İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yurttan “kardeşlik” manzaraları..

YETVART DANZİKYAN / Radikal
Yabancılarla, ya da yabancı “zannettiklerimizle” ciddi bir meselemiz var. Evet yıllar boyu bu konuyu işleyen resmi görüşün bu meselede payı var ama şunu da artık kabul etmek gerekiyor: bu görüş toplumda “iştahlı” bir karşılık buluyor.

Cumartesi gecesi evde oturmuş AHaber’de üç tarihçinin (Mehmet. Ö. Alkan, Cemil Koçak, Y. Hakan Erdem) sunduğu “Eski Defterler” programını izlerken (ki, programın bu haftaki konusu Teşkilat-ı Mahsusa idi) birden araya bir canlı yayın girdi ve Başbakan Erdoğan’ın Kutlu Doğum haftası sebebiyle yaptığı konuşmayı izlemeye başladık. Erdoğan hayli kalabalık bir izleyici topluluğuna sesleniyordu ve Kutlu Doğum Haftası’nın bu yılki temasının “kardeşlik hukuku” olduğunu vurguluyordu. Beklendiği üzere İslami vurguları hayli kuvvetli bir konuşmaydı ve sık sık Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinden de alıntı yapılmaktaydı. (tesadüf müdür bilinmez, biraz önce programda Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyeleri arasında Mehmet Akif Ersoy’un da bulunduğu kaydedilmişti) Buraya kadar mesele yoktu. Bu yılki tema da isabetli bir seçimdi. Kardeşlik vurgusunun nerelere uzanacağını merak edip konuşmayı daha bir dikkatle dinlemeye başladım. Erdoğan konuşmasında “inananların kardeşliği”ni vurguladı ve bunun asli olarak üç büyük kitaba inananlar arasında olabileceğine dikkat çekti. Yani dışarıda kalanlar pek de kardeş olamıyordu, bu duruma göre. Burada ciddi bir mesele olmakla birlikte; peki, madem öyle, inananların kardeşliği ne durumda diye etrafa şöyle bir göz atmak yerinde olur dedim.

Geride bıraktığımız haftaya Bahçelievler Protestan Kilisesi’ne yönelik saldırı ile başladık. Hıristiyan aleminin en büyük bayramlarından Paskalya yortusu öncesinde bir grup genç Bahçelievler Protestan Kilisesi’n gelip pastör Semih Sertek’ten kelime-i şahadet getirmesini istemişler, sonra da onu tekmeleyerek darp etmişlerdi. Pastör Sertek olanları Radikal gazetesine şu sözlerle anlattı:

“Olay gecesi kilisenin kapısına birileri hızla vurdu. Telaşlı halleri vardı. Kapıyı açtığımda ‘Bize anlat’ diyerek içeri girmek istediklerini söylediler. Alaylı ve küçümseyici sözler sarf ediyorlardı.Bu durum bende tedirginlik yarattı. Sabah gelmelerini, olumsuz konuşmamalarını ve burasının kilise olduğunu söylediğim halde hakaret ettiler. ‘Burası Müslüman mahallesi, burada kilisenin ne işi var?’ diyerek son dini kabul etmezsem toprağın altında gebereceğimi defalarca tekrarladılar. Başında beyaz takkesi olan genç, kelime-i şahadet getirerek benim de söylememi istedi. Göğsüme tekme attı. Sonra kaçtılar. Ben tekmenin şiddetiyle merdivenden düştüm.”

Bir süredir böyle bir vakaya rastlamamış idik. Dolayısıyla resmi makamların konunun üzerine hassasiyetle eğilmesini beklerdik ama olmadı. Bilhassa Hükümet çevrelerinden bu saldırıyı kınayan, bu tip saldırıların “ırkçı, ayrımcı, din özgürlüğüne aykırı” içerikte olduğunu vurgulayan açıklamalar gelmedi. Gelmeliydi. İyimser bir bakış açısıyla Hükümet çevreleri belki bu cins saldırıları küçük yerel vakalar gibi görüyorlardır desek bile; bu konularda anında bir kınama mesajı gelmezse bu durumdan benzer düşüncede olanların güç aldığını hatırladığımızda bu argümanın da geçersiz olacağını görürüz. (Yeri gelmişken küçük bir not aktarayım: Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe girişiminden bir grup, saldırıya uğrayan kiliseyi dün ziyaret ederek, pastör Sertek’e dayanışma mesajlarını ilettiler)

Geride bıraktığımız haftanın diğer vakası ise Adana’dan. 11 Nisan günü gazetelere yansıyan habere göre “Azerbaycan’ın Hocalı Kasabası’nda Ermenilerin yaptığı soykırım anısına İl Özel İdaresi tarafından Adana’da Ermeni Soykırım Anıtı yapılması” kararlaştırılmıştı. Konuyla ilgili açıklamayı yapan MHP Yüreğir İl Genel Meclisi Üyesi Mustafa Halaçoğlu, şöyle demekteydi:

“Mecliste grubu bulunan MHP, CHP ve AKP grup başkan vekilleri bu öneri doğrultusunda Adana’nın en işlek bir yerine Azerbaycan’ın Hocalı kasabasında Ermenilerin yaptıkları soykırımı simgeleyen bir anıt yapılması için önerge verdiler. Bu önerge başta sayın valimiz Hüseyin Avni Çoş bey olmak üzere (İl Kültür Müdürlüğü tarafından) incelenmiş, Adana’mızın görkemli yerlerinden bir meydana Hocalı Soykırımını sembolize eden anıt dikilmesi valiliğimiz tarafından da olumlu karşılanmıştır.”

Burada da başka bir -bu kez hayli tatsız- tesadüf gözümüze çarpıyor. Bu kararın gazetelere yansıdığı tarih, 1909 yılında binlerce Ermeni’nin (kimi kaynaklara 17 bin, kimi kaynaklara göre 20 bin) hayatını kaybettiği Adana Katliamı’nın (devletin sevdiği tabirle “olayları”nın) yıldönümüne denk gelmekte. İngiliz raporlarına göre bu katliam Abdülhamit’i zor durumda bırakmak için İttihat Terakki tarafından tertiplenmişti. Devletçi/milliyetçi tarihçilik ise elbette ki bu katliama Ermeni tahrikçiliğinin sebep olduğunu savunur. Gerekçeleri ayrı bir yere koyarsak, okuduklarımız, bölgede bilinen manada bir etnik kıyımın yaşandığını gösteriyor. Bu vakayı şöyle etraflıca incelemek varken, hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi kentin en görkemli yerine Hocalı katliamı ile ilgili bir anıt dikildiğinde, buradan bir kardeşlik mesajı almak epey zor oluyor.

Sıradaki vakamız Malatya’dan. Daha doğrusu vaka 5 yıl önce oldu ama yansıması bu hafta. 5 yıl önceki Zirve yayınevi katliamında ölenlerden Alman uyruklu Tilman Geske’nin eşi Susanne Geske üç çocuğuyla birlikte Malatya’da yaşıyor hala. Gazetecilerin sorularını yanıtlamış. Şöyle demiş: “Çocuklar okullarını biterecek. Normal bir hayat sürmeye çalışıyoruz. Tabii ki babasız her günün farkındasınız.(Dava için) Ne kadar süre olursa olsun çok sabırlı olabilirim, ama sonuç iyi olsun. Bence daha çok sürer. Ama azmettiriciler, arka plandaki güçler ortaya çıksın, benim için bu daha önemli. (Sanıklar için) Yalanla dolu bir hayalle yetişmişler. Çünkü onların düşündüğü kişiler yok ortada.”

Davanın sonucunu böylesine sakin ve bilgece bekliyor Susanne Geske. Ancak devletimiz hala ona hayal kırıklığı yaşatmaya devam ediyor. Türk vatandaşı olmak için başvurmuş. Ama reddedilmiş. Yeniden talepte bulunacak. Ancak hatırlatmadan edemiyor. “Erdoğan Almanya’ya giderken güzel bir şey söylemişti: ‘Türkler Almanya’da Alman vatandaşı oldu, Almanlar gelsin Türkiye’de Türk vatandaşı olsun’. Biz buradayız ve Türk vatandaşı olmak istiyoruz..”

Böyle diyor Geske. Türk makamların red cevabının gerekçesini şu aşamada bilemiyorum. Ama bu kurallar hangi Alman vatandaşı için esnetilebilir diye sorsak herhalde ilk sırada gelir Susanene Geske.

Sadece bu haftaki olaylara ayırdığımız yazının son vakası ise Ankara’dan. Müteahhitlik ve gayrimenkulda canlanma için her türlü imkanını seferber eden Hükümet yabancılara mülk satışı için getirilen “ilçe yüzölçümünün yüzde 10’unu aşamaz” sınırlamasını kaldırmak amacıyla hareket geçmişti. Bu sınırı kaldıran düzenleme Meclis’te Adalet Komisyonu’na geldi.Ancak Hükümet muhalefetten (ve belli ki parti içinden) gelen tepkileri dikkate aldı ve yeniden yüzde 10’luk sınıra geri döndü. Tek bir farkla. Önceden bu yüzde 10, ilçe merkezindeki alana göre hesaplanıyordu, şimdi ise yüzde 10’luk hesaba dağlar ve göller de dahil oldu. Yani fiilen sınırlama biraz daha hafiflemiş oldu. Ancak bu konuda Hükümeti ile muhalefetin ne kadar “hassas” olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Yazının finalinde bilinmedik bir şey söylemeyeceğim. Yabancılarla, ya da yabancı “zannettiklerimizle” ciddi bir meselemiz var. Evet yıllar yıllar boyu –ve hala- bu konuyu işleyen resmi görüşün bu meselede payı var ama şunu da artık kabul etmek gerekiyor: bu görüş toplumda “iştahlı” bir karşılık buluyor. Bunu bilelim.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1085018&Yazar=YETVART-DANZIKYAN&CategoryID=98

Yorumlar kapatıldı.