İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ahlak, etik ve 1915

Beril Eski

Nicolas Sarkozy, seçimlerden önce benzer bir yasa hazırlamak niyetinde. Yeni tasarı doğru bir şekilde kaleme alınırsa, yürürlüğe girebilir. 1915’i Fransa’nın siyasi ahlakçılığına teslim etmek, sorunun hiçbir zaman gerçek anlamda çözülemeyeceğine işaret ediyor. Türkiye’nin 1915 konusunda hızlı bir şekilde etiğini oluşturması lazım. Aksi halde gelişen demokrasinin bir parçası olup, sonuçları kendini bağlayacak bir etik yaratmak yerine, gelişen hukukun dayattığı ahlakı omuzlarında taşıyacak. Sonraki nesiller ise ‘neden masaya bu kadar geç oturulduğunu’ anlamaya çalışacak. Çünkü hukukun olması gereken olarak işaret ettiği şey, er ya da geç Türkiye’nin kapısını çalacak.

***************
Türkiye, Fransa’daki ‘soykırım inkârına suç’ tartışmasında ‘ifade özgürlüğü’ne sığındı. Sonuç: Fransa’nın ahlak dayatmasına teslim olmadık ama kendi etiğimizi yaratmaya çalışıyoruz. Gerçekten böyle mi?
BERİL ESKİ
Etik ve ahlaktan anladığımız farklıdır. Farkı, moderniteyi üzerine inşa ettiğimiz ahlak kavramından anlamaya başlarsak, Kant’a uzanır elimiz. Kant der ki, “Evrensel yasalar vardır ve bunlara uygun olarak hareket ettiğimizde, sonuç bizi bağlamaz. Ahlak, evrensel yasalara uyduğumuz kadarıdır.”
Etik ise çok daha kişiseldir. Evrensel yasaları yoktur. Her davranışın mükemmel halini ararız. Bu kolay değil, çünkü mükemmel davranış, bulunduğumuz ortama ve zamana göre değişebilmektedir. Ve mükemmelle kastedilen, aşırı uçlardan sakınarak vardığımız orta yoldur. Bu mükemmel hareketlerden kendimize bir uygulama yaratırız. Etik, tüm bu oluşturma ve uygulama sürecidir. Bizim elimizle var ettiğimizdir ve sonuçlarından kendimizi sorumlu tutarız.
Etik daha fazla emek gerektirir. En iyi sonucu almayı hedefler. Bu nedenle sürekli bir gözlem halindedir, farklı değişkenlerde farklı tutumlar sergilemeyi gerektirir. Etiğin güzel yanı, herkesin kendi etiğini yaratabilmesidir. En iyi sonuca varılamasa bile, en iyi sonuç için çaba gösterilmektedir.
Ahlak ise etiğe göre daha geneldir. Herkesin uyması beklenen belli kurallar vardır ve bu kuralları uygulayanların aynı sonuca ulaşması beklenmez. Asgari ahlak düzeyine ulaşılması yeterlidir. Etiğe kıyasla daha kolaydır.
Bugün gelişen hukuk sisteminde, Türkiye de evrensel yasaları esas almak yönünde bir irade gösteriyor. Aslında, ahlaklı bir hukuk sistemi oluşturmaya ve ahlakın bıraktığı boşluğu demokrasi ile doldurmaya çalışıyor. Demokrasinin temas edemediği noktada ise bir evrensel kurala daha ihtiyacımız olduğu ortaya çıkıyor.
Demokrasiden kastım, güven ilişkisine dayalı ve adil bir iletişim. Her şeyi hukukla doldurmak, insanlar arasındaki güven ilişkisini yok eder. Ve kanunların, yönetmeliklerin sayısı arttıkça, uzlaşma kavramının içi de boşalır. Oysa hukuk, uzlaşma denenip de gerçekleşmediği zaman etkili olmalı. Uzlaşmayı atlayarak hukuka sarılmak, herkesin yüzde yüz hak talep ettiği ve bunu elde edemediğinde mutsuz olduğu bir sisteme dönüşür.
İnsan hakları hukuku, bu gelişmenin en sık hissedildiği hukuk dallarından biri ve çok daha kapsayıcı bir uygulamaya doğru ilerliyor. Nefret söylemi de gelişen insan hakları hukukunun en yeni ve somut örneği. Nefret suçu ise bir sonraki kademesi. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir hesabı, nefret suçunun geldiğini nefret söylemlerinden anlıyoruz. İnsan hakları hukuku ise, nefret söylemini baştan cezalandırarak nefret suçuna doğru ilerleyen yola ket vuruyor. Nefret suçu gerçekleşirse, bunu işleyenlerin daha fazla cezalandırılmasını öngörüyor.
Bir adım daha ileri gidersek, Gayysot Yasası geliyor aklımıza. Çünkü gelişen hukuk, soykırım gibi büyük bir suç işlendiyse, bu suçun inkârını veya övülmesini engellemek adına kanunlar çıkarılabiliyor. Gayysot Yasası’nın gerekçesi, Yahudilerin yaşadığı acıya duyulan saygıydı. Bunun sıradan bir acı olmadığının da altı çizildi, milyonlarca insanın sistematik ve toplu bir kıyıma sürüklenmesi, çok daha derin bir acı olarak nitelendirildi.
Fransa’da oylanarak kabul edilen ve Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilen Soykırımın İnkârı Yasası da Gayysot benzeri bir yasaydı ve Ermeni soykırımının inkârını veya küçültücü bir şekilde, alay edilerek konuşulmasını yasaklamayı hedefliyordu. Aslında bu yasa, demokrasi ile gerçekleştiremediğimiz bir yüzleşmeyi hukukla halletmeye çalışıyordu. Hiçbir zaman masaya oturup konuşmadığımız ve milliyetçi bir refleksle reddettiğimiz olayları bize hukuk vasıtasıyla hatırlatıyordu.
Gözden kaçırılmaması gereken ise hukukun, olayların olup olmadığıyla değil, nasıl olması gerektiğiyle ilgilendiği. Bugün, 1915’te yaşananları tartışmak hukukun değil, Ermeniler ile Türkiye’nin arasındaki bir mesele. Tam da bu nedenle demokrasiye ihtiyacı olan bir mesele. Çünkü hukukun alanının dışında çıktığımızda elimizde sadece siyaset yapma imkânı var. Ve bu siyasetin adil olması, yalnızca demokratik bir yaklaşım ile körüklenebilir. Her iki tarafın da iyisiyle kötüsüyle masaya oturabilmesi, ancak gerçek bir yüzleşme iradesiyle mümkün olabilir. İrade olmaksızın oturulan masaların temsili bir rövanşa dönüşeceği konusunda kimsenin şüphesi yok.
Öte yandan, bu yasa zaten insan doğasına aykırıydı. İnsan bazen yeterince bilgi edinmeden konuşabilen, inkâr edebilen, tartışmayı beceremeyen bir varlık. Ama bir ülkenin yüzde doksanı aynı tavırla hareket ettiği zaman, şüphe edilen mesele artık insanın doğası değil demokrasi oluyor.
İnsan doğasının tırnaktan tepeye değil de demokrasinin tepeden tırnağa uzandığı bir ülkede yaşamayı hayal ediyoruz. Demokrasiyi bir hukuki dayatma ile sindiremeyeceğimiz açık. Bir rüzgârla hissedebiliriz ancak. Bu rüzgârın eseceği yön de belli, estirebilecek gücün kaynağı da.
Türkiye, ahlak boşluğunu dolduran bu yasaya karşı çıktı. Gerekçesini ise ‘ifade özgürlüğü’ gibi demokrasinin temel taşlarından biri ile açıkladı. İlk bakışta bu gerekçeden anladığımız, Türkiye ahlak dayatmasına teslim olmuyor ama kendi etiğini yaratmaya çalışıyor. Gerçekten böyle mi?
Maalesef değil. Türkiye 1915 konusunda hiçbir etik yaratmadı. Bunun en somut yansımalarını Hocalı Katliamı anmalarında yaşadık. Yapılan yürüyüşte atılan sloganlar, kullanılan pankartlar akıllara nefret söylemini ve gelişen hukuka duyulan ihtiyacı bir kez daha düşündürdü. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan, yaptığı “Ermeniler Azerileri öldürdü” açıklaması ile halkın düştüğü yanılgıyı onayladı. Aslında bu söylemle “Türkler Ermenileri öldürdü” söylemi arasında hiçbir fark yok. Her iki söylem de bir milleti dışlıyor ve ırkçı ifadelere kurban ediyor. Her iki söylem de bize sorunun hiçbir zaman çözülemeyeceğini anlatıyor.
Nicolas Sarkozy, seçimlerden önce benzer bir yasa hazırlamak niyetinde. Yeni tasarı doğru bir şekilde kaleme alınırsa, yürürlüğe girebilir. 1915’i Fransa’nın siyasi ahlakçılığına teslim etmek, sorunun hiçbir zaman gerçek anlamda çözülemeyeceğine işaret ediyor. Türkiye’nin 1915 konusunda hızlı bir şekilde etiğini oluşturması lazım. Aksi halde gelişen demokrasinin bir parçası olup, sonuçları kendini bağlayacak bir etik yaratmak yerine, gelişen hukukun dayattığı ahlakı omuzlarında taşıyacak. Sonraki nesiller ise ‘neden masaya bu kadar geç oturulduğunu’ anlamaya çalışacak. Çünkü hukukun olması gereken olarak işaret ettiği şey, er ya da geç Türkiye’nin kapısını çalacak.
(BERİL ESKİ: Avukat)

Yorumlar kapatıldı.