İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gidenlerle kapanan bir devir

Murat Belge

Sular yükseldikçe adalar ortaya çıkıyor. Yükselme devam ettikçe adalar ‘adacık’ oluyor. Süreç kesilmiyor, adalar teker teker kayboluyor. Tıpkı ‘İstanbul’lu, ‘ada’lı Niko ve Yosif gibi. Artık onlar da yok. Benim için Heybeli, Türkiye için bir devir kapandı… Yosif demirciydi. Niko da anlar, ona yardımcı olurdu bu işte. Ama asıl usta Yosif’ti. Galiba gençliğinde mutsuz bir aşk serüveni yaşamış, sonra da hiç evlenmemişti. Niko ise Ortodoks Kilisesi’nde muganni idi, ama mizacen Katolik Kilisesi’nde rahip gibi, bekâr ve bakirdi… “İstanbul’da, İstanbullu gibi yaşamak” diye bir şey varsa -ki var- onun içinde burada yaşamış herkesin bıraktığı tuzu biberi buluyorsunuz. Bu üslubun içinde onlar da hâlâ yaşıyorlar. Ama, Niko ve Yosif kardeşlerin yokluğunda, ada içime hiç sinmeyecek.

*******
Niko’nun öldüğünü Yorgo Kirbaki’den öğrendim. Niko’nun ölümü de, doğrusu, öyle beklenmedik bir şey değildi. Yosif’ten sonra yaşamaya hevesi kalmamıştı. Hastaydı zaten.
Niko ile Yosif, Heybeliada’dan iki Rum. Kardeş. Evlenmediler. Çolukları çocukları olmadı. Arkalarında iki mezar taşından başka pek bir şey bırakmadan çekip gittiler.
Bir yıl önce “Ada’ya kışın gidelim, bir gece kalıp dönelim” demiştik. O zamanlar Heybeli’de kışın da açık olan Panorama Oteli vardı, deniz kenarında. Otele yerleşip iskelenin oralarda bir lokanta aradık ve Yeni Park adında bir mekâna oturduk. Görece erken gelmiştik, işimizi erkence bitirip çıkacaktık. Yanımızdaki masaya birer ikişer birileri -Adalılar- sökün etmeye başladı. Masa doldu, uzadı. Biz gitmeye hazırlanırken adamlar fasıl geçmeye başladı. Hiç fena söylemiyorlar. Seçtikleri şarkılar da güzel; eskilerden ve zevkli. Vazgeçtik, kaldık. Çok geçmedi biz de koroya katıldık. Bu âlem sabahın üçüne kadar falan sürdü. O saatte grup halinde Panorama’nın sahiplerini uyandırdık. Bizi uğurlayıp dağıldılar.
ATİNA ONLAR İÇİN ANGARYAYDI
Niko ile Yosif bu grubun içindeydi, öyle tanıştık. “İçindeydi” demek yeterli değil. Grubun canı, ruhu onlardı. Bir de Ahmet. Ahmet, denizci astsubaydı. Sesi iyiydi, gürdü; söylemeyi de biliyordu. Bu kardeşleri çok seviyordu. Onlar da onu. Ahmet hâlâ Ada’da. Emekli oldu, oraya yerleşti, bir de kahve açtı. Niko, Balıklı Hastanesi’nden hafta sonu bazen Ada’ya geliyor, daha çok da onun kahvesinde oturuyordu, tekerlekli koltuğunda.
Sık değil, ama fırsat buldukça gider olduk Heybeliada’ya. Gitmemizin başlıca nedeni bu iki kardeşti (bir keresinde de onlar Ahmet’le bize gelmişlerdi). Çok zaman vapurla, gece de kalarak, kimi zaman da tekneyle. Niko ile Yosif ise hemen hemen hep Ada’daydılar. Yılda bir ay kadar Yunanistan’a giderlerdi. Bu bir zorunluktu.
Papandreu (yani, Andreas) Türkiye’de yaşayan Rumların ağır angarya yaşadığına inanıyordu herhalde ki maaş bağlamıştı. Ama bu parayı alabilmek için yılda bir kez, bir aylığına Yunanistan’da ispat-ı vücut etmek gerekiyordu. Onun için giderlerdi. Orada yaşayan bir kız kardeşleri vardı, Atina’da, onda kalıyorlardı. Bir ayı zor çıkarıyor, sonuna doğru iyice sıkılıyor, nihayet angaryayı bitirip dönüyorlardı. “Aman, aman… Gençler berbat! Hiç terbiye kalmamış!” diyerek. Moda’daki Koço’yu orada da bulmuşlardı.
HEYBELİ, DİĞER ADALARA BENZEMEZ
Fikirlerinde öyle muhafazakâr falan sayılmazlardı. Hatta sosyalisttiler. Kitabi insanlar değillerdi, ama dünya görüşleri, kültürleri vardı, bilgisiz hiç değillerdi. İstanbul terbiyesi ile büyümüşlerdi.
İstanbulluydular. Ama Kadıköylü, Modalı, Adalı. Birçok kimse gibi onlar da zaman zaman (resmi bir zorluk çıkarsa) “İstanbul’a inerlerdi.” İstanbulluydular, ama İstanbul’da adalıydılar. “Ada” deyince de “Heybeli”; Çünkü Heybeli diğer adalara benzemez.
Niye benzemez? Çünkü Heybeli’de yaz-kış hayat vardır. Kış gelince adalar boşalır, Büyükada’da bile in cin top oynar. Heybeli ise hep canlıdır. Bunun nedeni, buradaki kurumlardı. Deniz Harp Okulu ve başka askeri denizcilik okulu buradaydı. Ama tepede de Papaz Okulu, bir de Sanatoryum vardı. Şimdi bunlar kapandı. Sanatoryuma her mevsim bir yığın ziyaretçi gelirdi. Sonuç olarak Heybeli hareketliydi. Şimdi kışlar nasıl geçiyor, pek bilmiyorum. Herhalde epey durgundur.
Niko ile Yosif, adalıydı. Seviyorlardı adalı olmayı. Osmanlı yönetmeyi iyi bilir. I. Mahmut zamanında Bostancıbaşı’na verilen fermanda, “Adalıları şehre sokmayın” denmiştir. “Bunlar serazat adamlardır, başına buyruk alışmışlardır, zapta gelmezler.” Bizim kardeşler de böyleydi. Baron d’Halki veya Conte d’Heybeli olarak yaşadılar.
Fasılla tanıştık, anlattığım gibi. Sonraki gelişlerimizde de, akşam olup vakt-i kerahat gelince, bir zaman sonra fasla başlardık. Asıl klasikleri az bilirlerdi. Ama Osman Nihat, Lemi Atlı, hatta Hacı Arif Bey, Ahmed Rasim, bunları gayet iyi bilirlerdi. Selahattin Pınar meyanının dolambaçlı koridorlarında hepimiz tıkanırken, Niko, Ortodoks kilise tenoru sesiyle “Hüp” diye tırmanır, bizi de arkasından çekerdi. Yosif’in böyle formel kilise şanı terbiyesi yoktu. Onun sesi tam alaturka çıkardı.
Kilise, evet. Heybeli’de, iskele yakınlarında, büyük kilise, 1857’de yapılmış Aya Nikola’dır. Bizim Niko’nun adaşı. Son dönemlerde Niko, tek başına, bu kilisenin korosu olmuştu. Her pazar sabahı ayine gider, söylenecekleri söylerdi. Zaman zaman, yortularda falan, başka kiliselere de çağırırlardı, Adalar’da ya da Kadıköy’de.
RAHİP GİBİ BEKÂR, BAKİRDİ
Yosif demirciydi. Niko da anlar, ona yardımcı olurdu bu işte. Ama asıl usta Yosif’ti. Galiba gençliğinde mutsuz bir aşk serüveni yaşamış, sonra da hiç evlenmemişti. Niko ise Ortodoks Kilisesi’nde muganni idi, ama mizacen Katolik Kilisesi’nde rahip gibi, bekâr ve bakirdi. Yosif gençliğinde iyi futbol oynarmış, o zamanı bilenler, bunu hep söylerdi. Galiba Lefter’le de tanışıyorlardı. Biz tanıştığımızda top oynayacak çağını geçmişti. Top oynamasa da, oyun oynayan çocuklar onu terk etmemişti. Neşeli, şakacıydı. Konuşkandı. O dışa dönük, Niko daha içe dönüktü.
Ali İhsan’ın Park lokantasında tanışmıştık. Sonraları daha çok Başak’ta takılır oldular. İskelenin yanındaki kahveye hep gelirlerdi. Kapalı duran Papaz Okulu’nda kalan bir İngiliz Ortodoks’la (‘doğuştan’ değil, sonradan tercihle, tabii) tanışmıştık. O da tanıyordu bu kardeşleri. “Onlar özel insanlardır” diyordu. Derken dostum Nikiforos Metaksas yerleşti Heybeli’ye. O da sevdi onları, tanışınca.
Herkes severdi zaten. Yaşlanınca özellikle Yosif, birazcık huysuzlaşmış. Ben hiç rastlamadım huysuzluğuna, lokantacılar falan söyledi. Zaten çok seyrek görüyordum. Ama ‘yaşlanma’nın yanı sıra, bir yığın sebep vardı onlar için huysuzlaşmaya. Sonra Yosif ölüverdi. Benim için Heybeli’ye gitmek zorlaştı. Bir yandan gidip Niko’yu görmek istiyordum; bir yandan ayaklarım gitmiyordu. Sonunda, İstanbul dergisindeki kent üstüne, semtler üstüne sohbetleri bahane edip gittim, Niko’yla konuştuk. Acıklıydı bu. Niko çökmüştü, Yosif’ten sonra. Şarkı söylemez olmuştu. Gamlıydı. Hastaydı.
OLANA, BİTENE BOYUN EĞMEZLERDİ
Niko ve Yosif’le Heybeli’de olsun İstanbul’da olsun “Bir devir kapandı” diyebilirim. Kapanmasına çoktan kapanmıştı, aslında. Genel olarak İstanbul Rumlarına ilişkin bir şey söylemeye çalışıyorum. Onların burada belirgin bir varlık olarak bulunduğu, birçok şeyin ölçüsünü koyduğu bir zaman. Bu, sönerek, solarak devam etti, 1960’larda Kıbrıs davasıyla da kapandı. Bundan sonra kalıntılarla idare ettik, Yosif ve Niko gibi, tek tük insanlarla. Gelgit gibi bir şey bu. Sular geliyor. Yükseldikçe, adalar oluşuyor, yükselmeye devam ettikçe, adalar ‘adacık’ oluyor. Süreç kesilmiyor. Adacıklar teker teker kayboluyor. Sen sağ, ben selamet.
İstanbul’un ben ne kadar ‘sahibi’ysem, onlar da en az o kadar sahibiydiler. Ben İstanbul’u ne kadar seviyorsam, onlar da benden az sevmiyorlardı. Başka bir memleketleri yoktu. Burada itilip kakılmışlardı, Adalı olmasalar daha da fazla itilip kakılırlardı. Ama memleketleri burası olduğu için son kertede burada rahat ediyorlardı. Atina’ya alışamıyorlardı. ‘Efige’ şarkısını Türkçe’ye çevirmişlerdi, sanırım Ahmet’le birlikte. Bir Rumca, bir Türkçe söylerlerdi. Ama olana bitene boyun eğmezlerdi de.
ARTIK ADA İÇİME SİNMEYECEK
Parakete vardır, bir bedene gereğinde bin iğne bağlarsın, yemler, dibe döşersin. Karıştırmadan atması, toplaması zordur. Bir fıkrası vardır: Rum balıkçının karısı bu oltayı icat etmiş, koca döşer toplarken o da sevgilisiyle kalsın diye. Bir gün böyle bir fıkra olduğunu anlatıyordum. Niko, “Niye Rum?” dedi. Niye olacak? “İffetsiz” olmak, “Ahlaksız” olmak, Rumlara yakışır, ondan. Bu alanda konuştuğumuz birçok şey oldu, ama Niko’nun bu iki kelimelik tepkisidir hepsinden daha net aklımda kalan.
Sonraları, hastaneye yatmışken, ağlayarak anlatmış bir Rum olduğu için ona yapılan hödüklükleri.
O devir kapandı. Kapanmıştı, kapanmamak olmazdı. Ama bu hayatta olan her şey büsbütün buharlaşıp gitmiyor. “İstanbul’da, İstanbullu gibi yaşamak” diye bir şey varsa -ki var- onun içinde burada yaşamış herkesin bıraktığı tuzu biberi buluyorsunuz. Bu üslubun içinde onlar da hâlâ yaşıyorlar.
Ama, Niko ve Yosif kardeşlerin yokluğunda, ada içime hiç sinmeyecek.

Yorumlar kapatıldı.