İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Yerli azınlıklar’ ve ‘yabancı biz’

Leyla İpekçi / Zaman
Geçtiğimiz günlerde Hıristiyan arkadaşlarımızın Paskalya’sını kutladık.
Ne kadar zaman geçmişti hâlbuki aradan, gündelik hayatımızın parçası olmaktan çıkmıştı bu kutlamalar. 70’li yıllarda, İstanbul’da bugüne oranla bir nebze daha fazla ‘azınlık’ yaşarken, (özellikle Rumlar ve Ermeniler burada kendi topraklarında ‘yabancı’ olarak adlandırılmıştı) Paskalya’sını hep beraber tebrik ederdik arkadaşlarımızın.

Gerçi o vakte dek, azınlık’larımızın pek çoğunu buradan göndermeyi başarmış, geri kalanını da göndermeye çalışmakla meşguldük! Gelgelelim ‘azınlığı bol’ bir lisede okuduğum için, bizde durum biraz daha ‘ideal’ idi. Her ‘cemaat’in bayramı birlikte kutlanırdı. Zaten ‘biz’ veya ‘siz’ denilen söylemlerle ayrışmak da anlamsızdı. Aynı medeniyetin çoğul yansımalarıydık bizler hepimiz.

Nasıl olmayalım! Bu memlekette Cumhuriyet boyunca tüm şehirler çarpık kentleşme formatlarıyla birbirine benzemişken, 19. yüzyıla ait kimi barok binalar, eski konaklar, kiliseler, camiler, saraylar göze hemen çarpıverir. Kimileri bu barok mimariyi de eklektik bir sentez diye eleştirir ama, nihayetinde yeni dönemde dikilen kazulet tektip apartmanlar arasında onlar nadide bir çiçek gibi göz doldururlar. Ve Osmanlı’nın bu son döneminin mimarlarının birçoğu Ermeni’dir.

İstanbul’un hafızasını şekillendiren, Osmanlı geleneğini Batı mimarisiyle yoğurup dönüştüren, onu yerel kodlarıyla yeniden üreten ve kadim ruhunu farklı yönleriyle dirilten eserleri de çoğulcu medeniyetimize dâhildir.

Kuleli Askerî Lisesi, Harbiye Askerî Müzesi, Ortaköy Camii, Büyükada İskelesi, Beyazıt Kulesi, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı, Kadıköy Süreyya Tiyatrosu, Ihlamur Kasrı, Selimiye Kışlası… Bunların mimarlarının Ermeni olduğunu hemen hiçbirimiz bilmiyorduk; hikâyemizi ayrı sandığımız için miydi acaba? Sonradan toplumsal hayatta ‘siz’ ve ‘biz’ olarak ayrıştığımız için mi?..

Daha geçenlerde Atina’dan gelen bir arkadaşım anlattı. Kendisi İstanbul doğumlu, burada okumuş bir Rum. Fakat 70’li yıllardaki baskıya dayanamayan ailesiyle birlikte Yunanistan’a göç etmek zorunda kalır. Tabii evlerini, anılarını, sermayelerini kısaca her şeyi burada bırakırlar. Yanlarında götürebildikleri birkaç eşyayı ve ev mobilyası gibi daha büyük parçaları taşıyacak bir gemi bulmak için aylarca uğraşırlar. İşte o eşya arasında bulunan ve yıllarca biriktirdiği hüzünlü anılarıyla sapasağlam duran bir ‘komodin’ bugünlerde arkadaşımla birlikte yeniden anayurduna döndü!

Onunla konuşurken, ‘siz’ ‘biz’ ayrımı yapmanın imkânsızlığını hissederim her seferinde. Sınırların silindiği, farklılıkların bütüne hizmet ettiği, çoğulcu bir medeniyetin ‘biz’leriyizdir hepimiz, aynı hikâyenin içinde.

Orta Anadolu’da gezinirken, bir keresinde bir Ermeni köyünün hemen komşusu olan bir Rum köyü olduğunu öğrenmiştim. Harabeye dönmüş mabetlerin, toprak altında bekleyen anıların henüz bizim işitmediğimiz pek çok acıyı, sevinci, bayramı, inancı, masalı, ninniyi, türküyü barındırdığını düşünmek… Bu bile bana ‘büyük hikâyenin bizi’ olarak kuşatıcı ve çoğulcu bir paylaşım duygusu verir.

Geliyorum, meselenin diğer yüzüne. Devletin resmî ideolojisinin katılığıyla baktığımız Müslüman kimliğimize. Azınlığı bol okulumun ‘görece ideal’ ortamında Kandil çöreğinden Paskalya yumurtasına, hamursuza dek her ‘gelenek’ ortaktı bizde. Bir aradaydık ama ille birbirimize benzememiz gerekmiyordu. Çeşitliliğimizdi en ortak noktamız.

Sonra ‘hayat’ başladı ve ayrıştık. Fark ettim ki, modern ve seküler bir cehalet içinde Müslümanlığımızdan mahcup olmak durumunda kaldığımız dönemlerdeydik henüz. Dine, dinî geleneklere yabancıydı birçoğumuz. İşte bu zihinaltıyla büyüyen kuşaklar yıllarca üniversiteye başörtüsüyle girilirse diğerlerinin de ‘kapanacağından’ korktu.

Dediğim gibi, sadece Ermeni’yi, Rum’u ‘yabancı’ addedip kalbimizi soğutmakla kalmadık kendi topraklarında. Kalbimizi Müslüman’a da ‘yabancı’ bıraktık.

Süryanilerden, Ermenilerden, Rumlardan ve hatta Yahudilerden temizlediğimiz bu ‘steril’ topraklarda homojen, tekil, tekçi bir kültür, bir zevk inşa etmeyi denedik durduk. Fakat ironik biçimde, ‘kendi’mize ait dediğimiz Müslüman geleneklere ve dinîi değerlere de ‘bîhaber’ kaldık.

Şiirin, müziğin, tezhibin, mimarinin ve her türlü zevk ve sanatın filizlendiği, kültürün yükseldiği, insanların şevk ile ‘sevgili’liğe yolculuklarını yarım bıraktık. Kopardık kendimizi kökümüzden.

Eğer buralı ‘azınlık’ların bayramlarını, dini yaşama biçimlerini, inanç medeniyetlerini paylaşıyor olsaydık, kendi dinini hayatının bütünlüğü içinde algılayıp yaşamaya çalışan kendi Müslümanlarımıza da daha kalpten bakardık.

http://zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=29B9B28EE34529D7125756328AA8D986?yazino=1271278

Yorumlar kapatıldı.