İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Lozan yaşıyor mu?

Levent Köker

Bu madde çok açıktır ve Lozan Andlaşması’nın 38-44. maddelerine aykırı veya bunlarla çelişen hiçbir hukukî düzenleme yapılmayacağını (yapılamayacağını) belirtmektedir. Bu bağlamda hemen dikkat çekmek gerekir ki Lozan, Cumhuriyet’in ilânından önce imzalanmış bir andlaşmadır ve bu nedenle de Cumhuriyet’in ilânından sonraki tüm anayasal düzenlemeler (yani 1924, 1961 ve 1982 anayasaları) için de geçerli, üstün ve ihlâl edilmesi mümkün olmayan kurallar getirmiştir…Dolayısıyla şimdilik son söz: 1982 Anayasası’nın 42. maddesinde yer alan Türkçe dışındaki anadillerde eğitim yasağının Lozan’a ve hukuka aykırı niteliği görülmeli ve buna son verilmelidir. En azından yeni anayasada böyle bir yasağın yer alamayacağı anlaşılmalı ve mes’ele Lozan örneği de dikkate alınarak, yeni anayasada uluslararası insan hakları normlarına aykırı düzenlemelerin yapılamayacağı ilkesinin benimsenmesiyle birlikte çözülmelidir.

 ***
 24 Temmuz’da imzalanışının 89. yıldönümünü idrâk etmiş bulunduğumuz Lozan Barış Andlaşması, kimi yorumculara göre Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının uluslararası alanda tescili niteliğindedir.
Bu yazıda, Lozan’ın bir tarihî belge niteliğinden çok Cumhuriyet’in hukuk düzeni açısından yaşayan bir hukuk kuralları manzumesi olarak nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durmak istiyorum. Bu bağlamda dikkat çekmek istediğim birinci nokta Lozan’ın sâdece târihî değer taşıyan bir barış andlaşması metni olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasa da dâhil bütün hukuk düzeni bakımından göz önüne alınması gereken “geçerlilik” standardları getiren bir hukukî norm niteliği taşıdığıdır.
Biraz açayım: Hukuk kuralları geçerliliklerini kendilerine kaynaklık eden kurallardan alırlar. Somutlaştırırsak, yönetmeliklerin geçerlilik kaynağı kanunlar, kanunlarınki ise anayasadır. Şimdi soru: Anayasalar geçerliliğini nereden alırlar? Yeni anayasa tartışmalarıyla geçirdiğimiz onca yılın yoğunluğu içinde, toplum olarak artık alışık olduğumuz bir tâbirle bu soruya millet (veya kimilerine göre ulus yahut halk) irâdesi veyahut “kurucu irâde” diyebiliyoruz, tabiî bu kavramların muhtevalarına farklı anlamlar yükleyerek. Buradaki asıl soru şu: bir anayasaya ve dolayısıyla bir devletin bütün hukuk düzenine varlığını kazandırdığını, onu inşâ ettiğini düşündüğümüz bu millî (kurucu) irâdenin de üzerinde, onu da bağlayan bir kural veya kurallar bütününün olup olmadığı.
Kısa bir yazı çerçevesinde bu sorunun tüm boyutlarıyla ele alınıp cevaplandırılması, takdir edileceğini umuyorum ki, mümkün değildir. Ancak, Lozan Andlaşması bağlamında ve Türkiye’nin temel hukuk düzeni açısından düşünecek olursak şu sonuca varmamız gerekiyor: Türkiye, 24 Temmuz 1923’te imzaladığı Lozan Andlaşması ile, bu andlaşmaya aykırı hiçbir hukukî düzenleme yapmayacağını taahhüt etmiş, kendisini bu andlaşmanın üstünlüğü ile bağlamıştır. Lozan’ın 37. maddesine göre “Türkiye, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir”.
Bu madde çok açıktır ve Lozan Andlaşması’nın 38-44. maddelerine aykırı veya bunlarla çelişen hiçbir hukukî düzenleme yapılmayacağını (yapılamayacağını) belirtmektedir. Bu bağlamda hemen dikkat çekmek gerekir ki Lozan, Cumhuriyet’in ilânından önce imzalanmış bir andlaşmadır ve bu nedenle de Cumhuriyet’in ilânından sonraki tüm anayasal düzenlemeler (yani 1924, 1961 ve 1982 anayasaları) için de geçerli, üstün ve ihlâl edilmesi mümkün olmayan kurallar getirmiştir. Lozan’ın bu üstün hukukî niteliği o kadar belirgindir ki, parantez içinde zikrettiğim bütün Cumhuriyet anayasalarının “milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır” benzeri ifâdelerle, açıkça ad vermeksizin müteaddit defalar te’yid ettikleri görülmektedir.
Hâl böyleyken, pratikte Lozan’ın bu üstün hukukî değerine yeterince bile değil, hiç dikkat edilmediği görülmektedir. Zirâ Türkiye’nin câri hukuk (ve tabiî en temel olarak da yargı) kültüründe “ikici (düalist) anlayış” hâkimdir. Buna göre hukuk, iç (millî) hukuk ve dış (uluslararası) hukuk diye ikiye ayrılır ve iç hukuk egemen millî irâdenin ürünü olup dış hukukun iç hukuk üzerindeki etkisi (ve bağlayıcılığı) mümkün mertebe sınırlı, daha doğrusu istisnaî mahiyette değerlendirilmelidir. Bu yaklaşım, özellikle de Lozan’ın sözünü ettiğim 38-44. maddeleriyle düzenlenmiş temel haklar bakımından bilhassa muhafaza edilmektedir.
‘TÜRKİYE’DE OTURAN HERKES’ İBARESİ
Lozan’ın 38-44. maddeleri, andlaşmanın “Azınlıkların Korunması” başlığını taşıyan üçüncü kısmında yer almaktadır. Burada yer alan düzenlemelerin içeriğine bakıldığında ise, iki nokta dikkati çekmektedir: Birinci nokta, 38-44. maddelerdeki düzenlemelerin konu itibarıyla daha sonra 1948 ve 1950 târihlerinde ve sonrasında Birleşmiş Milletler ve Avrupa insan hakları belgelerine giren temel hak ve özgürlükleri güvence altına alınmasıdır. Dikkat çekici olan ikinci ve çok önemli nokta ise, andlaşma metninde “azınlıklar” yerine “Türkiye’de oturan herkes”, “bütün Türk uyrukları [vatandaşları]” gibi genel ibârelerin kullanılmış olmasıdır. O hâlde soru: Lozan’ın 38-44. maddeleri arasındaki hükümleri nasıl yorumlamak gerekir? Bir diğer deyişle bu hükümler, Türk hukuk doktrininde ve yargı pratiğinde yaygın olarak kabûl edildiği biçimiyle, “gayrimüslim azınlıklar”la ilgili hak düzenlemeleri midir, yoksa tüm Cumhuriyet yurttaşlarının sâhip olduğu hak ve özgürlükler olarak mı anlaşılmalıdır?
Yaygın yorum birinci yöndedir. Yani Lozan’ın bu hükümleri “gayrimüslim azınlıklar”a tanınmış istisnaî hakları düzenlemektedir, Cumhuriyet’in gayrimüslim olmayan yurttaşlarının bu düzenlemelerdeki haklardan yararlanmaları söz konusu değildir. Şimdi, bu kısa yazı çerçevesinde ancak değinerek geçebileceğim bir husus olarak belirtmek gerekir ki, gayrimüslim azınlıklarla ilgili olarak da Lozan’ı sürekli olarak ihlâl etmiş ve ancak son birkaç yıldır o da sınırlı bir düzeltme çabası içinde görünen bir devlet pratiğine sâhip olduğumuzu teslim etmeliyiz. Burada işâret etmek istediğim, Lozan’ın bu yorumunun çok garip, mantıkla ve daha da önemlisi hukuku hukuk yapan temel ilkelerle izâh edilmesi mümkün olmayan sonuçlara yol açtığıdır. Örnek: Anayasa’nın 42. maddesine göre Türkçe dışında bir dilin “anadil” olarak eğitimde kullanılması yasaktır. Bu yasağın istisnası “milletlerarası andlaşma hükümleri”, yani örneğin Lozan’dır. Peki, Lozan bu konuda ne diyor? Sık sık “anadili Türkçe olmayan Türk uyrukları”ndan söz eden Lozan, anadilde eğitim konusunda “gayrimüslim azınlıklar”a bu hakkı açıkça tanırken, tüm Türkiye yurttaşlarına kamusal alanda kendi dillerini kullanma hakkını da tanımaktadır. Şimdi bu düzenlemelerden şöyle bir sonuç çıkabilir mi? Lozan’daki anlamıyla “gayrimüslim azınlık” mensubu bir Cumhuriyet yurttaşı anadilde eğitim hakkına sahipken, gayrimüslim olmayan -veya Müslüman- yurttaşın bu hakkı elinden alınabilmektedir.
Mevcut durum budur ve doğru yorumlandığı takdirde bu garabete neden olan askerî darbe ürünü Anayasa’nın 42. maddesi hükmünün Lozan’a da, hukuka da aykırı olduğu gösterilebilir. Bu konuda Türk hukuk ve yargı kültüründe yaygın olarak kabul gören yaklaşımın dayanağını oluşturan uluslararası andlaşmaların nasıl yorumlanacağı ile ilgili Viyana düzenlemesinin aşılması gerektiğini vurgulamak gerekmektedir. Uluslararası andlaşmaların yorumlanması ile ilgili bu düzenleme uyarınca andlaşmalar “iyi niyetle, lafzına uygun bir biçimde ve imzalandıkları tarihi bağlama göre” yorumlanmalıdır. Bu yorumun önemli bir kaynağı da, ilgili andlaşmaların “hazırlık çalışmaları”dır. Bununla birlikte, uluslararası andlaşmaların geneli için geçerli olabilecek olan bu kuralın “temel haklarla ilgili uluslararası andlaşmalar” için de aynen geçerli olup olmadığı tartışmalıdır. Daha doğrusu, aralarında Türkiye için bağlayıcı bir yargı mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de bulunduğu uluslararası hukuk kurumlarının çok yerinde tesbitiyle “yaşayan hukuk belgeleri” niteliğinde olan insan hakları ve temel özgürlüklerle ilgili sözleşmelerin dinamik bir tarzda ve sürekli özgürlükleri genişletecek biçimde yorumlanmaları gerekmektedir. Bu çerçevede sözü geçen Viyana düzenlemesinin uluslararası insan hakları sözleşmelerinin yorumunda bir “deli gömleği”ne dönüşmemesi gerekmektedir. Lozan, bütünüyle bir temel haklar sözleşmesi değilse de burada üzerinde durduğumuz üçüncü kısımdaki düzenlemeler doğrudan “insan hakları” ile ilgilidir. Bu bakımdan Lozan’daki bu düzenlemelerin “yaşayan insan hakları kuralları” biçiminde anlaşılması gerekmektedir. Lozan’ı milliyetçi yaklaşımların sarıldığı “deli gömleği”nden kurtaracak ve yeniden hayata döndürecek böyle bir anlayış, AİHM’nin anadilde eğitimi eğitim hakkının bir gereği olarak gören AİHM içtihadıyla da desteklenecektir.
Dolayısıyla şimdilik son söz: 1982 Anayasası’nın 42. maddesinde yer alan Türkçe dışındaki anadillerde eğitim yasağının Lozan’a ve hukuka aykırı niteliği görülmeli ve buna son verilmelidir. En azından yeni anayasada böyle bir yasağın yer alamayacağı anlaşılmalı ve mes’ele Lozan örneği de dikkate alınarak, yeni anayasada uluslararası insan hakları normlarına aykırı düzenlemelerin yapılamayacağı ilkesinin benimsenmesiyle birlikte çözülmelidir.
Kaynak: Zaman

Yorumlar kapatıldı.