İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Fransız ‘inkâr yasası’ bizi nereye götürdü?

Prof. Dr. Garip Turunç, Bordeaux IV Üniversitesi, İktisadi Bilimler Öğretim Üyesi      
Ne var ki sonuçta Fransa söz konusu yasayı bütünüyle iptal etse dahi, soykırımın bir tarihî gerçek olduğuna inanmaya devam edecektir. Dünyadaki akademik yayınların büyük bir kısmı da “soykırım” diyor, merak edenler de onları okuyup kabul ediyor. Utah Üniversitesi’nden beş yıl önce yayımlanan Yahudi asıllı Guenter Lewi’nin soykırım tezini reddeden kitabı gibi akademik yayınlar hayli azdır. Bizim yayınlarımız ise sayıca çok, fakat bazı istisnalar dışında, içerikçe zayıf, hatta ‘çiğ propaganda’ niteliğindedir. 1915’te Ermenilere hiçbir şey olmamış veya bir meydan savaşında birbirimizi kesmişiz gibi bir anlatım inandırıcı olmuyor elbette. Daha özenli ve geniş görüşlü bir tarihçilik geliştirmeliyiz.

*********
 Fransa’daki yasa ile birlikte Ermeni meselesi yeni bir faza geçmiş oldu.
Zira artık mesele, bir soykırım yapılıp yapılmadığından çok, soykırıma inanmayanların bunu ifade edebilme özgürlüğü meselesi haline gelmesidir. 2015’e doğru tarihi bir karar sürecine girerken, daha sık yüzleşeceğimiz bu konuda, biraz daha rafine düşünmemiz gerekiyor. Her şeyden önemlisi, yıllarca ağır bedeller ödedikten sonra kazandığımız özgüvenimizi, İttihatçılığın bu ülkeye miras bıraktığı milliyetçilik nedeniyle parçalanmasını önlemek.
Aydınlanma, kapitalizm ve ulus-devlet gibi unsurlarla gelen zihniyet rüzgârlarına adapte olamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel olarak çok hızlı bir biçimde dağılması, Batı karşısında duyulan eziklik, kendimizle ilgili ‘adil yönetici’ yüceltmesinin her türlü din ve etnisiteden cemaatlerce reddedilmesi gerçekten de büyük bir şoktu. Aşağılanma duygusu ile gerçekten değersiz olma tespitinin iç içe geçtiği bu savrulma döneminin ardından ise ne yazık ki en kolaycı yol seçildi: Tarihi mesafeli bir bakışla algılamaya çalışmaktansa, önce devlet eliyle tarih üretildi, ardından bunun saçmalığı ortaya çıkınca geçmiş ideolojik koruma altına alınarak donduruldu. Böylece yaşanmışlıkla pek ilişkili olmayan birtakım kurguların ‘tarih’ olduğu vehmiyle büyütülürken, gerçeklikle karşılaşmalar da derin travmatik etkilere neden oldu… Ama gene de Ermeni katliamını bu ülkedeki tarih anlayışını irdelerken çok da abartmamak gerek. Ne de olsa bizler Cumhuriyet’in ‘kurucusu’ Mustafa Kemal’in hayatını, düşüncelerini ve duygularını bile gerçek boyutlarıyla bilmiyoruz. Örneğin, 1938’de Dersim’de olduğu gibi bazı aşırılıklar(!) yaşanmışsa da, aslında bunlar “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için” yapılması gerekli şeyler olduğu çerçevesinde; resmi olarak üretilmiş, mahzurlu görünen yönlerinden ayıklanmış, ‘steril’ bir Mustafa Kemal figürünü gerçek tarihsel aktör olarak algılamakla kalmıyor, bu aktörün çevresi ve zamanı için söylediklerini de gerçek yaşanmışlığın yerine koyuyoruz.
Böyle bir tarih anlayışının ‘niçin’ üretildiğini, nasıl bir işlev gördüğünü sorgulayanlar, asıl meselenin Türk kimliğinin inşası olduğunu görmekte zorlanmıyorlar. 1910 ile 1930 arasındaki yıllar, devletin topluma bir kimlik vermek suretiyle kendisini meşrulaştırdığı bir dönemi ifade etmekte. Denebilir ki Ermeni meselesi de bu aralıkta yaşandığı için bu denli travmatik. Eğer elli yıl öncesinde yaşansaydı belki de bugün o olaylara çok daha serinkanlı bir biçimde bakabilecektik. Ancak söz konusu 20 yıllık süreç, toplumun bağımsızlık nedeniyle devlete şükran borcu duyduğu, devletin ise bu duyguyu kendisine biat eden ‘çağdaş’ bir toplum üretmek üzere kullanmasına tanık oldu. Yeni toplum yeni bir ‘kimlik’, bu ise yeni bir ‘tarih’ demekti. Türk kimliği bugün bile esas olarak topluma değil, devlete ait bir kimliktir. O nedenle devlet, her fırsatta bu kimliği güçlendirmek için çaba sarf etti, ediyor. Toplum ise devleti yitirdiğinde kimliğini de kaybedeceğini sanarak, ‘millileşen’ her konuda devletin yanında yer alıyor. Vatandaşlığın tanımı bile buna göre şekilleniyor.
‘VERİLMİŞ’ TARİHTEN KALINTILAR
Oysa bu toprakların artık ‘kendisinin’ ne denli melez, karışık, iç içe ve zengin olduğunu fark edip bunun keyfini çıkarmaya ihtiyacı var. Milliyetçilik, bu topraklara ait bir ideoloji olmadığı gibi, bu topraklara yıkım ve acıdan başka bir şey getirmedi. Aynı anlayışla devam ettikçe bir yandan iç barışımızı sağlamaktan uzaklaşırken, ülkemiz dünyadan izole olmaya, müktesebatı sınırlı kimi yabancı politikacının siyasî bir savaş sahasına dönüşüyor. Buna hiç kimsenin hakkı yok. Siyasal ve toplumsal aktörlerinin toplumu daha sağlam temellerde bir arada tutabilecek yollar ve değerler üzerinde çalışması gerekiyor. Yapılacak şey epeyce basit: 1915’te yaşananları tartışmak. 1915 tehcirinin Ermenileri hedef aldığı, onları kişisel özelliklerinden bağımsız olarak, sırf kimlikleri nedeniyle sürdüğü konusunda bir görüş ayrılığı zaten yok. İşin esası, meseleye farklı bir tarihle karşılaşan toplumun ne denli olgun davranabileceği ve bu fırsatı kendisini ‘iyileştirmek’ üzere kullanmaya ne denli hazır olduğu. Kamuoyu genelinde Türkiye’nin bu eşiği geçmekte olduğu söylenebilir. Artık bize ‘verilmiş’ olan tarihin gerçeklikle pek bağlantılı olmadığının, tarihi konu eden eserlerin bir yorum özgürlüğüne muhtaç olduğunun farkındayız.
Bunun için de konunun ifade özgürlüğü temelinde tartışılıyor olması bizim için bir avantaj, zira bu noktada evrensel değerlerle ve temel insan haklarıyla ilgili başka bir soruna işaret ediyor. Yasa tasarısının Fransız Senatosu’nda da onaylanması yasama prosedüründe önemli bir aşamadır. Ancak konunun bir de Anayasa Konseyi boyutu vardır ki, zaten Meclis Anayasa Komisyonu tasarı daha henüz onaylanmadan, açık seçik Fransız Anayasası’na aykırılık olduğunu tespit etmişti. Irkçı eğilimlere meyyal ve seçim hesapları içindeki Sarkozy’nin yaptığı hamlelerden sonra Senato’da kabul edilen soykırımı inkâr yasasının hemen ertesinde, anayasa mahkemesine başvuru yapıldı. Yasanın, “Fransa’nın özgürlük ilkesiyle bağdaşmadığını” bildiren bu girişim, hem her iki meclisi kapsaması hem de imza verenlerin aşırı sağ hariç tüm siyasî partileri temsil eden bir yapıya sahip olması açısından büyük önem taşıyor. Dışişleri Bakanı Alain Juppe, “yersiz ve uygun olmayan”, Tarım Bakanı Bruno Le Maire ise “tarihî konularda parlamentonun karar vermesine karşı olduğu” için yasaya açıkça karşı çıkmıştı. Kültür Bakanı Frederic Mitterrand’ın da yasaya karşı çıktığı biliniyor. Hatta eski Anayasa Konsey Başkanı Robert Badinter, Konsey’in 2001’de onaylamış olduğu “Fransa, 1915 yılındaki Ermeni soykırımını tanır” şeklindeki yasayı da mercek altına alıp iptal edebileceğini dile getirdi. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise halen Türkiye’ye karşı siyasî kavgasını sürdürmeye devam ediyor; anayasa mahkemesinin bu ay içinde vereceği kararın, parlamentonun tatile girmesinden çok kısa süre önce çıkacağını, dolayısı ile zaman darlığı nedeniyle çıkaramadığı soykırımı inkâr yasası yerine, başka bir yasa tasarısı ortaya atma hazırlıkları içinde olduğunu da basına sızdırdı.
ANAYASA KONSEYİ NASIL BİR KARAR VERECEK?
Önümüzdeki günlerde, Anayasa Konseyi’nin yasayı, sahip olduğu iki geleneğe dayanarak ele alması bekleniyor. Birincisi, yasaları sadece anayasaya uygunlukları açısından inceleyen “legalist” gelenek. İkincisi de “hümanist ve adaletçi” gelenek. Hümanist ve adaletçi gelenek ağır basarsa soykırımı inkâr yasası mevcut haliyle Fransız Anayasası’na uygun bulunacak. Yasa tasarısının bütünüyle iptal edilmesi ise karşı uçtaki “legalist geleneğin” baskın çıkmasına bağlı. Tabii ki, bu iki ucun ortasında kalan, hümanist gelenekle legalist olan arasındaki uzlaşmayı temsil eden, bir “gri alan” da var. Bu da, Anayasa Konseyi’nin yasayı yorumlama yoluna gitmesi demek. Mesela Konsey, yasanın herhangi bir maddesine kayıt düşüp, “Bu madde ancak şu ya da bu koşullar oluşmuş ise uygulanabilir” gibisinden yargıyı bağlayıcı yorumlar getirebilir. Tasarı metninde özgürlükle bağdaşmayan belirsizliklerin bulunması, her üç ihtimalin de değerlendirmeye alınmasını gerekli kılıyor.
Nitekim, senatör ve milletvekilleri tarafından yapılan başvuru metinlerindeki tezler iki temele dayanıyor. İlki, ifade ve düşünce özgürlüğü. Fransa Anayasası’nda, bu özgürlük, dile getirilen fikirleri ve ifadeleri başkalarını incitme pahasına korumaktadır. Birisi, karşısındakinin fikirlerine katılmasa da bunu dile getirme hakkına kesinlikle sahip. Burada tek bir sınır çizilir: Fikir veya ifadeler diğer bireylerin özgürlüğüne veya kamu düzenine zarar vermemeli. İçinde bulunduğumuz durumda bu söz konusu değil. İkinci argüman ise şu: Meclis, bir suça karşı cezayı belirler, Anayasa ise bunu o suçun “net” ve “kesin” olması durumunda uygular. Oysa Fransa’da meydana gelmemiş bir inkârı cezalandırmak kesinlikle gereksiz. Ayrıca yasa hem inkârı hem de “aşırı küçümsemeyi” cezalandırıyor. Ve bu da net değil ve ne anlama geldiği muallâk. Oysa bilinmezlik ceza yasası konularında kabul edilemez. Dolayısıyla, sonuç konusunda iyimser olduğumu söyleyebilirim. Fransa’nın akil adamlarının müdahaleleri sonucu, yasanın uygulamada ehemmiyetini önemli ölçüde kaybetmesi ve sembolik bir hal alması muhtemel.
Ne var ki sonuçta Fransa söz konusu yasayı bütünüyle iptal etse dahi, soykırımın bir tarihî gerçek olduğuna inanmaya devam edecektir. Dünyadaki akademik yayınların büyük bir kısmı da “soykırım” diyor, merak edenler de onları okuyup kabul ediyor. Utah Üniversitesi’nden beş yıl önce yayımlanan Yahudi asıllı Guenter Lewi’nin soykırım tezini reddeden kitabı gibi akademik yayınlar hayli azdır. Bizim yayınlarımız ise sayıca çok, fakat bazı istisnalar dışında, içerikçe zayıf, hatta ‘çiğ propaganda’ niteliğindedir. 1915’te Ermenilere hiçbir şey olmamış veya bir meydan savaşında birbirimizi kesmişiz gibi bir anlatım inandırıcı olmuyor elbette. Daha özenli ve geniş görüşlü bir tarihçilik geliştirmeliyiz.

Yorumlar kapatıldı.