İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İyilik, ancak piçlik yaparak umulandır

‘Biz’ dediğimiz şey, sınırlarının insanlığa açık oluşunu, ‘iyilik’ dediğimiz şeyin de piçmiş ve böylece herkesin yerine geçebilirmiş gibi düşünme olanağıdır.
CİHAN CAMCI / Radikal

Shakespeare’in ünlü oyunu Kral Lear’daki karakterlerden biri olan Edmund, meşru (legitimate) sözcüğü için, “Meşru! Hımmm… güzel bir sözcük” der. Edmund’un sözlerini kesintiye uğratmayan, hafifçe çakıp sönen bu tümce, bizi bir an karakterin iç monoloğuna götürüverir. “Meşru ne demek diye hiç düşündük mü sahiden?” der gibidir bu Shakespeare karakteri.
Son günlerde piçlik ve kimlikle ilgili tartışıyoruz. Ben bu yazıda, Shakespeare’den ilham alarak piçliğe etik bir olanak anlamında bakmayı deneyeceğim.
Ne demektir ‘meşru’ olmak, piç olmamak? Meşru olmak kısaca, hangi ana-babanın çocuğu, hangi soydan, hangi sınıftan olduğu belirlenmiş olan demektir. Meşru olmak, seçtiğimiz bir şey değil. Peki değer, -bu çok kullandığımız ve bildiğimizden emin olduğumuz sözcük- ne demek? Meşru olmak, soylu bir kökene ait olmak sözgelimi, neden değerlidir? Tolstoy’un pahalı iç çamaşırları giyen soylularının mağrur tavırlarının ne kadar değerli olduğunu hiç düşündük mü sahiden? ‘Figaro’nun Düğünü’nde Figaro’nun piçlik yaparak soyluya, “Bu kadar gurur duyup kasıldığınız soyluluğunuzu hak etmek için doğma zahmetine katlanmaktan başka ne yaptınız?” sorusunu hiç düşündük mü? Aydınlanma dediğimiz şey, tam da insanın özgür seçimleriyle hak ettikleri şeyin değerli olduğunu öğretmez mi bize? Aydınlanmanın özgürlük ve değerleri açısından (Durun! Aydınlanmanın değerleri deyince burun kıvırmayın hemen! Gözlüğünün üzerinden bakan muallim hanımın sıkıcı ezberinden daha ilginç bir şey var burada!) ne demektir ‘piç’ ya da ‘meşru olmak’?

Piç, joker, soytarı 
Orhan Pamuk’un Kara Kitap‘ında Galip, Celal’in yerine kendisi Celal’miş gibi konuşurken: “Hiçbirimiz kendimiz değiliz” diyordu bir sır verir gibi fısıldayarak. “Hiçbirimiz kendimiz olamayız.” Heidegger de “Hiç kimse bizzat kendisi değildir. Birisi olan ve olduğu biçimde olan, hiç kimse değildir” derken, Galip’e ilham veriyordu. Ben bu ilhamı şöyle yorumluyorum: Hiç kimse olmamak, piç gibi hissetmek, hiçbir kimlikle, hiçbir etnik, dinsel, sınıfsal kategoriyle belirlenmemiş olmak demektir. Piçlik, hiçbir önkoşulla belirlenmiş olmadan, seçilmemiş hiçbir kimlik özgürlüğümüzü kısıtlamadan, gerçekten kendi seçtiğimiz ve değerli olduğuna inandığımız rolleri oynayabilmek için bir olanak açar bize. Bir piç, “Kimim ben?” diye düşündüğünde, Ermeni ya da Müslüman, Türk ya da Kürt, heteroseksüel ya da eşcinsel değilmiş gibi düşünebilir. Seçmediği soy sop saçmalıklarının, neyin dayanışmaya, empatiye, biz hissetmeye değer olduğunu özgürce seçebilmesinin önünde durmasına izin vermez. Kendi seçimini değersiz kılan seçilmemiş her aidiyeti yok saymanın gururunu duyabilir. Piç, bir kimlik ancak aşağı görüldüğünde, onun değerini vurgulamanın önemini bilir. Bunun ötesinde bilmem ne-zadelere mensup olmanın, Türk olmanın, Kürt ya da Ermeni olmanın hafifliğine bir tarafıyla güler.

İskambil destesi olarak biz 
Piç, kralın soytarısıdır. Krala kimsenin söyleyemeyeceği şeyleri söylemekte özgürdür; özgürlüğün hiçbir kimliğe ve beklentiye bağlı olmadığını gösterir şakalarıyla. Şakacı, yani jokerdir. Çok renkli ve komik bir maske takmış gibi makyajlıdır. Yüzünü ve kimliğini renkli makyajıyla öyle abartır ki, seçmediği bir maske takmanın Sisifosvari absürtlüğünü gözümüze sokar. Sanki Oscar Wilde’ın “Ona bir maske verin; size doğruyu söyleyecektir” sözünü hatırlatmak için kendi olmamayı oynar. Şakaları ve makyajı bize, içine doğduğumuz kimliklerimizin kendi hayal gücümüzle kurguladığımız oyun karakterlerinden daha değerli olduğunu sanmamıza gülmeyi öğretir. Ufak tefektir. Hayal gücümüze yer açmak için küçülmüş, rol çalmamak için geri çekilmiştir. Sataşmalarının arsızlığı, hiçbir çıkar peşinde olmayışının erdemi içinde kabullenilir. Kral Lear ona “Bana soytarı mı diyorsun?” diye sorduğunda, “Eee ne yapalım, doğuştan getirdiğin tüm unvanlarını bırakınca sana bir tek soytarılık kaldı!” derken, doğuştan getirdiğimiz tüm kimliklerimizden soyunmanın olanağını gösterir. Sonra da Kral, sedyeyle taşınırken son kez görülür ve sahneyi tamamen hayal gücümüze bırakır, kaybolur, yok olur.
Nedir jokerin bize gösterdiği olanak? ‘Biz’ dediğimiz şeyin, kimliğimizin kökenini merak etme olanağıdır. Bunu bir iskambil destesi olarak düşünebiliriz. Oyun kartlarındaki sembollerin bugünkü şekilleriyle kullanılması, 14. yüzyıl Fransası’na dayanıyor. O tarihlerde Fransa’da dört sınıf vardı ve iskambil kâğıtlarındaki kupa, maça, karo ve sinek, bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa, bir kalkanı andıran şekliyle asil sınıfı ve kiliseyi; maça, bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekliyle orduyu; karo, ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtgen kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı; sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekliyle köylüyü temsil ediyordu. Bugün briç, poker veya benzeri oyunlarda kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni, işte bu sınıflamadır. Joker ise bu kâğıt destesindeki hiyerarşinin dışındadır. Hem hiçbir kâğıt değildir hem de her kâğıdın yerine geçebilir. Ancak hiç kimse olmak, herkes olabilme olanağını açık tutar. Bu nedenle soytarı, Shakespeare’in ünlü oyununda birdenbire, hiç var olmamış gibi yok olur. Joker, hiç kimsenin doğuştan gelen kimliğini seçmemiş olduğunu anlatmak, ironik bir farkındalık yaratmak için kendi olmamayı, piçi oynar. Kral Lear’ın ironik farkındalığı yakalamasıyla soytarı, artık kralın içine girer, yok olur, hiç olur.
Hiç kimse olmak imkânsızdır. Hepimiz bizi önceleyen bir biz sınırının içine doğarız. Bu anlamda ahlakın imkânsızlığını biliriz. Piçlik, ahlakın imkânsızlığına karşın olanağının, yani Yunus Emre’nin “Sen kendine ne sanırsan/ Ayruğa da onu san/ Dört kitabın manası/ Budur eğer var ise” deyişinin, ‘eğer varsa’ vurgusunun olumsallığını, ancak buna karşın yaşamsal önemini hatırlatıp durur bize. Joker, iskambil destesinin piçidir. Ne asil kupadır ne de fakir sinek… Tam da bu sayede kendisini hem kupa asıymış gibi hem de sinek ikilisiymiş gibi hayal etmesinin olanağına sahip olur. Yıldırım Türker’in kahramanı odur. Ahlakın olanaksızlığa karşın, bile bile lades diyen Sisifos’tur. Godot’yu bekler. Naif kabadayı, Ece Ayhan’ın parasız yatılısıyla sınıf arkadaşıdır. Odessa’nın kurnaz iş bitiriciliğini değil, Penelope’nin bekleyişinin incelikli sabrını oynar.
Saf iyilik, en üst değer olarak Platon’dan beri var olanın ötesinde aranandır. Aydınlanma bu umudu, kendisini başkasıymış gibi hayal etmenin olanağına tahvil eder. Kendimiz olmamanın, piçliğin olanaksızlığına karşın değerini anlatır. Bu sayede ‘biz’ dediğimiz şeyin sınırlarının insanlığa açık oluşunu, ‘iyilik’ dediğimiz şeyin de piçmiş ve böylece herkesin yerine geçebilirmiş gibi düşünme olanağı demek olduğunu anlarız. İyilik, ancak piçlik yaparak umulandır. Piçlik iyidir.

(CİHAN CAMCI: Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi)

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1083223&CategoryID=99

Yorumlar kapatıldı.