına uğramadan geçemeyecek konumda bir dünyadır bu dünya. Dünyanın dört yol ağzıdır Kürdistan. Dün de bugün de. Persler o dağları aşıp dağılırsak bir daha toparlanamayız derlermiş. Ne Selçuklu ne de Osmanlı Kürdistan beşeri coğrafyasını değiştirebilmiştir; hatta düşünmemişler bile. Cumhuriyet ise, kuruluş hevesiyle dünya bütününe bigâne kaldığı için, düne kadar her zorda her tür dayanışmayı istediği koca bir halkı bir yasayla yok saymış, yasa kabul görmeyince de yok etmeye çalışmıştır. Meşrutiyet ve Cumhuriyet efendileri, halkları halklara kırdırsa bile, herkesin bıraktığı her işaret gören gözler için yerli yerinde durmaktadır. Kalbimizde bile, yönler, işaretler görecedir ama asla kaybolmazlar.
Kürt halkının da dünyanın bütün halkları gibi dört ana yönü yok mudur? Herkes dört ana yönü olan bir dünyada yaşadığını unuttukça da unutur bu bilgiyi. Bu unutkanlık yüzünden de Siyasi coğrafyalar iflas etmeye mahkûmdur. Fiziki coğrafyalar her gün biraz daha tahrip olmaktadır. Dünyanın derisi yüzülmekte, suyu çekilmektedir. Beşeri coğrafya ise dünyadaki hak ettiği gerçek yerini istemektedir. Yönler kararırsa dertler çoğalır; bunu her halk bilir. Kürtler için yönler zaten belli; dört. Güneşin doğuşuna göre bakılan dört yön içinde kendi tarihlerini yazmak için ellerine geçen her şeyi kullanmaktadırlar. Sahte boya değil bu yazılanlar. Beşeri coğrafyanın devrim yazılarıdır her saniye okuduklarımız. (MT/HK)

http://bianet.org/bianet/siyaset/140028-tarih-ile-cografya

Yorumlar kapatıldı.