İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Rumeli muhacirleri neden ‘unuttu’?

İsmail ARSLAN*
Zaman Gazetesi’nin Yorum sayfalarında geçtiğimiz üç aylık dönemde Rumeli muhacirlerinin aktif unutması, yerellik (otoktonluk), imtiyaz, siyasi tercihler noktasında Etyen Mahçupyan ve Şener Aktürk arasında düzeyli bir tartışma sürdürülmektedir.
Bu yazı, bir Balkan tarihi araştırmacısı olarak gözlemlerimiz çerçevesinde devam eden bu tartışmada gözden kaçan bazı hususlara dikkat çekmek amacıyla kaleme alınmıştır.

Tartışma Sayın Mahçupyan’ın “Rumeli’nin sürülmüş çocukları” makalesi ile başladı. Bu makalede, Türkiye’de yaşanan Ermeni soykırımı tartışmalarının karşısına psikolojik denge unsuru olarak Rumeli ve Kafkasya’dan gerçekleşen zorunlu göçlerin ve bu süreçte yaşanan katliamların çıkarılarak bir Hıristiyan/Müslüman çatışması olduğu izlenimiyle tartışmanın misilleme şeklinde devam ettirildiği görüşü ileri sürülmektedir. Özellikle Rumeli’de soykırıma uğrayan insanların bir kaçış yolu olarak yaşananları unutmayı tercih ettikleri dile getirilmektedir. Peki, bu unutmanın nedeni nedir? Bu unutmanın temel nedeni; “kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma” felsefesiyle özetlenebilecek bilinçli bir tercih olabilir mi?

Rumeli, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki topraklarına verilen genel isimdir. Bu yönüyle Rumeli, imparatorluğun kalbi konumundaki bir coğrafyanın adıdır. Bununla birlikte Türkiye’deki tarih yazımında Rumeli şu şekilde anlatılmaktadır: Başta Anadolu olmak üzere Rumeli’nin Türkleşmesi (gerçekte İslamlaşmasıdır ki bugün Balkanlar’da hâlâ Türk=İslam’dır.); Türkmenler Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’nun bomboş topraklar olduğu, Rumeli’ye geçiş sürecinde ise dört asırlık Selçuklu ve beylikler döneminde Türkleşmesi (İslamlaşması) tamamlanan Anadolu’nun Rumeli’nin Türkleşmesinde de insan kaynağı vazifesi gördüğü şeklindedir. Özellikle her Rumeli göçmeninin atalarının mutlaka Konya-Karaman yöresinden göçtüğüne dair hâlâ devam eden mevcut kurgu resmi söylemin bir anlamda başarısı olarak da nitelendirilebilir.

GERÇEĞE EN YAKIN KURGU

Bununla birlikte gerçeğe “en yakın kurgu ne olabilir?” sorusuna verilecek cevap şu olabilir: Osmanlı’nın Balkanlar’daki altı asırlık hâkimiyeti sürecinde bu bölgenin yerli (otokton) halkının Anadolu’dan giden Naldöken-Tanrıdağı (Karagöz)-Selanik-Ofcabolu-Vize Yörüklerinin ve daha da önemlisi kolonizatör Türk dervişlerinin muhtemelen Türklüğü (yani İslamiyet’i) temsil kabiliyetlerindeki samimiyetleri dolayısıyla altı asırlık süreç içerisinde başta Hıristiyanlığın Bogomil mezhebine mensup Pomaklar ve Boşnaklar olmak üzere Arnavutlar, Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar, Rumlar gibi Balkan yarımadasında yaşayan gayrimüslim toplulukların İslamlaşması yani Türkleşmesi görece çok daha sağlıklı bir kurgudur. Bu bağlamda daha önceki Bizans hâkimiyeti döneminin toplumsal yapısı içerisinde en alt toplum kesimleri olan Bogomiller gibi tek tanrılı Hıristiyan mezhebi mensuplarının İslamiyet’i kabul ederek eşitler arasında birinci konuma çıkması ve devlet katında imtiyaz elde etmesi kadar doğal bir şey olmasa gerektir. Bunda daha önceki dönemin yönetici kesimi içerisinde bu grupların pastadan hak ettikleri payı alamadıkları da göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer taraftan Osmanlıların Balkanlar’da uyguladıkları ve günümüz Balkan tarih yazımında olumsuz bir algılama olarak değerlendirilen “devşirme sistemi”, Sırbistan’ın Sokoloviç kasabasından Sokollu Mehmet’i ya da Pargalı bir Rum balıkçının oğlu olan Pargalı İbrahim’i devlet yönetiminde padişahtan sonra ikinci adam olma yolunu açıyordu. Yaşanan tartışmalarda tarihe bugünün değer yargıları üzerinden “anakronik” bir bakışla yaklaşmanın dayanılmaz hafifliğine ister istemez düşülmektedir. Osmanlıların Balkanlar’daki hâkimiyetini etkileyen sebepler arasında Bizans yönetiminin imtiyazlı tekfurlarının ve onların çevrelerinde oluşan imtiyazlı kesimlerin topluma karşı olumsuz davranışları Balkanlar’da yaşayan halkın Osmanlı adaletini tercih etmesine ortam hazırladığı da bir gerçektir. Bu bilgiler ışığında yaşanan tartışmaya geri dönersek; “yerlilik (otoktonluk)” toplumu oluşturan bir cemaatin bir toprak parçasında ne kadar uzun bir zaman sürecinde yaşıyor oluşu mudur? Yoksa toplumu oluşturan cemaat kesimlerinin birinin (birkaçının veya tamamının) devlet idaresince sahiplenilmesi olgusu mudur? Aktürk, yerlilik tartışmasını ilki üzerinden yaparken Mahçupyan, bu tartışmayı ikincisi üzerinden sürdürmektedir.

Aktürk’ün görüşü üzerinden bir değerlendirme yapalım. Osmanlı Balkanları’nda yaşayan Müslüman nüfusun en iyi ihtimalle yüzde 25’lik kısmının Anadolu’dan göçen yörükler olabileceği gerçeği göz önünde bulundurulursa; Müslüman Rumeli nüfusunun geri kalan yüzde 75’lik kısmı ihtida etmiş yani Türkleşmiş (İslamiyet’i kabul etmiş) insanlardan oluşmaktadır. (Bu yaklaşımın temeli Araplar dâhil İslamiyet’i kabul eden her toplum ihtida etmiştir.) Bu anlamda Rumeli Müslümanlarının en yerli halkını Balkanlar’ın en eski yerleşimcileri olan Arnavutlar oluşturmaktadır. Bu görüşün detaylandırılması için Osmanlı dönemi tapu tahrir defterleri ve nüfus sayımları üzerinden özellikle lokal düzeyde yani köyler ekseninde yapılacak demografik çalışmalara ihtiyaç vardır.

Mahçupyan, yerlilik tartışmasındaki görüşünü; “Rumeli Müslümanları(nın), giderek yabancılaşmakta olan bir devletin dinini taşıdıkları ve tam da bu nedenle yerli olarak görülmekten ve çatışma süreci içerisinde kendilerini yerli olarak algılamaktan uzaklaştıkları” şeklinde temellendirmektedir. Bize göre Osmanlıların Balkanlar’a hâkim olduğu zaman dilimini; 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem, 19. yüzyıl ve sonrası dönem olarak kabaca ikiye ayırmak gerekir. Osmanlılar bu ilk dönemde sadece Müslüman ya da gayrimüslim herhangi bir cemaatten ziyade bütün toplum kesimlerini insanlığın nüansları, farklı desenleri olarak değerlendirirken; ne yazık ki 19. yüzyıla gelindiğinde Batı’da başlayarak adım adım Osmanlı periferisini de etkileyen sekülerleşme süreci ve onun ürettiği modernleşme deneyimleri Osmanlı idari yapısının “farklı desenler” bakış açısının yitirilmesine; dolayısıyla da cemaatler arasında tercih yapan “büyük güçler” karşısında Osmanlıları da tercih yapmaya sevk etmiştir. Bu bağlamda 19. yüzyıl, bütün dünya için yitirilen insanlığın seküler ideolojiler (Ulusçuluk, Sosyalizm, Marksizm, Liberalizm vs.) vasıtasıyla yeniden inşa edilmeye çalışıldığı (ama tam da başarılı olunamadığı) bir yüzyıl olmuştur diyebiliriz. Osmanlılar ise yitirilen insanlığı kendi içlerinde başta “Osmanlıcılık” düşüncesiyle yakalamaya çalışsalar da sonuçta sekülarizmin ürettiği pozitivist eğitimden geçen devlet erkânının özellikle de İttihat ve Terakki içerisindeki idari kadronun etkisiyle ulusçuluk düşüncesine evrilmişlerdir. Bunda dünya sisteminin etkisi asla yadsınamaz.

Osmanlı periferisinde başlayan çözülmeyi; Mahçupyan’ın işaret ettiği gibi sadece (Rumelili) Müslümanlara değil, aynı zamanda gayrimüslimlere de kendi içerisinde yabancılaşan (İdris Küçükömer’in deyimiyle Batılılaşan) devlet yönetimi algısının bir sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Bu durumu tersten okursak; kendi içerisinde yabancılaşanın sadece devlet olmadığı, Rumeli başta olmak üzere Anadolu ve geri kalan Osmanlı topraklarında yaşayan bütün Müslüman ve gayrimüslim cemaatlerin de içlerine yabancılaşma ruhunun bu yüzyılda girdiği söylenebilir. Bu noktada üç bin yıldır Anadolu’da yaşayan en eski yerli halklardan biri olarak Ermenilerin içerisinden de seküler ideolojilerin peşine takılarak bin yıllık birlikte yaşama tecrübesini gündemlerinden düşüren (Taşnak-Hınçak çeteleri gibi) kesimler çıktığı gibi Rumeli’de de devlet erkini elinde bulundurarak devlet adına Müslüman-gayrimüslim halka baskı ve zulüm uygulayan bazı beylerin, paşaların ve idarecilerin varlığı da söz konusudur. Bu anlamda ortaya çıkan kötü örnekleri genelleyerek bütün Müslüman ve gayrimüslim cemaatlere teşmil kılmak çok da doğru bir bakış açısı olmasa gerektir. Devleti idare eden kesimlerin geneli itibarıyla Müslüman olması, onların icraatlarının bütün Müslümanlar tarafından tasvip edildiği anlamına gelmemelidir.

Can alıcı soruya gelirsek Rumeli muhacirleri, acaba hangi nedenlerle “göreceli” bir hafızasızlığı tercih etmişlerdir? Bunu birkaç başlık altında toplayabiliriz. İlki Rumeli muhacirlerinin görece tamamının Müslüman olmalarıdır. Bu konuda İslam inancında var olan “kendine yapılan kötülüğü hemen unut, iyiliği hayatın boyunca hatırla” şeklinde tarif edebileceğimiz bir hayat anlayışı olduğunu ileri sürebiliriz. Özellikle birinci kuşak muhacirler daha sonra gelen ikinci ve üçüncü kuşak muhacirlere revizyonist ve rövanşist duygularla geçmişte yaşanan acıları hatırlatmamayı tercih etmişlerdir. Nitekim üçüncü ve dördüncü kuşak göçmenlere dedelerinin nereden göçtüklerini sorduğumuzda sadece ülke ismi, bazılarının da ancak şehir ismi verebildikleri büyük bir çoğunluğun ise nereden, hangi şehirden hatta hangi köyden geldiklerini bile bilemedikleri görülür. Bunun tek istisnası “mübadillerdir”. Çünkü mübadelede 1923 Lozan Antlaşması’na eklenen ek protokol sebebiyle nüfusun (insanın insanla) karşılıklı takası söz konusudur.

RUMELİLERİN ANADOLU’YA DAĞILMASI

Diğer bir sebep ise Anadolu’ya gelen Rumeli Müslümanları yaşanan bütün acılara, uğranan soykırım ve haksızlıklara rağmen aynı dil ve aynı kültür, hepsinden önemlisi aynı dine mensup Müslüman kardeşlerinin bulunduğu bir coğrafyaya geliyor olması gösterilebilir. Rumeli’den göçen Müslüman muhacirler, yerleştikleri bölgelerdeki yerli halk tarafından sahiplenilmiş ve istisnalar olmakla birlikte himaye edilmişlerdir. Bu anlamda Anadolu’da şenlendirilmeyi bekleyen geniş toprakların varlığı, yaşanan acıları bir nebze olsun unutturabilmiştir. Gelen muhacirlere devlet, barınacak ev, işleyecek toprak ve güvenle yaşayabilecekleri köyler veya mahalleler sunabilmiştir. Bu dönemde yaşanan savaşlar sebebiyle Anadolu nüfusunun görece seyrekliği, gelen muhacirlerin yeni vatanı yurt edinmesine ortam hazırlamıştır. Bu sebeple muhacirler, kendilerine geçmişte yaşatılan acılara ve yapılan zulümlere Yunus Emre’nin deyimiyle “Hoştur bana senden gelen/Ya hilat-ü yahut kefen,/Ya taze gül, yahut diken/Kahrın da hoş lütfun da hoş” diyerek geçmişe takılıp kalmamışlardır.

Tartışmalarda gözden kaçırılan bir diğer husus ise Rumeli’den gelen muhacirler sadece gayrimüslimlerle değil, aynı zamanda Pomak-Slav-Arnavut-Boşnak-Torbeş-Rum-Ulah kökenli Müslümanlarla tarihsel olarak zaten birlikte yaşama kültür ve tecrübesine sahiplerdir. Bu sebeple Anadolu’nun farklı yaşam motif ve biçimleriyle kaynaşmaları hiç de zor olmamıştır. Muhacirler, özellikle evlilik konusunda Yörük-Manav-Kürt-Çerkez-Laz hiçbir fark gözetmeksizin “egzogami” yani dıştan evliliği tercih ettikleri için bu evliliklerin getirdiği akrabalık bağlarıyla Anadolu’nun dört bir tarafına yayılarak yerli halkla kaynaşmışlardır.

Sonuç olarak ne 1864’te Kafkasya’da ne 93 Harbi ve Balkan Savaşları sırasında Rumeli’de ne 1915 olayları sırasında Anadolu’da ne 1944’te Kırım’da ne de 1995’te Bosna’da yaşanan acılar, sıkıntılar ve zulümler birbiriyle kıyas kabul eden ve misillemeci bir yaklaşımla ele alınacak olaylar değildir. 19. ve 20. yüzyılda geçekleşen bu olayların belki de tek ortak noktası, insanlığın yitirilme çağında gerçekleşmiş olmalarıdır. Başta Rumeli muhacirleri olmak üzere Kafkasya Çerkezlerinin, Anadolu Ermenilerinin, Kırım Tatarlarının ve Boşnakların yaşadıkları acıları, bir daha yaşamamak ve son iki asırda kaybedilen insanlığın tekrar inşası için geçmişi hatırlamak ve hatırlatmak durumundayız. Bu bağlamda Anadolu’nun bin yıllık ortak tarih geçmişi, insanlığın yeniden inşası noktasında pek çok olumlu örneklerle doludur.

*Yrd. Doç. Dr., Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1266086&title=rumeli-muhacirleri-neden-unuttu&haberSayfa=0

Yorumlar kapatıldı.